Mine Kırıkkanat'ın İstanbul depremi romanı: Bir Gün, Gece
Mine Kırıkkanat'ın İstanbul depremi romanı: Bir Gün, Gece Marmara denizinde
meydana gelen deprem hepimizin yüreğini ağzına getirdi: Ya
beklenen İstanbul depremi yoldaysa. Sinan toplantıda
Türkiye'ye yapılacak yardımların konuşulmasını beklerken
yüreği yanarak durumdan vazife çıkarılacağını anlar: “'Evet” dedi
boğuk bir sesle. 'İstanbul ve İzmit, ülkenin sa. nayi ve ticaret
merkezi, ekonomisinin şahdamarıydı. Çok uzun bir süre
toparlanamaz Türkiye.' 'Kurtlar sofrası'
diye bağırdı içinden Sinan. 'Kurtlar sofrası bile değil,
çakalların leş sofrası. Leş parası için dövüşecekler...”
(s. 33-34) AB'nin planı
Türkiye'yi ABD'ye bırakmamaktır. Bunun için gizli istihbarat
çalışması, sabotaj yani şiddet eylemleri de mübahtır. “... bu felaketin
sonuçları tüm dengeleri altünt edecek. Dolayısıyla ABD'nin de
pozlisyonunu yeniden gözden geçirmesi gerek, Gecikmediler zaten! Bu
gece, ilk 'elçileri”' taşıyan bir uçak havalandı
Washington'dan, İnsani yardımdan söz etmiyoruz tabii, Mr. Laforge,
açıkçası, Amerikalılar Türkıye'de önemli gördükleri doğal
kaynak ve tesislere kurtarıcı olarak el koymaya çalışacaklar.
Artık doğrudan yatırım ve içişlerine müdahaleden kaçamazlar.
Bölge çok önemli ve Türkiye petrol yolu üstünde, kargaşaya
izin veremez, kurdukları ekonomık ve hatta siyasal hâkimiyeti feda
edemezler. AB de edemez. Türkiye'yi tümüyle ABD'nin iradesine,
yani yerleşik yatırımlarını ve Doğu kapısını Amerikalıların
eline bırakamaz Avrupa.' (... “Sinan acı acı
güldü: 'Sevr'de yarım
kalan bir hesabın defterini iki deprem dürecek anlaşılan.” Sinan AB
istihabarat elemanları ve Türk istihbaratçılarla bir helikopterle
Mad Mac (Deli Mac) ülkesi haline gelmiş İstanbul'a deprem
bölgesine operasyon için gelirler.
İstanbul'da Türk
ordusu hükümete el koymuş sıkıyonetim ilan etmiştir. Zenginler
kendilerini korumak için tek başlarına kalmıştır, üstelik
sitede para verdikleri hizmetçilerine karşı. Her yer talan cinayet
ve kötülük kokmaktadır. “Sanayinin yüzde
yetmişi İstanbul, İzmit yani Marmara bölgesindeydi. Türkiye bu
yıkımın altında kalır. Zaten kuşaklar boyu borcu var. Satılmak
koşuluyla kurtarırlar ancak. Seni de böyle bir kumpas dahilinde
gönderiyorlar zaten...' Sinan acı acı
güldü: 'Koskoca devletlere karşı ne yapılır ki Daryal? Don
Kişot muyuz biz? Deli bile değiliz. Keşke olsaydık! Oysa...” Daryal küçük bir
kum tanesinin koskoca çarkları bile durdurduğunu hatırlatarak
Sinan'a karşı gelir Türkiye'ye gidip mücadeleyi önermekterir. Gerçekten de
Türkiye'de Türkler de boş durmamaktadır. İçine düştükleri
felaketin boyutlarını bilmekte emperyalist çakalların ülkeyi
yardım bahanesiyle işgal edeceklerini bilmekte önlem
almaktadırlar. Paris'te
Güneydoğu'da isyan başlatıp ABD'lilerle işbirliğiyle devlet
başkanı olmayı tasarlayan o Kürt siyasi önderi de öldürttüğü
anlaşılan istihbaratçı 1. Ordu Komutanı Sermet Paşa'nı planı
basitti:
“Madem Uluslar
arası bir işgal kaçınılmazdı, güç dengesini bölüştürmek
ve aşırı hakimiyeti kemirmek, bir gün ülkenin yeniden ayağa
kalkmasını, egemenlik kavgasını kolaylaştırabilirdi.” (s.
125) İlk iş de Sabiha
Gökçen Havalimanı'nı ana üs belirleyen ABD'lilerin bu üssüne
sabotaj düzenlemek olacaktı. Mine Kırıkkanat
Metal Fırtına romanını aratmayan sahnelerle (belirtelim Metal
Fırtına Bir Gün, Gece'den 3 yıl sonra yazıldı) ilerleyen
sayfalarda James Bond sahnelerine geçiyor. ABD üssü havaya
uçtuktan sonra iten roman aslında bitmiyor. Kırıkkanat
konusuyla, kahramanlarıyla bu çok ilginç soluk kesen romanın
sonunda 'Bu romanın sonunu siz yazacaksınız ya da
başlatmayacaksınız” (s. 206) uyarısını düşüyor.
Umarız İstanbul'da
bu denli şiddetli bir deprem olmaz, Şener Üşümezsoy hocamıza
göre şimdilik uzun süre böyle bir tehlike yok, belki bir deprem
daha olacak Kumburgaz taraflarında ama o da 7 şiddetini bulmayacak. Roman okurda bir çok
soru yaratıyor. Zaten çağdaş bir romanın görevi okuru rahatsız
etmek, kışkırtmak soru sordurmak değil midir? Mine Kırıkkanat'ın
bu romanı hem anlatımındaki çeviklik hem insan zihnini
kışkırıtıcılıkta son zamanlarda yazılmış en iyi
romanlardan. Türk halkının,
Türkiye'nin geleceği üzerine sevgiyle kaygıyla kalem oynatmak her
romanı güzelleştirir zaten. Türk halkına
düşman, kafasında Türk insanını, Ermeniyi Kürdü kesmiş bir
'öteki!' haline getirmiş insancıkların romanlarının niçin
kabız romanlar türünde olduğu buradan belli. MİNE KIRIKKANAT'IN
ÖZEL SEVGİSİ Yazar Mine
Kırıkkanat yalnızca Türkiye sevgisiyle değil özel bir sevgiyle
de öne çıkan yazarlarımızdan. O özel sevgisi İstanbul
sevgisidir. Kırıkkanat romanlarında İstanbul'u kişisel çıkarına
/ ticarete tahvil etmiyor, onun dünyadaki değerini biliyor,
gerçekten seviyor. Bu öyle bir sevgidir ki İstanbul'un ve
Hıristiyanlığın kurucusu gerçek Papa Konstantin'e saygıya kadar
uzanıyor. Bir Hıristıyan Masalı kitabı bu sevgiyle yazılmış
müthiş ve o derece önemli bir kitaptır. Her Türk'ün okuması
gerektiği gibi Müslüman kardeşlerimizin de okuması gerekir.
Kitap Vatikan'a karşı İstanbul savunusudur, Hıristiyanlığın
gerçek başkentinin İstanbul olduğunu, İstanbul'a sahip çıkmamız
gerektiğini bağırır. Peki Türkiye
Cumhuriyeti İstanbul'a Batı'ya karadan bağlı bu coğrafyaya
sevgiyi bırakalım stratejik olarak nasıl bakıyor? Nüfus yığarak!
Evet koca Türkiye Cumhuriyeti Batı'nın bir olası istilasına
karşı ancak Trakya sınırlarını zorlayacak denli nüfus yığarak
hatta kanal final açarak İstanbul'u korumaya çalışıyor iyi
mi? Ama Atatürk'ün de
İstanbul'a 8 yıl uğramayacak kadar küs olduğu, hatta boğazdan
İstanbul halkının sahile koşup bize de uğra Paşam diye
yalvarmasına karşın da tarihsel bir gerçektir.
Mine Kırıkkanat'ın
Bir Gün, Gece romanını okuduktan beri gerçekten bu romanı nasıl
tamamlayacağımı düşünüyorum. Ama belki de hiç
başlamayacaktım; görünen o ki daha zaman var!
Özellikle artçı
depremlerin hayli okkalı şiddette iki gün iki gece devam etmesi
okuyanlara hemen Mine G. Kırıkkanat'ın olası İstanbul depremi
üzerine yazdığı ve belki de tek değerli roman Bir Gün Gece'yi
akla getirdi.
Yıkıcı Gölcük depreminden dört yıl sonra
yayımlanan roman gösteriyor ki sanılanın aksine depremde
yazarların da yapacağı görevler var. Sanılanın aksine diyorum
çünkü depremlerde biz yazarların çoğu kendini fena halde pasif
sanıyor.
Oysa yazarlar birer sanatçıdır ve sanatçı
ışığı ilk görendir. Felaketler öncesi ve sonrası
yapabilecekleri çok önemli ve biricik işleri vardır: Yazmak!
Toplumu felaketler karşısında uyarmak eğitmek
yönlendirmek bilinçlendirmek ancak ve ancak -ve elbette ki- yazar
olmayı, yazmayı toplumsal bir sorumluluk olarak gören yazarlarca
olasıdır.
Deprem öncesi ve sonrası birtakım jeologlar,
jeofizikçiler, madrabaz yerel yöneticiler matematiksel olasılıkları
tartışadursunlar, deprem karşısında savunmasız geniş halk
kesimlerine ilgi, asıl, yazarların görevidir.
Mine
Kırıkkanat'ın 1999 Gölcük Depreminden (İzmit Depremi, Marmara
Depremi veya 17 Ağustos 1999 depremi de deniyor) sonra yazdığı
roman bu görev bilinciyle yazılmıştır. 7.4 şiddetindeki bu
deprem normal bir ülkede çok az hasarla atlatılabilecekken bizde
(Çoğu “lüks”) 285 211 evi yıkmış 18 373 kişiyi öte
dünyaya göçertmişti.
Kırıkkanat romanına,
'Çocuklarımız için bir gün, gece olmasın diye hayal ettiğim bu
uyarıcı romanı, torunum Lucas Can'a adıyorum' diye 'ithaf' ediyor
zaten.
Daha bu notlardan anlaşılacağı gibi roman Türkleri
bu büyük felaket karşısında uyanmak için yazılmış bir
romandır.
BİR GÜN, GECE
Yazarın ünlü Sinek
Sarayı romanının kahramanları Avrupa'da toplanmışken bu kez
deprem sonrası İstanbul'unda iş başındadırlar.
Romanın
ilk sayfalarında müthiş anlatımla Paris’te bir otel odasında
PKK önderi Kürt kökenli bir vatandaşımızın menşei bilinmeyen
bir servis elemanınca öldürülüşü anlatılıyor. Roman bu olay
üzerine gelişecek sanırken asal bir olay sürpriz biçimde romanın
başına gelip oturuyor: Büyük İstanbul depremi olmuştur, hatta
peşinden Sakarya’ya doğru ikinci deprem de olmuştur ve Türkiye
bir mezarlıkmış gibi sessizliğe bürünmüştür. Televizyonlarda
Türk haber kanalları yayın yapamamakta telefonlar çalışmamakta
Avrupa’da bilgiler Yunan haber kanallarından izlenmektedir:
"Spikerin ne söylediği müşterilerin gürültüsünden
duyulmuyordu. Fırladı gitti televizyonun başına ve aynı anda,
‘Biraz sesini açar mısınız?' diye bağırdı barmene. Nasıl
bir çığlık attıysa, kahvede bir sessizlik oldu. Televizyonun
sesi yükseldi ansızın: 'Habercilerin henüz varamadığı felaket
bölgesinden, ayrıntılı bilgi alınamıyor. Uydu fotoğraflarından,
İstanbul'un Avrupa ve Asya yakalarını birbirine bağlayan
köprülerden biri yıkılmış ve kentin bir bölümü sular altında
görülüyor. Can kaybının çok yüksek olduğu tahmin ediliyor.
Tüm dünyadan yardım ekipleri bölgeye hareket ediyor. Ancak
İstanbul'a ulaşmak kolay olmayacak. Felaket bölgesinin gerek
başkent Ankara gerekse tüm dünya ile haberleşmesi kesilmiş
durumda. Uydulardan izlenebildiği kadarıyla kentin en önemli
havalimanı, sular altında kalan bölgede bulunuyor. Atina
rasathanesinin ilk yaptığı açıklama, depremin Richter ölçeğinde
8.2 şiddetinde olduğu yolunda. Oysa Strasbourg rasathanesi, kendi
kayıtlarına göre en büyük sarsıntıyı 7.8 ölçüsünde
yorumluyor. Bölge çevresinde yıkıcı artçı şoklar bekleniyor.
Yunanistan korku içinde; kısmi zarar gören Selanik başta olmak
üzere, aynı fay hattının etki bölgesindeki Yunan kentleri
boşaltılmaya başlandı.'
“Feride, yüreğini kıskaç
gibi buran acıya karşın, 'Biz yıkıldık, bunlar Yunanistan'ın
korkusunu haber yapıyor.' diye düşünmeden edemedi. Garsonun
sesiyle irkildi...” (Bir Gün, Gece, s. 23)
Annesi Türk
babası Fransız Sinan, Brüksel'de Avrupa Birliği Dış İlişkiler
Bakanlığına bağlı haber alma örgütü Europol'de üst düzey
görevli olarak acil toplantıya çağrılır. (Sinek Sarayı
romanında İstanbul'a Cihangir'e Bülbül Sokağı'ndaki ünlü
apartmana gelen Sinan'dır bu.)
Bir yandan, utanıyordu
konuşulanlardan. Yüz binlerce, belki milyonlarca insan cesedinin
üstünden geçmekteydiler şu an, Bir o kadar yaralı, göçük
altında insanın iniltisi titrerken bir ülke kadar büyük bir
kentin kanlı kulaklarında, onlar, ekonomik yıkımdan söz
ediyorlardı.
Von München, düşüncelerini sezmiş gibiydi.
'Mr. Laforge, kuşkusuz sırasız olduğunu düşünüyorsunuz bu
konuşmanın, ama vakit yok, eğer tüm Türkiye'nin bu göçüğün
altında kalmasını, dağılmasını istemiyorsak, hemen harekete
geçmeliyiz. Ülkenin AB'ye çok borcu var. Daha fazlasını ABD'ye,
Dünya Bankası'na, IMF'ye borçlu. Ama Türkiye'deki yatırımların
ezici çoğunluğu' AB ülkelerinin. Ülke ekonomisinin batma sı,
ABD'yi yalnızca borç anlamında ırgalar, parmak tırnağını
kopartır. Bizim, kolumuzu alır götürür. Belki bacaklarımızı
da. Türkiye'nin batması ya da otoritenin dağılması demek,
bölgedeki siyasal dengeleri de değiştirir. Sınırlarımıza hangi
güç ya da kargaşa dayanır, olası yoğun bir göç nasıl
önlenir? Dolayısıyla derhal müdahale etmeliyiz. Bütün ulusal
hükü metlerin onayı alındı bugün. AB tarihinde ilk kez, ABD'ye
kar şı durabilmek için birlikte hareket edeceğiz.'
'Nasıl
bir müdahaleden söz ediyorsunuz?' diye sordu Sinan.
Von
München, ortak ekonomiden sorumlu İtalyan bakana döndü:
'Guiseppe, sanırım biraz bilgi vermenizde yarar var.'
Guiseppe Crescenzo, 'Buono' dedi. 'Mr. Laforge, kısa ve uzun
vadede Türkiye uluslararası yükümlülüklerini yerine
getiremeyecek, borçlarını ödeyemeyecek, iç yada dış yatırımlar
batacak ve bu durum, tüm dünya ekonomisini sarsacak. Başka bir
deyişle, zaten yerine tam oturmamış küreselleşme süreci
ırgalanacak. Borsalar altüst olacak ve gerek ABD, gerekse AB
ülkeleri, en çok da AB zarar görecek. Bu akşam bir AB heyeti,
Washington'a gitti. Ama yapılan öngörüşmelerde, ilk aşamadaki
tablo belli oldu: Türkiye'nin reel ekonomi sektörüne ve üretim
kaynaklarına sahip çıkmak gerekiyor. ABD ile bir paylaşım,
kaçınılmaz. Aramızda, en adil çözümü bulmaya çalışacağız.
AB heyeti, bunun için gitti Washingtorv"a. Ama, AB ile ABD'nin
Türkiye üstünde çekişeceği de kesin. Üstelik, Irak savaşından
beri bölgede yerleşen ABD'nin eli zaten Türkiye'nin içinde,
gölgesi üstünde, bütün stratejik mevkilere, mevzi de
diyebiliriz, kısacası her şeye hâkim Amerikalılar...'
Türk devletinin nüfus yığınağını savunma amaçlı
yaptığı düşünülebilir iyi niyetle yaklaşırsak. Ama o nüfusun
şehirleri tehlikedeyken şehr-i İstanbul'u kemirerek edindikleri
son model arabalarına atlayıp Ege sahillerine Bodrum'a vs. yola
düzüldükleri bir gerçek. Kuşkusuz İstanbul halkının emekçi
geniş halk kesimi bu duygularda değildir en azından olanağa sahip
değildir, yurtseverdir.
Ahmet
Yıldız
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR