Son Dakika



Uzmanlık alanı dil ve edebiyat olan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen, İstanbul’da verdiği bir konferansta, “Nasıl muhafazakâr kesimin bir demokrasi anlayışı varsa, ‘muhafazakâr estetik ve sanatın’ normlarını (kural) ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz…” demiş.

Sayın İsen’in bu sözlerle ne demek istediğini anlamak pek kolay değil ya da ben anlamakta zorluk çekiyorum. Üstelik tümce yapısal olarak kusurlu gibi geldi bana, ama bu durum, sanırım tümcenin bağlamından koparılmış olması nedeniyle böyledir.

Neyse, benim derdim İsen’i eleştirmek değil. Ama bu vesile ile genel bir anlayışa, yersiz bir kanıya dikkat çekmek istiyorum; aklımın erdiği kadarıyla…

Evet, benim bilgi ve anlayışıma göre, ‘muhafazakâr kesimin bir demokrasi anlayışı’ olur belki, ama bunun kurallarını kültüre, sanata ve estetiğe uygulayamayız, uygulanamaz. Önce şu nedenle: Kültürün, insanlığın yarattığı, ortaya koyduğu maddi ve manevi tüm değerler olduğu düşünüldüğünde, onu olduğu gibi korumak (muhafaza etmek) demek, yeryüzünde hiçbir alanda ve anlamda ilerleme diye bir şeyi kabul etmemek anlamına gelir.

Bu olanaklı olmadığı gibi, birer kültür ögesi olan sanat ile estetik de doğası gereği hep ileriye yöneliktir. Yani bu iki olgu en azından kendi içinde devrimcidir (Kimse korkmasın, sosyalist devrimden söz etmiyorum!..).

Bunun tersi bir durum ise zaten eşyanın doğasına aykırı olur dediğim gibi. Friedric EngelsMaymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü (1876) adlı yapıtında, iki ayak üzerinde yürüme, üst kasların serbestlik kazanması, maymunda yüksek psişik gelişmenin görülmesi vb. emeğin öngereklerinin evrimsel süreçte ortaya çıktığını gösterir.

Emeğin alet yapımının başlamasıyla insana özgü bir hale geldiğini, bunun da konuşma ve düşünmeye yol açtığını söyler.

Burada, insanın maymunun evrimleşmesinin sonucunda oluştuğunu ister kabul eder, ister etmezsiniz. İnsanın Adem ile Havva’dan türediğini de düşünebilirsiniz ama sonuç değişmez. Çünkü her durumda en azından bir evrimleşme (gelişme) söz konusudur. Bu olgu yadsınamayacağına göre, kültürel bir muhafazakârlıktan söz etmek de olanaklı değildir; hatta abesle iştigaldir.

Hadi kişiler muhafazakâr olabilir, böyle bir şeyi savunabilirler diyelim. Ama kültür de, sanat da, estetik de ilericidir, devrimcidir. Bunun tersini savunmak, sanatın verili (gündelik) olanı olduğu gibi terennüm etmeye, günlük yaşamı taklit etmeye indirger ki, bu bir çelişki olur, insanın kendini yadsıması olur.

Örneğin, Mustafa İsen’in bir başka uzmanlık alanı olan Divan şiirinin derinliğine inildiğinde, muhafazakârlar bile orada gündelik yaşamı olduğu gibi bulmakta zorlanırlar, hatta şiirin genel özelliği gereği olarak bu olanaksızdır. Bir başka Divan edebiyatı uzmanı olan Prof. Dr. İskender  Pala, “Divan şiirindeki değerleri bugüne taşıyarak şiir yazsak ne güzel olur” (bir TV konuşması) dese de, bu olanaksızdır.

Çünkü o şiiri ortaya koyan insan ile birlikte o dönemin algıları, duyarlıkları evrimleşmeler, gelişmeler nedeniyle değişmiştir. Ama şiirin yazıldığı çağın olgularını, olaylarını yansıttığı gerçeğini de yadsıyamayız; sanatın öz - biçim ilişkisi buna olanak tanımıyor çünkü.

Bunun sonucu olarak, her şeyden önce sanat yeniyi arama ve estetik olarak da dilin gizil gücünü ortaya çıkarma çabasıdır. O nedenle ne kültürün ne de sanatın muhafazakâr normlarının oluşturulması gibi bir şeyden söz etmek boş kâseye kaşık sallamak olur.

Bu tartışmayı Taha Akyol’un 18 Nisan 2012 tarihli Milliyet gazetesindeki yazısından öğrenip düşüncelerimi böylece yazdıktan sonra, kimler bu konuyla ilgili olarak ne dediler acaba diye “internt”te gezinmeye başladım. Beşir Ayvazoğlu 12 Nisan 2012 tarihli Zaman’da şöyle yazmış:

“Muhafazakâr sanat’ sözünün arkasında bir otoriterlik eğilimi hissedilmiyor değil. Ama Mustafa İsen’in asla böyle bir eğilim taşıdığını sanmıyorum; devletin sanatta icracı değil, destekleyici olması gerektiği görüşünü benimsemiş birinin otoriterliği savunduğu söylenebilir mi? (…) Yine de, Mustafa İsen’in ‘muhafazakâr sanat ve estetik’ sözü problemlidir. Çünkü sanatın değil, sanatkârın muhafazakârlığından söz edilebilir. Birçok konuda muhafazakâr olan bir sanatkâr, sanatta son derece yenilikçi ve yaratıcı olabilir. Koyu bir Katolik olan ve ‘gelenek’ kavramına yepyeni bir yaklaşım getiren T. S. Eliot, modern şiirin kurucularından değil mi? Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Necip Fâzıl, Sezai Karakoç gibi şair ve yazarlar muhafazakâr değil mi? Hepsi de edebiyatımıza yeni ufuklar açmış büyük sanatkârlardır.”      

Ayvazoğlu şöyle sürdürüyor sözlerini:

“Geleneği anlamak, onu yeniden üretmek için de dünyada neler olup bittiğini bilmek şarttır. Aksi takdirde muhafazakârlık yapıyorum diye kendinizi yaşadığınız çağın dışında bir yerde bulursunuz, kimse dönüp yüzünüze bakmaz. Önce neyi, nasıl muhafaza etmek gerektiğini bilecek, dilini çözecek, sembollerine nüfuz edecek, sonra dünyada sanat ve kültür adına neler olduğunu öğrenecek, ikisinden hareketle yeni bir şeyler ortaya koymaya çalışacaksınız. Yani bugün, ‘modern’ ve ‘güncel’ sanat akımlarını yok sayarak bir yere varmak, geleneği yaratıcı bir kaynak haline getirmek pek mümkün görünmüyor.”

Bir muhafazakârın bu sözlerini okuduktan sonra keyfim yerine geldi, aklın yolu birmiş demek ki, diye düşündüm. Demek ki sorunun kökeni bilip ya da bilmemekte, algılayıp ya da algılayamamakta yatıyormuş. Ayrıca sanatta geleneğin yerini ve etkisini de yadsıyamayız. Ama geleneğin birikiminden, önümüzde duran bir örnek olarak, Amerika’yı yeniden keşfetmemek için yararlanabiliriz ancak, bu da değiştirip dönüştürmeden olmaz üstelik.

(Sincan İstasyonu, Haziran 2012, sayı: 58) 

gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM