Son Dakika



Önsözlerden -1 *

(The Daring Young Man on the Flying Trapeze'in İngilizce ikinci baskıya önsöz)

İleride bu kitap ikinci defa basıldığında yeni bir önsöz daha yazıp, birinci baskının önsözünde söylediklerimi izah etmeyi ve birinci ile ikinci baskılar arasında geçen zamanda yaptığım şeylere ilişkin birkaç not katmayı düşünerek şimdilik birinci baskıya bunları yazıyorum.

Kitap üçüncü defa basıldığında, niyetim, birinci ve ikinci baskıların önsözlerinde söylediklerimi özetleyerek üçüncü bir önsöz daha yazmaktır. Kısaca, çıkacak her yeni baskıya ölünceye kadar yeni yeni önsözler yazmayı düşünmekteyim. Öldükten sonra da bu güzel işi çocuklarımın ve torunlarımın devam ettireceğini umarım.

Kitabımdan kaç adet satılabileceği hakkında henüz hiçbir fikrim olmadığı için, bu ilk önsözde size ancak, bu hikâyeleri nasıl yazdığımı anlatabileceğim.

Yıllarca önce, doğduğum, şehrin ortaokulunda öğrenci iken bâzı kimselerin (bâzı garip sebeplerden dolayı) yüzyıllardan beri hikâye sanatında bâzı babaşarılar elde etmiş olduklarını ve hikâye sanatına hükmeden birtakım kurallar bulunduğunu gördüm.

Hemen, Ring Lardner'inkiler de dahil, bütün klâsik kuralları incelemeye giriştim. Sonunda, bu kuralların yanlış olduğunu keşfettim.

Çünkü hiçbiri bana, bir şey vermiyordu, işte yanlışlık da buradaydı. Şunu söyleyebilirim ki, konunun en önemli unsuru bendim, böyle olunca da kendim birtakım yeni kurallar meydana getirdim.

Birinci kuralı 11 yaşımda buldum ve sınıfta, vakitsiz düşünüp konuştuğum için de derhal eve gönderildim.

Defterime: "Başkalarının buldukları kurallara hiç aldırma," diye yazmıştım. "Onlar bu kuralları kendi selâmetleri için bulmuşlardır, böyle kuralların cehenneme kadar yolu var.” O gün çok öfkeliydim.

Birkaç ay sonra, heyecan uyandıran ikinci kuralı keşfettim. Zaten ben her zaman bir heyecan uyandırmışımdır. Kural şu idi: Edgar Allan Poe'yu da, O. Henry'i de unut, hikâyelerini içinden geldiği gibi yaz. Senden önce kim ne yazmışsa hepsini unut.

O zamandan beri dört kural daha buldum ve bu kadarını da yeter saydım. Bazen kurallara hiç aldırış etmeden masamın başına geçer, yazmaya girişirim. Bazen da ayağa kalkar, ayakta yazarım.

Üçüncü kuralım da şu idi: hikâyelerini Zane Grey kadar çabuk yazabilmen için daktilo öğren. Kendime böyle demiştim.

Bu, kurallarımın en başta gelenidir.

Ama şunu söyleyeyim ki, bir sisteme bağlanmayan kurallar, her iyi yazarın da size söyleyeceği gibi, son derece sakattır. "Son derece" kelimelerini cümleden çıkarıp atabilirsiniz, cümle gene de ayni mânaya gelir, bununla beraber mümkün oldukça cümlenin içine bu "son derece" kelimelerini yerleştirmek daima hoş bir şeydir. Başarı kazanmış bütün yazarlar, bir tek kelimenin kendi başına yeter derecede mânayı kavramadığına, bu yüzden de bir kelimenin mânasını diğer birinin yardımı ile belirtmenin çok "daha iyi olduğuna inanırlar. Bâzı yazarlar, masum bir kelimeye dört tane, beş tane başka kelime ile yardım edecek kadar işi ileri götürürler. Neticede merhametten maraz doğar, yani yardım edelim derken, zavallı masum kelimeyi öldürüverirler. Sıfat nedir bilmeyen birtakım cahil yazarlar için, merhamete kurban giden bu kelimenin tekrar diriltilmesi de yıllara ve yıllara bağlı bir iştir.

Her ne ise, size şunu söyleyeyim: bu hikâyeler, bir "composition" metodunun sonuçlandır.

Ben buna Festival, yahut Faşist Kompozisyon Metodu diyorum. İşleyiş tarzı şudur:

Aslında yazar olmıyan bir kimse, gün gelir, yazar olmayı arzular ve 10 yıl içinde yazar olmak arzusunda direnir. 10 yılın sonunda bütün akrabalarını, dostlarını, hattâ kendisini de artık bir yazar olduğuna inandırmıştır. İnandırmıştır ama, henüz ortada yazdığı bir şey yoktur, bundan böyle çocuk sayılacak yaşta da değildir. Tabiatiyle bu durumdan canı sıkılmaktadır. Böyle bir anda ihtiyacı olan tek şey, bir sistem sahibi olmaktır. Bâzı yetkililer 15 tane kadar sistem olduğunu iddia ederlerse de, gerçekte yalnız iki sistem vardır:

1) Ya Anatole France, Alexandre Dumas veya herhangi başka biri gibi yazmaya karar verirsiniz.

2) Ya da bir yazar olduğunuzu tamamıyla unutarak yazı makinenizin başına oturup kelimeleri, kendinizce en iyi bildiğiniz şekilde ve her seferinde birer tane olmak üzere, kâğıda sıralarsınız. İşte böylece üslûp meselesine gelmiş olduk.

Üslûp meselesi, sürüp giden anlaşmazlık konularından biridir. Ama bana sorarsanız, bence üslûp ABC kadar basittir, daha da basit değilse gayet.

Netice itibariyle bir yazar, şu iki üslûptan birini benimseyebilir: ya ölümün kaçınılır bir şey olduğunu gerektiren bir biçimde yazar, ya da kaçınılmaz bir şey olduğunu gerektiren bir biçimde. Bir yazarın kullandığı her üslûp, ölüme karşı alınan bu durumlardan birinin veya ötekinin tesiri altında kalmıştır.

Eğer senin ve canlı olan herkesin gün gelip öleceğine inanarak yazarsan, yeter derecede ciddî bir üslûpla yazman ihtimali vardır. Aksi halde ya şatafat meraklısı, ya da mülayim bir yazar olmaya elverişlisin demektir. Öte yandan, aptal olmamak için, ölüm ne kadar kaçınılmazsa hayatın da o kadar kaçınılmaz olduğuna inanmalısın. Demek istiyorum ki, yeryüzü, insanlar ve canlı olan öteki şeyler de kaçınılmaz şeylerdir, ama hiçbir insan bu yeryüzünde çok uzun zaman kalamaz. Bunu da kendinize dertlerin derdi edinmek zorunda değilsiniz. Şunu bilin ki, fânilikten hoşlandığınız ölçüde neşeli olabilirsiniz. Aslına bakarsanız, fânilik, birtakım, "mizahî'' şeylerin en esaslılarından biridir ve fânilikte her çeşit kahkaha imkânı vardır. Eğer yaşayanların da ölüler kadar iyi insanlar olduklarını hatırlarsanız, onların hareketlerindeki tuhaflığı daha iyi anlayabilirsiniz, ki yaşayanların ölüler kadar iyi insanlar olduklarına inanmadıkça ihtimal bu tuhaflığı hiçbir zaman anlamayı düşünmemişisinizdir.

Bence, bir yazara verilecek en iyi öğüt şudur; diyorum ki:

Derin derin nefes almayı, yediğin şeylerin tam tadına varmayı, uyuduğun zaman da tam uyumayı öğrenmeye çalış. Bütün gücünle, mümkün olduğu kadar canlı olmaya çalış; güldüğün zaman katıla katıla gül, kızdığın zaman adamakıllı kız. Canlı olmaya çalış. Nasıl olsa, çok geçmeden ölmüş olacaksın.

(William Saroyan, Cesur Delikanlı, çev. Suat Taşer, Yeditepe yayınları,  Ekim 1952)

* Önsözleri okumayan var mıdır? O kısacık yazılarda ne kadar çok şey gizlidir. Özet, satır arasına sıkıştırılmış denemeyecek estetik, sanatsal, ideolojik anlayışlar, yoğun bir biçimde çıkar karşımıza. Bu büyülü, kısa yazılar, (belki de uzun, belki de sadece benim için “büyülü”) yazıların gizlediği ne kadar çok şey vardır.

İşte bu bölüm bu gizlerin peşine düşmek için hazırlandı ve bu gizlerin peşine hepimiz birlikte düşmemizi sağlaması için gerçekedebiyat.com sayfalarında yer alacak.

Çarpıcı bulduğumuz, sahafta kalmış, unutulmuş, yaprakları sararmış kitapların önsözlerinin peşine düşeceğiz.

Kısacası, önsözler kitapların kilitleridir. Biz de elimizde anahtar bu kilitleri açmaya çalışacağız… 

Nihat Ateş

gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM