Neoliberalizmin can çekişmesi mi? Uygarlığın sonu mu? / Boris Kagarlitsky
Çağdaş Rus düşünür Boris Kagarlitsky'nin yıllar önce yazdığı bu yazı bugüne geçmişten ışık tutması açısından ilginç göndermeler ve saptamalar içeriyor.
Neoliberalizmin uğradığı bozgun artık bir tartışma mevzusu değil. Neo-liberalizmin zaferi asla gerçekleşmedi; bir iktisadi model olarak serbest piyasa hepimizin gözleri önünde zayıflıyor, çözülüyor ve Doğu Avrupa ülkelerinde liberal söylemi oluşturan sözler ve açıklamalar ahlaksızlığın, saldırganlığın gücü olarak var oluyorlar. Alternatifler için uygun zaman geldi gibi görünüyor. Ancak, bu alternatifler nerede? Amerikalı filozof Francis Fukuyama, neoliberalizmin zaferi ile tarihin sonuna gelindiğini bildirdiğinde, insanlar ilkin bunu tartıştılar sonra ona güldüler ve nihayetinde söylediklerini unutup gittiler. Fakat, bu bir hataydı. Fukuyama tarihin sonu tezini, hiç bir anlamda kapitalizmi iktisadi ve toplumsal alandaki başarılarıyla temellendirmedi. Sanıldığının aksine, muzaffer ideolojiyi tek bir ölçütle değerlendirdi: dünyayı yöneten sınıfın, kendisinin karşısına dikilebilecek herhangi türden kurucu bir alternatifi yok etme, boğma, çürütme veya etkisiz kılma yetisi . Eğer kapitalizmin alternatifleri yoksa, kapitalizm iyi veya kötü olsun, her şey eskisi gibi kalacaktır. Bu anlamda, tarihin sonuna 1989'da olduğumuzdan daha yakınız. Neo-liberalizmin iktisadi işlemezliği, ideolojik hegemonyasının otomatik olarak yıkılışına yol açmadı ve açmayacaktır. Günümüz kapitalizminin elitleri sistemin objektif çelişkilerini ve büyüyen sorunlarını çözemiyorlar. Çözmek istemiyorlar. Fakat bu sorunları çözmeye niyetli her girişimi etkisiz hale getirmeyi becerebiliyorlar. Açıkça miadını doldurmuş olduğu görülen ve giderek absürtleşen sosyal yapılar teknolojik gelişmeye ket vurmuyor. Bu gelişme sürüyor. Şu farkla ki artık insanların yaşantılarında yarattığı ilerleme durmuştur. Gerçekte, teknolojik gelişme giderek olumsuz bir etken oluyor. Teknolojik devrimin helezonik yükselişindeki her aşama daha fazla çelişkinin ve eşitsizliğin birikmesi demek. İlişkiler daha kafa karıştırıcı olmaya, bu egemenliğin yapıları ve sistemleri giderek daha da karmaşıklaşmaya ve süreçler daha zor kestirilebilir hale gelmeye başlıyor. 1960'ların "baskıcı tolerans" dönemi yerini baskıcı ya da zora dayalı hegemonya dönemine bırakıyor. Resmi ideolojiler kimseyi ikna edemiyor. Fakat bu durum alternatif ideolojilerin propagandasına izin vermeyen iktidarları çok da zorlamıyor. Ya da alternatif ideolojiler bölük pörçük biçimde dolaşıma girebildiğinden, gerçek birer alternatif olmadıkları gösterilmiş oluyor. Elitlerin tekelinde bulunan kitle iletişim araçlarının hakimiyetini teorik olarak kırma potansiyeline sahip olduğu düşünülen yeni enformasyon teknolojileri, aslında aynı elitist karakteri taşıyor. Bilgisayarın "kitlesel" yaygınlaşması bile, onları Rio de Janerio'nun gecekondu sakinleri ya da Orta Sibirya'daki Prokopyevsk madencileri için ulaşılabilir kılmıyor. Kısaca yeni teknolojiler insanları yalnızca birleştirmiyor aynı zamanda bölünmelerini de sağlıyor. Lenin'i izlersek, apaçık bir krize rağmen, tepedekilerin değişmeyi istemediği ve alttakilerin de bunu başaramayacağı söylenebilir. Devrimci bir perspektiften yoksunluğu reformizmin derin bir bunalıma girmesine yol açıyor. Sol güçler hiç bir yerde bu yeni duruma hazırlanmış değil. Dahası sol derin bir moral bunalımın içinde bulunuyor. 1989 olaylarım takiben, kaçınılmaz olarak değerlerin yeniden gözden geçirilmesi yerine, büyük bir ideolojik boşlukla, geri çekilişle karşı karşıyayız. İşçi hareketinin yarattığı geleneğin ve değerleri günümüz dünyasının koşullarına nasıl tercüme edilebileceği üzerine yapılması gereken ciddi tartışmaların yerini, bu değerlerin yerine ne koymalı türünden abartılı/ajite gevezelikler almış bulunuyor. Solun geleneksel programı yalnızca gerçek bir alternatif değil fakat açıkça tek alternatiftir. Sistem şimdi öyle bir açıda duruyor ki, onunla girişilebilecek tek ilişki biçimi yarattığı çekilişlerin Gordion düğümünü kesip atmaktır. Kısmi reformlar ve küçük gelişmeler ancak tüm toplum ve ekonominin yapısında meydana gelebilecek radikal sıçramalar sonucu mümkün olabilir. Özel sermayenin ciddi bir millileştirilmesi olmaksızın ("mülklülerin mülksüzleştirilmesi") "serbest piyasa"nın üstesinden gelinmeksizin, sağlık sisteminde asgari bir reform ya da sosyal güvenliği geliştirme yönünde bir adım atmak mümkün görünmüyor. Sol partilerin çoğunluğu, ne yazık ki kendi geleneklerinden korktukları kadar hiç bir şeyden korkmuyorlar. Millileştirmenin günümüzde ne anlama geldiğini tartışmak yerine zamanlarını yönetici elitlere hiç bir şekilde millileştirme gerçekleştirmeyeceklerini kanıtlamaya çalışarak harcıyorlar. Bu arada, yöneten sınıflar verilen bu sözlere tam güven duymadıklarından bu tür solcular siyasal zayıflıklarım bütünüyle kanıtlamadıkça gerçek anlamda güce ulaşmalarına, onu kazanmalarına izin vermiyorlar. Alternatiflerin eksikliği, temsili demokrasinin tüm biçimlerinin erozyona uğramasına yol açıyor. Fakat bu durumda demokrasinin bunalımı 1920'lerde Avrupa'da ve 1970'lerde Amerika'da gerçekleşenden farklı olarak, demokratik kurumların hızla çöküşüne yol açmıyor. Bunun yerine demokratik kurumlar yavaşça dejenere olup, çökmeye yüz tutuyor. Bu kurumların yalnızca iktisadi karar alma süreçleri ile değil politik sürecin kendisi ile de üstünden atlanıyor/işlevsiz kılınıyor. Faşizmin Avrupa'da yeniden sahneye çıkması krizin önemli bir belirtisi. Fakat burada sorun yalnızca aşırı sağ örgütlenmelerin artışı değil. Siyasal örgütlenmeler giderek artan biçimde otoriteryan bir popülizme bulaşık halde varolmayı başladılar. Ve bu durum ancak temsili demokrasinin kurumlarına olan güvenin altının oyulduğu koşullarda doğal hale gelir. Alternatifi olmayan bir kriz kaçınılması imkansız şokların bir belirtisidir. Bu anlamda Ruanda'daki felaket insanlığa bir uyarı sağlıyor. Batı, periferisindeki açlık, kan ve ekonomik yıkımından etkilenmeyeceği umuduyla kendini güvenlikte hissetmemelidir. Antik uygarlıkların yıkılışı da periferinin çöküşüyle başlamıştı. Bu bakımdan geçmişin bize öğrettiği acı tecrübeler vardır. "Tarihin Sonu" çok fazla Hegel okumuş birinin aptalca bir şakası değil gerçek bir olasılıktır. Tabii ki bizi ilgilendiren şey içinde yaşadığımız dönem ve toplum. İnsanlık biyolojik tür olarak varlığını bir dizi medeniyetin yıkılışına karşı sürdürüyor. Günümüzün "global" burjuva uygarlığı yıkılsa bile insanlık varolmaya devam edecek. Yine de çeşitli toplumların sıklıkla gösterdikleri üzere çözüm için, örgütlü olduklarında verebilecekleri hasardan kaçınmayacak siyasal güçlere, geleneksel kurumlara ve genellikle önemsenen elitlere rağmen, iyimser olmamızı sağlayacak bir temel var. Böyle bir durumda çelişkilerin kendiliğinden aşağıdan çözülüşü bütün bu kurumların ve elitlerin çöküşüyle beraber olacaktır. Bu durum, bu şokların 1914-1945 arasındaki talihsiz dönemden daha etkisiz olmayacağına işarettir. Yirmi yıl öncesine kadar en sıkı kötümser bile böylesine 'iyimser' bir senaryo hayal edemezdi. Ancak bu senaryo neoliberal reformların küresel-tarihsel başarısını tam olarak temsil ediyor. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için toplumsal devrimler geleceğe umut olarak kalan tek şey gibi görünüyor. (Çeviri: Kaya Akyıldız) Boris Kagarlitsky
(Mürekkep, No: 7, 1997 Ankara)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR