Sözcüklerin şenliğinde olanlar / Tacim Çiçek
‘Her canlının yetiştiği ve çeşitli büyüklükte yaşam alanlarına bölündüğü ortamlara damgasını vuranların süreklilikleri için çok gerekli gördükleri “Sözcükleştirme Merkezleri” bulundukları alanlardaki yapılardan daha büyük ve daha da gösterişli yapı(lmış)lardı. ‘Yaratıkların ürünlerini yaşamlarına uygunlaştırma işlerinde iplerini ellerinde tuttukları “Yontucular”ı kullanıyorlardı. Bunlar, istenilenleri, isteyenlerin düşüncelerinden oluşan soyut-somut araç ve gereçlerle, bu bağlamda akıllarına yerleştirilenleri kullanarak gerçekleştirirlerdi. Amaçları açısından bilgi, beceri kazanmış, alışılmışın dışına çıkmayan, kuralcı, çoğu şeyin gereksizliğine inanmalarına karşın hiyerarşik biçimlenmeden dolayı hep katlanan, sessiz kalan, yaptığının bulunduğu yerin sahiplerinin programlarına uygunluğunu sık sık kontrol eden “Yontucu Denetleyicileri”nce beğenildikçe sınıf atlayabilen, bu yüzden görüntüyü kurtarmak için daima didinen, görevlerini eksiksiz yapmaya çalışanlardı, “Yontucular.” ‘Küçük birimin ürünlerini sözcükleştiren “Yontucu” burayı yapanların (yaşama damgalarını vurdukları andan sonra) ilk ve tek girişim olarak anlatageldikleri “Sözcük Şenlencesi” için hazırlıklara çok önceden başladı. Gözleri açık olmasına karşın, dışındaki etkenlerden dolayı aklında yaşamını sürdüren amacın görevlisini uyandırdı. Alışık olduğu yollardan arşive gitmesini işaret etti. Köşede, uykusundan uyanan görevli sessizce ayaklandı. Tozlanmış kapıyı araladığı, bilinen kasetlerden çok farklı kasetlerin açılmasına izin vermediği bir başka kapıyı omuzlayıp içeri geçti. Burayı, ince uzun gözleriyle taradı âdeta. Sonra garip kollarından birini uzatarak kendinden isteneni alıp çıktı. Acelesi yokmuş gibi ağır ağır yürüdü. İkinci bir emirle, yalnızca morun açık tonu bir ışıkla azıcık aydınlatılmış olan bölüme gitti. Gözlerin hemen hizasındaki ince bir örtünün kamufle ettiği kasetçaların içine yerleştirdi, kaseti. Köşesine döndü. ‘Tuhaf sesler çıktı önce, ardından netleşmeye başladı ses. Kalın ve ürkütücüydü. Günün önemini, yapılması gerekenleri açıklıyordu konuşmacı. Kendinden geçmiş gibiydi. Dinleyeni etkilememesi olanaksızdı. Yaptığını çok iyi biliyordu. O bir hatipti çünkü. Kasetin bu yüzündeki konuşma bitince, köşesine çekilen tekrar geldi. Kaseti çıkardı ve yerine bırakmak için götürdü. Bir başka kaset getirdi, kasetçalara yerleştirdi. Aldatıcı bir söylevciydi konuşmacı. “Sözcük Şenlencesi”nin programını en ince ayrıntısına dek açıklıyordu. Konuşurken aba altından da sopa gösteriyordu. Dinleyenlerin sevinci söndü. Moralleri bozuldu. Ama yapabilecekleri bir şey yoktu. ‘Beklenen an yaklaştıkça ürünlerin, istenilenler doğrultusunda biçimlenmeleri, dönüşmeleri daha da hızlandı. Bu “Yontucu”nun hoşuna gidiyordu. Gururlandı. Mutlandı. Onların her başarısı, kendince kendisinden kaynaklanıyordu, kendinin eseriydi. Yapılması gerekenlerin tekrarlarla iyice pekiştirilmesinin ardından devreye başka bir kaset daha sokuldu. Bu konuşmacı da, o kutsal günün önemi, anlamı ve “Sözcükleştirme Merkezi”nin çiçeklerle rengârenk olması gerektiğini söylüyordu. Doğanın bütün çiçeklerini ve güzelliklerini istiyordu. Engebeli, geniş bozkırın kuytuluklarında, derelerinde, korularında ve vadilerinde bulabileceklerinden söz ediyordu. ‘Bütün bunlar “Sözcük Şenlencesi” gününden birkaç gün önce olanlardı. ‘Yapıdan uçar gibi çıktılar. Sevinçliydiler. Kendilerini kanıtlayacaklardı. Beğenilmek, hayatta bir değer olmanın kanıtıydı. Ulu yapının çevresine gelişigüzel dağılmış, çerden çöpten, taştan, çamurdan yapılmış barınaklara dağıldılar, çığlık çığlığa. Türküye duran kuşlar gibi. Çiçek toplarken kendilerini rahatsız etmemesi için içlerindeki korkulara ve korkunç canavara bir şeyler vermeleri gerekiyordu. Olanakları ölçüsünde içlerindeki canavarı doyurdular. Sonra birimin dışındaki alanda buluştular. Ve kanatlandılar türküleriyle, yerlerine geçmeyi sabırsızlıkla bekleyen özdeşlerinin şaşkın, ama kıskançlık dolu bakışları altında… ‘Rengârenk sözcüktüler…‘Zorunlu olmadıkça gelinmeyen bir yerinde durdular bozkırın. Doğa, göreçlerini ve duyaçlarını açtı, onlara çevirdi. Kendinin güzelliklerini kıskandıracak güzellikteki çiçeklere. Onlar, doğanın çocuklarına bakıyordu. Mutlu, şaşkın ve sevinçli… Kokular, çiçekler, kuş sesleri büyülemişti onları. Ama bir süre sonra da bir şeyden korkan koyunlar gibi birbirlerine sokuldular. Sözleştiler. Küçük küçük gruplar hâlinde dağıldılar bozkıra, buluşacakları noktayı belirledikten sonra… ‘O, sözcükleri izliyordu. ‘Görüyordu uzandığı yerden. ‘Sessiz olmayan uykusuna döndü. ‘Onları uzandığı yerden gözetlemeyi sürdürdü. Kararsızdı başlangıçta. Sözcükleri seviyordu aslında, ama korkuyordu da. Çünkü sözcükleri sevmesi yasaktı. Bir türlü, içindeki istekten vazgeçemiyordu. Önce hayal sandı. Bir sözcük bağırıyordu. Arkadaşlarına sesleniyordu. Yattığı yerden doğruldu. Sesin geldiği yöne baktı. Sözcüğü gördü. Öteki sözcüklerin yerini göstermek istiyordu ona, ama… Vazgeçti bu isteğinden. Yapamadı… Bir topaç gibi döndü kıvrıldı yerine. Gözleriyle izledi onu, izlemeden yapamadı. Lanetler yağdırdı kedine, ama takıntı hâlini almıştı bir kere içinde depreşen duygular. Sözcük sussa, gözlerinin önünden bir an önce uzaklaşsa belki de rahatlayacak ve içini kudurtan takıntıdan kurtulacaktı. Ama o, durmadan sesleniyordu ve olduğu yerde dönüp duruyordu. Onun görüş alanından bir türlü uzaklaşmıyordu. ‘Yaşamı, barındığı birimle sindirdiğinin atıklarını boşalttığı yer arasında boru olan yaratık yine doymuş ve dinlenmek için her zamanki zulasına çekilmişti. Güneş, üzerinde yanan bir ateşti. Yine de yanan iri gövdesine aldırmıyordu. Başını koruması yaşaması için yeterliydi. Barındığı yerden, güneş doğmadan önce çıkar, buraya gelir, beslenir ve iç dünyasında bir süre yaşadıktan sonra da karanlık yeryüzünde egemenlik kurana dek ıssız yerlerde dolaşır, ardından da karanlıkla birlikte birime dönerdi. ‘Kuvvetliydi. Parlak siyahî derisi, geniş karnı ve garip yüzüyle türünün tek örneğiydi belki de. Tuhaf bir canlıydı. Tek başına oluşu, içe dönüklüğü, suskunluğu, hüzünlü duruşu, garipliği bundandı. Çevresindekilerin ilgisizliği, alaycı yaklaşımları, ellerinin, gövdesinin öteki soydaşlarından çok ama çok farklı oluşu karşısında önceleri “niçin” ile başlayan düşüncelere kaptırmıştı onu. Bunlar zamanla birer acı soru da olmuşlardı onun için, ama mantıklı yanıtlar bulamadığından kendine bunları yasaklamıştı. Artık böyle düşüncelere ve sorulara aldırmıyordu. Kendinin oluşumuna araç olanlardan ayrı olmasına da bir anlam vermemişti önceleri. Şimdi bunu da sorgulamıyordu. Kendini, durumunu ve herkesin kendine yaklaşımlarını kanıksamıştı. Kendine bir dünya kurmuştu. Hatta bu küçücük dünyada tek başına mutlu olduğu da söylenebilirdi. Önceleri birlikte yaşadığı herkes ona garip bir canlı olduğunu sezdirmemişti. O da karşısındakinin yüzü gibi sanmıştı yüzünü. Büyümesiyle birlikte orantısız biçimde gelişen algılama yetisi yine de onun içine kendisiyle ilgili sorular sormasına engel olmamıştı. Kendisiyle ilgili sorular çoğaldıkça ve yanıtsız kaldıkça çevresinden uzaklaşmaya başlamıştı. Kendisine bile açıklamaktan çekindiği ama yaşıtlarından sürekli duyduğu acı gerçekle, bir gün su içmek için eğildiği kaptaki suda görünce kendini, yüz yüze gelmişti ve o andan sonra ortalıkta görünmez olmuştu. Tuhaflaşmıştı. ‘Yaşamının dönüm noktası olan o anı unutmamıştı. Çünkü tüm olumsuzluklara ve kendi gerçeğine karşın yalnız olmayı, yalnız yaşamayı göze alamamıştı… Ama içinde olduğu topluma yaptığından sonra yalnızlığının kendi için bir kader ve zorunluluk olduğunu da anlamıştı, yüzleştiği gerçeğinden sonra. O an çok üzülmüştü ve ağlamıştı. ‘Küçük yerleşim birimindekileri çileden çıkaran yağmur yağıyordu o vakit. Hiç bitmeyecekmiş gibi… Barınaklar sulara kapılmasınlar diye yakarıyorlardı. Korkudan ölüp ölüp diriliyorlardı. Bulundukları yerlerden şöyle bir bakmayı bile cesaret edemiyorlardı. Yağmur hiç beklenmedik bir anda ve aniden kesilmişti. Hava açılmıştı. Güneş gülümsemişti. Çevredeki sarı kirli sudan dolayı barınaklar küçük bir ada üstündeymiş gibiydi… Yer yer oluşan gölcüklere girip çıkanlar arasındaydı. Mutluydu. Sular, açabildikleri kanallardan hızla bozkıra akmıştı. ‘Ertesi gün güneş, suları ve bataklıkları kurutacak kadar kalmıştı gökyüzünde. Günlük yaşama dönülmüştü. Yaşıtları sözcükleşmek için “Sözcükleştirme Merkezi”ne gitmişlerdi. Merkeze alınmayışına hiç aldırmamıştı görünüşte. Yalnızlığı canını sıkmıştı biraz o kadar. Zamanla yalnızlığına da alışmıştı ve kendini oyalamak için oyunlar bulmuştu. Sözcükler, merkezden dönünce de onlarla birlikte olmaktan büyük sevinç duyuyordu. ‘Dışarı çıkmıştı. Koşarak sokaklara dalmıştı. ‘Soluğu alanda almıştı. Taş soku içindeki suyu içmek istemişti. Aniden bir yaratıkla göz göze gelmişti, o pırıl pırıl suda. Geri çekilmişti. Korkmuştu. Hemen etrafına bakmıştı. Kendisinden başka kimsenin olmadığını görmüştü. Sudaki yuvarlak, parlak siyahî yüzün, iri kulakların, çirkin yassı burnun kendinin olduğuna inanmak istememişti. Tekrar tekrar bakmıştı cesaretini topladıktan sonra, ama gerçek değişmemişti. Ağlamıştı hıçkıra hıçkıra. Su da içmemişti. Korka korka gözlerini, yüzünü, kulaklarını ve burnunu ellemişti durmadan. Yüzünü avuçlamıştı. Kara kıllı ön ayaklarının parmaklarıyla. Birimin yakınındaki dağdaki mağaraya uçarcasına koşmuştu. Mağara karanlık olduğu hâlde aldırmamıştı, korkmamıştı… Mağaraya girmişti. İki gün çıkmamıştı mağaradan. Açlıktan, susuzluktan perişan olmuştu. Düşünmüştü, ağlamıştı, uyumamıştı. Karanlık çökünce üçüncü akşam çıkmıştı oradan. Barınaklarına gitmişti. Barınaktakilerin sorularını yanıtlamamıştı. Hiçbirinin yüzüne bakmamıştı. Başını kaldırmamıştı. Yalnızca karnını doyurmuştu. Su içmişti. Sonra da barınaktan, onların engel olmalarına karşın, çıkmıştı ve karanlığa karışmıştı. Doğruca mağaraya dönmüştü. Birlikte büyüdüğü, oynadığı, beslendiği ve her işine koştuğu karşı cinsinin sevişme isteğini geri çevirmesinin, “Sözcükleştirme Merkezi”ne alınmayışının gerçek nedenini öğrenmişti böylece… ‘Gözlerini yumdu iyice. Güneşin erlerinin gövdesinde gezinmesine aldırmadı. Gövdesini arada bir ileri geri hareket ettirip durdu. Ön ayaklarını gözlerine siper etti. Yaşıtları tarafından rahatsız edildiği günleri anımsadı. Acılandı ve kahroldu. Mağaranın önüne çalı çırpı getirip kendisini yakmak istedikleri o anı yaşadı birden ve aniden doğruldu. Titredi. Çirkinliğini haykıranları görmüştü mağaradan çıktığında. Çirkinliğinden çektiğini hiçbir şeyden çekmemişti çünkü. Onlardan kaçmıştı ve ta buraya gelmişti… Görülmekten ve benzer şeyleri yaşamaktan korkuyordu… ‘Peşindekilerin alaycı takılmalarına, taşlamalarına aldırmadan bir an önce kurtulmak için olanca gücüyle koşmuştu. Öfkesini ayaklarına yüklemişti. Arayı açmıştı iyice. Kayaların arasına saklanmıştı. Sesler duymuştu yakınında ama yerini belirtmemek için kıpırdamamıştı. Ama bulunduğu yeri kuşatanların kendisine yaklaşmakta olduğunu seslerden anlamıştı. Saklandığı yerden fırlamıştı. Kayadan kayaya geçmişti. Derin bir uçuruma varınca durmuştu. Ne yapacağını bilememişti. Yüreği ağzına gelmişti. Sesler iyice yaklaşmıştı ona. Eğilmişti ve uçuruma bakmıştı. Uçurumun dik yamacından boşluğa doğru balkon gibi uzanan çıkıntıyı görmüştü. Güçlükle çıkıntıya kadar inmişti. Çıkıntının kayaya doğru uzanan tarafında gizlenebileceği büyüklükte bir oyuk vardı. Bu oyuğa saklanmıştı. Peşindekiler uçurumun başında durmuşlardı. Bir süre beklemişlerdi ve izni kaybettiklerine kanaat getirdiklerini söyleyip uzaklaşmışlardı. Gittiklerinden emin olduktan sonra oyuktan çıkmıştı. Tırmanıp düzlüğe ulaşmıştı. Bakmıştı bozkıra. Onların oldukça uzaklaşmış olduklarını görmüştü. Oracığa uzanmıştı. Dinlenmeye çalışmıştı. Karanlık çökünce de barınağa dönmüştü. Mutsuzdu. Bitkindi. Yorgundu. Çaresizdi. Yaşadıklarını anlatmıştı bir çırpıda. Kendisine karışmamalarını söylemişti. Günü muştulayan sesle birlikte uyanmıştı. Gizlenerek birimden uzaklaşmıştı. Uçurumun çıkıntısındaki sığınağına gitmişti. ‘Zor olmuştu ama yalnız yaşamayı öğrenmişti. İçindekinin gereksinimlerini karşılamayı da... Dışlandığı birime dönmemeye karar vermişti. Karanlığın yeryüzüne egemen olmasıyla birlikte yaşadığı olumsuzluklara daha fazla karşı koyamamıştı. Böyle zamanlarda birime dönmüş ama birimde yaşayan ailesine yalnızlığını büyütmeden yaşamaya çalıştığı yer ve yaptıkları hakkında en küçük bir şey söylememişti. Karanlığın korkusuz yaratıklarına kendinin çirkinliğini gösterebilecek ışığa dönüşebilecek nartekslerden almıştı yanına bir seferinde de. Işığa dönüşen nartekslerden biriyle karanlığın yaratıklarını beklemişti birkaç gece. Işık işe yaramamıştı. Kendi onlardan korkmuştu. Küçük yerleşim birimindeki gibi barınak yapmanın iyi bir çözüm olacağını düşünmüştü ve düşündüğünü de kısa zamanda gerçekleştirmişti. Burada güvende olduğunu sanmasının doğru olmadığını ta ilk geceden anlamıştı. Barınağa nereden girdiklerini görmediği ve bilmediği karanlığın yaratıklarıyla karşılaşmıştı. Güçlükle direnmişti onlara ve güçlükle onlardan kurtulabilmişti. Yalnızlığın verdiği eziklikle içinin istemi doğrultusunda davranışlar edinmişti. ‘Karanlığın yaratıklarından daha da saldırgan ve korkusuz olması gerektiğini kısa zamanda öğrenmişti. Artık rahat dolaşabiliyordu. İn ve cinin bile top oynamaya cesaret edemediği yerlerde dolaşabiliyordu. Karanlığın en acımasız ve korkutucu olduğu zamanlarda da dışarıda kalabilmişti ve korkmamıştı. Rahatlıkla küçük yerleşim birimine gidebilmişti gece yarıları ve yolunu kolaylıkla bulabilmişti. Barınakları bir bir dolaşabilmişti. Barınaktakileri gizli gizli dinlemişti. Sevmediklerini korkutmuştu, türlü oyunlar ve tuzaklar hazırlayarak.. Barınaktakilerin kimin, niçin kendileriyle böyle tehlikeli bir oyun içine girdiğini duydukça da de katıla katıla gülmüştü. Yaptıklarına son vereceği yerde dozunu arttırmıştı… Ve sevdiğinin bir başkasıyla çiftleştiğini öğrenmişti, gizlice barınaklara gelip barınakları bir bir dinleyince. Daha da delirmişti. Onları barınaklarında gözetlemişti. Korksunlar diye türlü türlü oyunlar yapmıştı. Bir keresinde de neredeyse barınaktakilerin yoluna kurduğu tuzağa kendi düşecekti, ama son anda fark edip kurtulabilmişti. ‘Durmadan öteki sözcüklere seslenen sözcük, onun gözünde sürüden ayrılan kuzu oldu. Daha fazla kendine engel olamadı. Kayanın arkasına kaydı. Kayarken geride bıraktığı yapışkan ve parlak sıvı iz bıraktı. Gözlerini yuvalarından çıkardı. Başını, usulca gövdesinden yukarıya kaldırdı. Etrafı kolladı. İçi titredi. Ağzı sulandı. Tuhaflaştı. Terledi. Kendinden birkaç adım uzakta ve başına geleceklerden habersiz bir biçimde sözcüklere seslenen sözcüğe yöneldi. ‘Küçücüktü aslında sözcük. Ama… ‘Büyümeye ve değişmeye başladı onun gözünde… Kendisiyle sevişmeyi reddedene dönüştü aniden küçücük sözcük. ‘Bozkırdaydı ve yalnızdı. ‘Bir topaç gibi dönüyordu. ‘Gizlenen ve kendine yaklaşan gözlerden habersizdi… ‘Sonunda karşısına çıktı küçük sözcüğün. ‘Korkmuyordu. Kaçmıyordu. Bağırmıyordu. ‘Birimden birini gördüğü için seviniyordu. Yolunu bulacak ve arkadaşlarına kavuşacaktı. Çirkinliğine karşın ondan uzaklaşmıyordu, çekinmiyordu. Onu tanıyordu azıcık da olsa. Sözcüklerden hoşlanmadığını da biliyordu ama… ‘Gülümsedi yine de. Öteki sözcükleri görüp görmediğini sordu ivedilikle. O, duymamış gibi yanıt vermedi. Küçücük sözcük, bir kuş gibi onun gölgesinde kalınca korktu ancak… Ne yapacağını bilemedi. O, kendini kucaklayınca da karşı koyamadı. Yakalanmış bir kuş gibiydi. ‘Bırakmasını istedi ondan Bunun işe yaramayacağını anladı ve olanca gücüyle bağırdı, imdat dedi. Yardım istedi. O, ön ayaklarının parmaklarıyla sözcüğü kavradığı gibi kucaklamıştı ve barınağına götürmek için hemen oradan uzaklaşmıştı. Titriyordu ve yalvarıyordu. Ama sanki koca kulakları duymuyordu onu. Kokulu ve yapışkan sıvısı yüzünden akıyordu. Korkunç sesler çıkarıyordu. Onu okşuyordu bir yandan da. Sakinleştirmeye çalışıyordu sanki. Barınağa geldiğinde âdeta kapıyı kırarak içeri girdi. Kuru otlardan yatağına fırlattı korku çiçeği gözlü sözcüğü. O, bir zamanlar kendine sevgisini ve bedenini sunmak isteyendi. Kendini bekliyordu. Zaman kaybetmeden ağır bedenini bastırdı üstüne. Onun çığlığına hiç aldırmadı. Yalnızca tepindi, titredi. Sözcüğe zehrini akıttıktan sonra kalktı üstünden. Rengi açılmış, gözleri parlamıştı. ‘Mutluluğu kısa sürdü ama. Ağlayan sözcükle göz göze gelince, iri iri açıldı gözleri. ‘Yerde yatan birleşme isteğini reddeden değildi çünkü. Kendinden geçmek üzere olan sözcüğü bıraktı. Dışarı çıktı. Kayaya yaslandı. Garip sesler çıkardı. İnledi. Delirmiş gibiydi. Panik hâlinde oraya buraya dönüp duruyor, kendini dövüyor ve ne yapacağını bilmezmiş gibi kendinden geçiyordu. Bir an önce gitmek istedi. Bacakları artık gövdesini taşımak istemiyordu sanki. Geniş karnı sivri kayalara takılıyordu. Canı çok yanıyordu. Aldırmıyordu buna. Barınakta bıraktığı sözcüğü ve olacakları düşünüyordu. Aklı, gözleri oyun etmişlerdi ona. Çirkin bir oyundu üstelik de yaptıkları. Hiçbir gerekçenin işe yaramayacağını ve kendini haklı göstermeyeceğini biliyordu. Usuna giren ve bedenini amacı için ele geçiren öfke ve intikam yalnız bırakmıştı onu. Karşısına geçmiş âdeta onunla dalga geçiyordu. Küçük yerleşim birimindekilerin değerlerinin ateşten ipleri boğazındaymış gibi nefes alamıyordu. Yüksekçe bir yere varınca durdu ve gözlerini yumdu… ‘Çaresiz küçük bir kuştu. Alıştığı yağışlara benzemeyen yağmurun kanatlarına yüklendiğini biliyordu. Bir yere sığınmazsa ıslanan ve ağırlaşan kanatlarının kendisini taşıyamayacağını ve bu yüzden yere düşeceğini, paramparça olacağını da. Açlık ise kaleyi içten ele geçiren acımasız işbirlikçiydi. Öleceğini bile bile ihanetten vazgeçmeyen inatçı da kendisi… Doyması yalnızca onun elindeydi. Doyurulduğu zaman kötülük yapmazdı. İstenileni içindekine vermesi için yağmurun durması gerekiyordu. Görünürde ne bir ağaç ne de bir sığınak vardı. Yine de uçtukça uçtu. Yüklendikçe yüklendi kanatlarına. Yüreği ağzındaydı. Yağmur da hızlandıkça hızlanıyordu. Yağmur içini kemiren korkuydu. İçten içe bedeni eriten kezzaptı. Kanatları güçsüz düşsün diye de sürekli damla mermilerini yağdırıyordu. Direniyordu. Gözleriyle de bu arada, sığınabileceği bir yer, dal arıyordu. Yağmurun görmesini engellediğini fark etti. İyi göremiyordu etrafı. Kanatlarının giderek güçsüzleştiğini, içindeki korkunun büyüdüğünü, bedenini ele geçirmek için erlerine süngü taktırdığını biliyordu. Son bir çabayla yüklendi ağırlaşan kanatlarına. Korkunun erlerini geri çektirdi. Bir nefes aldı böylece. Bir yön daha belirleyerek uçmayı sürdürdü. Yağmurun bütün engellerine karşın bir şey görür gibi oldu. Çıplak ve yüksek mi yüksek bir kayaydı gördüğü. Yorgun oluşu, kanatlarının kemiren korku erlerince ele geçirilişi yüzünden kayayı aşması olanaksızdı. Yine de kayayı aşmaya çalıştı. Ne kadar çabaladıysa başarılı olamadı. Yükseldi ama kayanın ancak yarısına kadar havalanabildi her denemesinde. Yoruldu sonunda. Bütün gücünü bir inat uğruna harcamanın peşindekilerin işine yarayacağını anımsadı. Panikledi. Bir an önce sığınabileceği bir yer bulmak için enine boyuna uçtu kayanın önünde. Soluk soluğa. Telaşla. Korkarak… Ve bir yuva görür gibi oldu. Gözlerine inanamadı. Sokuldu iyice gördüğüne… Bir dağkırlangıcının yuvasıydı bu. Düşmesine ramak kala yuvanın üstüne kondu. İvedilikle ağzını açtı yuvanın. Yuvaya girdi. Rahat ve genişti. Sıcaktı da. Derin bir nefes aldı. Soluklandı ve uyudu hemen. Uyandığında ne kadar zaman geçtiğini anlamak için şöyle bir baktı dışarıya, yuvanın girişinden uzanarak. Ortalığın yağmura, fırtınaya ve karanlığa teslim olduğunu gördü geri çekildi. Kanatları kurumuştu. Üşümüyordu. Yorgunluğu da yoktu. Kemiren kordu da… Ama sevinci bölündü kırlangıçların sesleriyle. Küçük girişten baktı tekrar. Dışarısı aydınlıktı. Karanlık, yağmur ve fırtına yoktu. Sanki yaşadıkları hiç olmamış gibiydi. İki üç küçük kırlangıç ile iki yetişkin kırlangıçtı ses çıkaranlar. Yuvanın girişini zorluyorlardı. Onlara seslendi. Bir süre için yuvada kalması gerektiğini söyledi. Peşinde olanlardan ve başka yuva yapabileceklerinden söz etti. Yalvardı yakardı onlara. Kırlangıçların uzaklaştıklarını gördü ve sevinip uzandı. Ama kısa bir süre sonra yuvanın müthiş bir biçimde sallandığını ve korkunç seslerin yuvayı kuşattığını yaşadı. Korkudan ne yapacağını bilemedi. Küçük girişten baktı şöyle bir. Yüzlerce kırlangıç yuvayı kayadan düşürmeye çalışıyordu. Dışarı çıkamadı. Yuva bir anda bir taş parçası gibi yere düşmeye başladı. Yere yaklaştıkça da bir tabuta dönüşüyordu. İçinde kendini gördü, kırlangıçların da birimindekilere dönüştüklerini… ‘Öyle bir korktu ki… ‘Gözlerini açtı iri iri. Aşağıya baktı, bu kez inebileceği bir çıkıntı yoktu görünürde. Kendine yaklaşacaklardan kurtulmak için yapacağı hiçbir şey kalmamıştı. Tutunarak inmeye çalıştı son bir çabayla. Çok sürmedi ve iki kaya arasında sıkıştı kaldı. Geniş karnı büyük bir yara aldı. Canı yandı. Önünde derin bir kuyu duruyordu. Zor bela kurtulabildi sıkıştığı yerden. Sesler yaklaşmaya başladı. Yaklaşanların sesleri ve öfkeleri ateşten ipler gibi kuşatıyordu onu. Kuyuya dikti gözlerini, kulaklarını da peşindekilerin seslerine. Bukalemunlaştı birdenbire. Kuyuya sokuldu. Hiç düşünmeden kuyuya sarktı, bıraktı kendini… Son an’a dek duydu küçük sözcüğü yerleşim birimine taşıyanların ve kuyuyu taşlarla dolduranların seslerini. ‘Ve kemiren korku ateşten bir kefen gibi sardı tenini… Ve kuyuyu taşlarla dolduranların seslerini. ‘Ve kemiren korku ateşten bir kefen gibi sardı tenini… Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR