Platon’un kamerası / Mustafa Pala
Ne zaman sinema-felsefe ilişkisi söz konusu olsa, Platon'un sinemadan habersiz ve doğal olarak ilgisiz bir biçimde, yukarıda belirttiğimiz amaçla kurguladığı "Mağara Alegorisi" akla geliyor ve bu alegori, sinema sanatıyla çeşitli biçimlerde ilişkilendiriliyor.
İnsanın evrensel
ve temel sorularını anlamaya, sorgulamaya ve cevaplamaya çalışan mantık, analiz ve eleştiri yoluyla bilgiyi araştıran; ama en
önemlisi kavramlar yaratarak onlarla düşünen felsefe ile
kendisinden önceki altı sanatın olanaklarını organize ederek
kurgusal yaşantılar yoluyla insanların duygusal, estetik
deneyimlerini zenginleştiren ve daha önemlisi imgelerle çalışan
sinemayı bir ve aynı kılmak doğru bir eşleştirme gibi
görünmemektedir. "Şimdi" dedim, "bilgi
ve bilgisizlik bakımından insan doğasını şöyle düşün: Bir
çeşit yeraltı mağarasında çocukluklarından beri ayaklarından
ve boyunlarından zincirlenmiş insanlar yaşıyor. Mağaranın
girişinden kendi önlerinden başka bir yöne bakamayan bu
insanların sırtına, yüksek bir yerde yanan ateşin ışığı
vuruyor. Mağaranın önünden, giriş tarafında pek yüksek olmayan
bir duvar bulunan bir yol geçiyor."
"Düşünebiliyorum bunları."
dedi.
"Şimdi de bu duvarın arkasında
her çeşit maddeden yapılmış, türlü türlü insan ve hayvan
heykelleri taşıyan insanları düşün; kimi susarak kimi konuşarak
geçiyorlar bu yoldan. Duvarın üstünden sadece taşıdıkları
heykeller görünüyor." "Doğrusu, sahne de mahkûmlar da
bir tuhaf!" dedi. "Bize benziyorlar." dedim. Sokrates; mahkûmların ateşin
ışığıyla mağara duvarına yansıyan heykellerin gölgelerinden
başka bir şey görmediklerini, arkalarından geçen insanların
seslerini de bu gölgelerin sesi sandıklarını söyledikten sonra
ekler:
"O zaman," dedim, "bu
adamlar, gelip geçenlerin taşıdıkları eşyaların gölgelerini
gerçek bilirler." "Elbette" dedi. Düşünce deneyleri bir sorunu
anlamak, bir konsepti keşfetmek veya bir kuramı test etmek amacıyla
geliştirilen düşünsel süreçlerdir. Felsefe tarihinin çok
bilinen, ilk düşünce deneylerinden biri Platon'un "Mağara
Alegorisi"dir. Alagori, bir durumun daha iyi kavranması için o
durumu göz önünde canlandırabilecek örneklerle temsil etmektir.
Yukarıdaki düşünce deneyini, Platon'un 10 kitaplık Devlet'inin
7'ncisinden, Hüseyin Demirhan (Hürriyet Yay. 1973) çevirisi ile
Sabahattin Eyüboğlu ve M. Ali Cimcoz'un (T. İş Bankası Kültür
Yay. 2018) çevirilerini karşılaştırarak özetledim.
Mağara Alegorisi'nin Sokratik
diyaloğunda soran ve anlatan "ben", bilindiği gibi
Platon'un hocası Sokrates; dinleyen ve yanıtlayan "o" ise
Platon'un kardeşi Glaukon'dur. Mağarada yaşayan insanların,
dışarıdaki gerçeklikten habersiz oldukları bir durumu betimleyen
bu düşünce deneyinin amacı, Platon'un "idealar kuramını"
ve "gerçeklik algısını" açıklamaktır.
Epistemoloji (bilgi felsefesi) ve
ontoloji (varlık felsefesi) kuramlarını da destekleyen bu deneyde
mağara dünyayı, mahkûmlar dünyadaki insanları, mağaranın
duvarına yansıyan gölgeler dünyadaki gerçek varlıkları, yolda
taşınan heykeller ise o varlıkların ideal formları temsil
etmektedirler. Platon'a göre nasıl ki mahkûmların bilgileri,
gerçeklik algıları mağara ve duvarında gördükleri gölgelerle
sınırlıdır; insanlarınki de dünya ve dünyadaki varlıklarla
sınırlıdır. Yani insanlar, mağara mahkûmlarının dünyayı ve
dünyadaki varlıkları bilmeden yaşaması gibi, asıl gerçeklik
olan idealar dünyasından habersiz yaşamaktadırlar. Ne zaman sinema-felsefe ilişkisi söz
konusu olsa, Platon'un sinemadan habersiz ve doğal olarak ilgisiz
bir biçimde, yukarıda belirttiğimiz amaçla kurguladığı "Mağara
Alegorisi" akla geliyor ve bu alegori, sinema sanatıyla çeşitli
biçimlerde ilişkilendiriliyor. Seyir etkinliği bağlamında
bakarsak, ilişkilendirmenin kolayca çözüldüğünü görebiliriz;
çünkü mağaradaki mahkûmlar, film izlemiyor, yanılsamalı bir
"gerçeği" yaşıyorlar; sinema seyircisi ise izlediği
filmin nesnel bir gerçekliğin kendisi olmadığının farkında. Bu
nedenle mağaradaki mahkûm, gölgelerde üst anlamlar aramıyor,
sorgulamıyor; ama salondaki seyirci izlediği filmin hikâye ve
imajlarını, deneyimler yoluyla önceden edindiği bilgileriyle
karşılaştırma içinde anlamlandırmaya yöneliyor. Mağara ve sinemanın bu ayrımlarına
karşılık, yine de bu iki “seyir” arasında kimi yönlerden
ilişkilendirme yapmak olası görünüyor: Birinci olarak sinema,
izleyicilere sunulan görsel ve işitsel semboller aracılığıyla
gerçeklik algısını etkileyebiliyor. Bir filmdeki karakterler ve
olaylar, izleyicilerin algıladığı dünyanın sınırlarını
belirleyebiliyor. "Mağara Alegorisi" bu bağlamda, sinema
deneyimlerinin sınırlılıklarını ve gerçekliğin farklı
algılanma biçimlerini sorgulamak için bir çerçeve sunuyor. İkinci olarak sinema, izleyiciye
sadece görsel bir şölen yaşatmakla kalmıyor, aynı zamanda
filmlerin anlattığı hikâyeler yoluyla onların felsefi temaları
keşfetmelerine olanak tanıyor. Bir film senaryosundaki temsillerle
tıpkı "Mağara Alegorisi"nin temsilleri gibi, izleyiciye
sunulan dünya ve gerçeklik hakkında derinlemesine düşünmeyi
teşvik edebiliyor. Örneğin hikâyesi, hayatın şeytani bir siber
istihbaratın ayrıntılı bir aldatmacası olduğu tasavvuruna
dayanan, Lana ve Lilly Wachowski'nin "The Matrix" (1999)
adlı filmi, gerçeklik ve gerçekliğin algılanması konusunda
mağara ve mahkûmları çağrıştırabiliyor. Üçüncü olarak sinematik teknikler,
izleyicilerin filmde gördükleriyle ilişkilendirilen duygusal ve
zihinsel tepkilerini etkileyebiliyor. Işık kullanımı, kamera
açıları, renk paleti gibi görsel ve konuşma, müzik, ses
efektleri gibi işitsel unsurlar, birçok sinema yazarına göre,
mağara duvarındaki gölgelere ve heykelleri taşıyan insanların
seslerine benzer biçimde izleyicinin görsel, işitsel algısını,
dolayısıyla şeyler hakkındaki yorumunu manipüle edebiliyor.
Dolayısıyla seyircinin gerçeklik algısının inşasını ve
yıkımını araştırmak için bir zemin oluşturabiliyor.
Bütün bunlar, felsefenin sadece
sinema sanatıyla sınırlı bir ilişkisi olduğunu göstermiyor
tabii. Basit veya karmaşık bir hikâyesi olan sanatın tüm
türleriyle, somut veya soyut her temsille... giderek yaşama ve
doğaya ait her türden olguyla bir düşünce disiplini olan felsefe
arasında belli bir ilişki bulmak ve kurmak olanaklı hale
gelebiliyor. Örneğin Aşık Veysel'in "Uzun ince bir yoldayım
/ Gidiyorum gündüz gece" veya “Düşünülürse derince /
Uzak gözükür görünce” dizelerini, felsefi düşünüş
biçiminden uzak insanların anlamlı bulması, o dizeleri felsefi
içeriğinden uzaklaştırmıyor. Çünkü felsefe, en azından
Sokrates’ten beri, insanın temel sorularını anlamaya,
sorgulamaya, yanıtlamaya çalışan bir disiplin olarak
şekilleniyor. İnsanın doğasını anlamayı, varoluşsal
sorunlarını belirlemeyi; gerçeklik, bilgi, ahlak, varlık,
özgürlük, adalet gibi konulara yöneliyor; o konuları mantıksal
ve sistematik düşünme, eleştirel analiz yoluyla ele alarak
doğayı, insanı ve insanın türlü deneyimlerini anlamak için
geniş bir alanda derin sorularla çalışıyor. Öte yandan çeşitli alanlar arasında
var olan ayrımları ortadan kaldırıp sınırlarını silme
eğiliminin, önceki yüzyılın son çeyreğinden beri
postmodernizmin modernizmin bilim merkezli, belirlenimci ve
ilerlemeci paradigmasına paralel bir tepkiyle ivmelendiği de bir
gerçek. Bu eğilim içinde son zamanlarda öne çıkan “sınır
silme operasyonunun” felsefe ile sinema sanatı için de
yapıldığına tanık oluyoruz. Filmin hikâyesinde yer alan gerilim
ve çatışma yaratan olguların temsilleri ya da hareket ve zaman
örüntüsüyle yapılandırılan imajlar, bizzat felsefenin
anlamlandırma araçları olarak betimleniyor. Bunu “felsefi
sinema” kavramını yetersiz bularak "sinema ile felsefe
yapmak" biçiminde açıklıyor; sinemanın felsefileşmesinin
ötesine geçip felsefeleşmesini umuyorlar! Oysa bunu yapanlar, sinema üzerine en
çok düşünen ve yazan felsefecilerden Gilles Deleuze’nin Hareket
İmge ve Zaman İmge çalışmalarında sinemanın araçlarıyla
felsefe yapmanın olanaklarına değil, sinema felsefesine
odaklandığını gözden kaçırıyorlar. Bir kere daha "Mağara
Alegorisi"yle felsefe-sinema ilişkisine dönecek olursak, söz
konusu ilişkiye bu kez de Gölge Felsefe (Ayrıntı Yay. 2019) adlı
kitabında Stanley Kubrick’in kült filmi Otomatik Portakal ile
Platon’un Devlet’ini felsefi bir temelde buluşturarak,
görünüş-gerçeklik karşıtlığını, deneyim ve anlamın
doğasını anlamaya çalışan, sinema ve felsefe hocası Nathan
Andersen'i tanık gösterebiliriz. Andersen bu kitabında, filmlerin
"felsefi" olabileceği, bazen söylendiği gibi "felsefe
yapabileceği", hatta sinemacıların bizzat filozof olduğu
tezlerinin, imajların kendi kendilerine düşündükleri biçiminde
anlaşılmasının yanlışlığına dikkat çektikten sonra;
filmlerin, seyircinin düşüncelerini kışkırtabileceğini,
felsefi sorular ortaya koyabileceğini; dolayısıyla film
eleştirisinin felsefe potansiyeline sahip olabileceğini ekliyor
(s.179). Özetle, mantıksal düşünme,
eleştirel analiz ve sistematik argümanlarla çalışan felsefenin;
duygusal ve yaratıcı ifadeyi teşvik eden, duygu, düşünce ve
deneyimleri görsel, işitsel, dokunsal formlarda ifade eden sanatla
ve tabii bu arada sinemayla gereğinden fazla yakınlaştırılmasının
ve hatta giderek aynılaştırılmasının her iki alan için de bir
yararı olmadığı ortadadır. Ama galiba bu yakınlaştırmanın
en büyük engeli; konularını, felsefenin doğası gereği tek
anlamlılığa yaslanıp analitik ve mantıksal tutarlılık
araçlarıyla değerlendirmesi, ikincisininse çoklu anlam
katmanlarına dayanıp duygusal etkileşim ve estetik haz etkisinde
yorumlamasıdır.
İnsanın evrensel ve temel sorularını
anlamaya, sorgulamaya ve cevaplamaya çalışan; mantık, analiz ve
eleştiri yoluyla bilgiyi araştıran; ama en önemlisi kavramlar
yaratarak onlarla düşünen felsefe ile kendisinden önceki altı
sanatın olanaklarını organize ederek kurgusal yaşantılar yoluyla
insanların duygusal ve estetik deneyimlerini zenginleştiren,
sanatların yedincisi olan ve daha önemlisi imgelerle çalışan
sinemayı bir ve aynı kılmak doğru bir eşleştirme gibi
görünmemektedir. Öyle anlaşılıyor ki bu eşleştirme,
modernizmin belirlenimci ve kurucu özelliğine çağdaş dönem
sanatının verdiği avangart tepkiden ve bu tepkinin beslendiği
postmodernist bulanıklıktan güç alıyor. Bilim, sanat ve
felsefenin özerklikleri, kapitalizmin yarattığı kullan at kültürü
yanında bu bulanıklıkla da tehdit ediliyor; sınırları
belirsizleştirilip giderek ortadan kaldırılıyor. Asıl ironik
olanı ise bütün bunları, "özne-nesne" hiyerarşisi
dahil, doğal ve kültürel tüm hiyerarşileri yıkmak adına
yapılıyor olması.
Yani toplumu etnik köken, dil, kültür,
tarih, hatta cinsiyet temelinde atomize eden kapitalizmin
postmodernist düşünüşü, ters bir nedensellikle "eşitliği"
üstyapıda kuruyor! Mustafa PalaMAĞARA ve SİNEMA SALONU
MAHKÛMLAR ve SEYİRCİLER
FELSEFE-SİNEMA EŞİT(SİZ)LİĞİ
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR