Kitabın Aydınlanma Yolculuğu / Tahsin Şimşek
Dinin felsefeyi, teknolojinin bilim ve aklı, cinselliğin aşkı iki diz üstüne çöktürüp tutsak aldığı bir “yeniortaçağ” yaşamaktayız. Yeni bir aydınlanma için, yeniden felsefeye, bilime, edebiyata ve aşka gereksinimimiz var. Hepsinin buluştuğu yer olan “kitap”a.
Yıllar önce okuduğum Çağlar Tuncay’ın “Uygarlığın Seyir Defteri” adlı yapıtı, bana “Zamanın Seyir Defteri” adlı bir şiir yazdırmıştı (Yarını Tanelemek, Toplum Yayınları 2003). İlk iki bölümünü okuyarak sözlerime başlamak istiyorum:
Bir akşamüstüydü
Tabletlerin başından kalkışımız
Bak, ellerimiz killi daha
Ah geceye kimler dalıp
yıldızları topladı böyle
Bak ellerimiz kirli hâlâ
Bir akşamüstüydü
Ne oldu, ne kadar oldu
nasıl mı oldu, derken
Unuttu ellerimiz yolunu
Unuttu ellerimiz soluğunu
Ellerin belleğine ne oldu
Bir akşam üstüydü
Tabletler ne zaman mı kurudu
Üç beş zeytin
Beş on çınar yaşlandı
altı bin yıl mı oldu
Dur, tümden abartarak sorma
Ellerimi karanlıklarda koma
BAK ELLERİMİZ KİLLİ HÂLÂ
TABLETLER NE ÇABUK KURUDU
Çün ol akşam üzeriydi
Uyku Rablaşırken
Ay doğmayı unuttu
Ah ellerimizin korkusu
Korkuyla her şeyi unuttu
O tabletler ki her biri bir candı
Ellerimizin salkım soluğu
Çün ol akşam üzeriydi
Altı bin yıl öncesi
O, bir tarih bilmecesi
Oysa git iki yüz elli adım geri
Hepsi iki yüz elli dölün bereketi
Kül altı yüz ömür gecesi
Çün ol akşam üzeriydi
Tabletleri bir cüce yuttu
Kim mi kimin atası
Hepsi iki yüz elli doğum sancısı
Kim biliyor ki el olan ellerin tarihini
Yürü iki yüz elli adım geri
BAK ELLERİMİZ KİRLİ HÂLÂ
TABLETLERİ BİR CÜCE YUTTU
Peki, kimdir o cüce, kuşkusuz, tabletleri kıranlardır, kitapları yakanlardır. Darağaçlarını kuranlar, Nesimi’ye bir top gülü çok görenlerdir. Yani belleğimizi iğdiş edenlerdir.
Hepsi, “güç” adına yapılmıştır. Kralın-sultanın gücü adına, paranın gücü adına, dinin gücü adına. Kendi putlukları kutsatmak adına. İnsanı belleksizleştirmek, kullaştırmak uğruna.
O tabletlerin başındaki insanları, imgelemimizde canlandırmak istediğimizde, neredeyse zamanın kör kuyusunda yok olacağız. İnsanoğlu tabletlerin başına ne zaman oturdu; o günden bugüne kaç kuşak geçti, ardı ardına eklenen kaç insan ömrüdür?
Onlar, bize o kadar çok uzak değiller. Ortalama insan ömrünü altmış yıl kabul etseniz, sadece 100 insanı arka arkaya dizmeniz yetecek. Kuşaklar arasını yirmi beş yıl kabul etseniz, ilk büyükbabadan-büyükanneden son toruna 250 kişiyi arka arkaya dizeceksiniz. 100x60=6000, 250x25=6000 yıl ediyor. Şimdi kendimize soralım, kaçımız üç kuşak öncemizi, doğru dürüst biliyoruz?
Tabletler, taşa kazınmış yazıtlar, papirüs ve parşömen ruloları ve kitap, kuşkusuz, insanlığın, uygarlığın belleğidir. Belleksiz toplumların hali ortada!... Kırılan o tabletler, o yakılan kitaplar, onca yitime karşın, hâlâ insanlığın belleğinde yaşıyor; ancak onları kıranların, yakanların esamisi okunmuyor. Biz, kendi esamimizi okuyabiliyor muyuz? Annemizin kızlık soyadı sorulduğunda, niye hemen yanıt veremiyoruz?
Somutlamaya çocukluğumun kenti Afrodisyas’tan başlayacağım. Müzeyi gezerken bir şey dikkatinizi çeker. Sivri yerleri budanmış erkek, başları kırılmış kadın heykelleri görürsünüz. Bu hoyrat görüntünün tümü, Afrodisyas’ın, haçlanıp Stavrapolis olduğu günlere aittir.
Bir de odeondan çıkarılan başı koparılmış “oturan şair” heykeli dikkatimi çeker. Zaten hangi çağda şairlerin başı koparılmamıştır ki. Nesimi, Pir Sultan, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Nâzım’ı saygıyla anımsayalım. Hasan İzzetin Dinamo’yla Rıfat Ilgaz’ı da; Aziz Nesin’le Server Tanilli’yi de.
Özetle diyebilirim ki kâfirlik icat oldu, ne yakılmadık kitap kaldı, ne kırılmadık heykel! Ayrıca şunu vurgulamak isterim, önyargılar konusunda dinler arasında, öyle çok da fark yok. Bruno’yu yakan Hıristiyanlıktır, Şeyh Bedrettin’i darağacında sallayan İslamiyet.
Oysa çıkışta, her din devrimcidir. Aşağıdan gelen sestir, dipten gelen dalgadır. Din, salt tapınım kurallarından, ibadet ritüellerinden oluşmaz. Örneğin Hz. Davut, eliyle kazandığından başkasını yemezdi. Hz. İsa, iyi bir marangozdu, Hz. Muhammet, gençliğinde koyun güderdi. İlk inananlar da öyleydi; Hz. Ali’nin ücretle kuyu kazdığını, Hz. Ömer’in hamallık yaptığını biliyoruz.
Ama Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun, İslamiyet Muaviye’lerin, Halit Bin Velit’lerin ve İmam Gazali’lerin dini olduktan sonra, başlangıçtaki o devrimci ruhunu kaybetmiştir. Giderek bilime de kitaba da karşı çıkmıştır.
Kendi tarihimize bakalım, gökbilimci Takiyüddin’i ve denizci Piri Reis’i katleden; Hezârfen Ahmet Çelebi’yi Cezayir’e sürgün eden bu topraklarda, hezârfen “bin fen-bilim” demektir, elbette kitaba da yaşam hakkı olmayacaktır.
Kendi tarihimize bakalım deyince, yanlış anlaşılmasın, bu yurt toprağının bütün tarihi, bizim tarihimizdir. Unutmayalım, bu ülkede Doskişot’tan 1500 yıl önce Afrodisyaslı Khariton’un yazdığı bir roman vardır. Efes ve Bergama kütüphaneleri vardır. Efes Celsus Kütüphanesi depremde yanmış, Bergama kütüphanesinin bütün kitapları bir aklı evvel tarafından, o meşhur güzel Kleopatra’ya armağan edilmiştir. Keşke çeyiz niyetine sandıklarda kalsaydı! Ne yazık ki Bergama’dan giden o kitaplar, İskenderiye Kütüphanesi’yle birlikte kül olmuştur. Ne adına mı, yine dinin icadı olan kâfirlik adına. Hıristiyanlık adına. O kütüphanenin güzel bilgesi, eti kemiğinden midye kabuklarıyla sıyrılan Hypatia idi. Adını, kitap ve bilim adına saygıyla anıyorum Bir zamanlar O’na düşürdüğüm iki dizem vardı; onu da sizlerle paylaşayım:
“Yüreği beyninde bir zekâ rüzgârıydı güzelim Hypatia
Lanetlimdir bil, düşünü düşten, eti kemikten kazıyan”
(Sevgilim Şiir, Afrodisyas Sanat Yayınları 2007)
Kendimize gelebilmemiz için, aydınlanmanın sağlıklı olması için, bu toprakların dünüyle, hiçbir gerekçe öne sürmeden bütünleşmek zorundayız.
Bu topraklar, Miletli (Söke) Tales’in, Klazomenailı (Urla) Anaksagoras’un, Afrodisyaslı (Karacasu) Aleksandros’un toprağıdır. Tarihin ilk kanalizasyon teşkilatlı kenti Prien’i kuran Bias ve Ayasofyayı inşa eden Miletli İsidoros ile Trallesli Anthemyus bizim yurttaşlarımız, Egeli hemşerilerimizdir. Homeros’suz bir Türkiye tarihi ve edebiyatı, Yunus Emre’siz, Hoca Nasrettin’siz, Karacaoğlan’sız, Nâzım’sız bir Türkiye tarihi ve edebiyatı kadar eksiktir.
***
Sözü uzatmayalım, daha yakınlara gelelim.
Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra, niye Troya’da kazanlar kaynatmış, dualar okutmuştur?
Anımsayalım ki, Fatih sonrası Osmanlı tarihi, azgın gücün de kibriyle, bilime, sanata, resme, dahası her türlü yeniliğe sırt çevrilen bir tarihtir.
Mustafa Kemal, Dumlupınar’da niye “Dumlupınar’da Yunanlılar’dan Troyalılar’ın öcünü aldık.” deme gereğini duymuştur?
Ayrıca aralarında yüzde yüz koşutluk gördüğüm üç örneklemeye de dikkatinizi çekmek isterim:
Homeros, İlyada’da Hektor’a şunları söyletiyor: “Bir tektir en doğru belirti / o da der yurdunu savun” / Peki, Mustafa Kemal ne diyor: “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” diyor.
İtalya’nın kurucusu Garibaldi, Verona’da bir balkondan alanda toplanan halka şöyle sesleniyor: “Ya İtalya ya da ölüm!” / Mustafa Kemal askere şu buyruğu veriyor: “Ya istiklâl ya ölüm!”
Tevfik Fikret, bir şirinde kendini anlatırken “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.” der. / Mustafa Kemal’in öğretmenlerden istediği da aynı: “Muallimler, cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” Ancak Mustafa Kemal, “vicdan” sözcüğünü daha öne çekiyor; kuşkusuz düşünce özgürlüğü ile laikliğin o sıkı ilişkisini vurgulamak istiyor.
Bütün bunlar, bize, Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığının, Cumhuriyet’in nasıl kurulduğunun ipuçlarını veriyor. Evet, Mustafa Kemal, salt bir askeri deha değildir. Türk ve dünya tarihini çok iyi bilen iyi bir okurdur. Kitap dostu bir aydınlanma bilgesidir.
Bugün kitap fuarındayız. Kitap tutkunu olduğumuz için buradayız. Kendimizi sorgulamayı sonraya bırakalım, Atatürk’ün özel kütüphanesine bir bakalım. Okuduğu, boşluklarına notlar aldığı, çoğunda altı çizili satırların görüldüğü “3997” kitabın konu dökümüne bir göz atalım. İşte onlardan bir bölümünün dökümü:
Mustafa Kemal, aynı zamanda Namık Kemal’den Tevfik Fikret’e iyi bir şiir, Alphonse
Daudet’ten Reşat Nuri’ye iyi bir roman okurudur. “Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim, bugün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım.” diyen alçakgönüllü bir önderdir. Her şey bu beyinden çıktı, diyenlerden değil.
19 Ağustos 1918, Fikret’in ölümünün üçüncü yılı. Mustafa Kemal Aşiyan’ı ziyareti ediyor. Aşiyan’a tırmanırken öğretmeni Emin Bey’e şunları söylüyor: “Ben inkılap ruhumu ondan aldım. Ziyaret edeceğim yerlerin başında elbet Aşiyan gelir.” İlhan Selçuk’un “Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni şairler kurdu.” sözü, işte bu nedenle çok anlamlıdır. Mustafa Kemal’den başka Aşiyan’ı ziyaret eden kaç politikacımız var?
Yıllar çabuk geçiyor. Mustafa Kemal’in Aşiyan ziyaretinden 79 yıl sonra1997’de Leyla Erbil şöyle bir saptama yapıyor: “12 Mart ve 12 Eylül sonrasının depolitize ettiği genç yazar tipleriyle karşılaşıyoruz. Onlar eskilerden daha çok yeni toplumun rahat ve eğlenceye düşkün, oldukça özentili, marka düşkünü yeni okur kitlesinin gereksinimlerini karşılayabiliyorlar.” Leyla Erbil’in bu saptamayı yaptığı tarihten bu yana, 17 yıl daha geçti. Şimdi edebiyatın, romanın “din sosu” biraz daha koyu.
Evet Dostlar, aydınlanmanın yolu, cep telefonlarından, TV’lerden, Google sayfalarından, seviyesiz politikalardan, sözüm ona demokrasilerden geçmiyor. Unutmayalım Kuzey Kore, Afganistan, Sudan’da da seçimler yapılıyor. Aydınlanmanın yolu, sadece nitelikli kitaplardan geçiyor.
Fransız Devrimi’ni, Sosyalist Devrim’i, Mustafa Kemal Devrimi’ni kitaplar inşa etmişti. Bütün devrimciler iyi bir okurdu. Yakın komşularımıza bakmamız yeter; şimdilerde bütün kıyımları, Irak ve Suriye katliamlarını sanal dedikodular, “kitapsızlık!” yaşatıyor. “Kitapsızlar!” dünyasındaki kitapsızlık.
Dinin felsefeyi, teknolojinin bilim ve aklı, cinselliğin aşkı iki diz üstüne çöktürüp tutsak aldığı bir “yeniortaçağ” yaşamaktayız. Yeni bir aydınlanma için, yeniden felsefeye, bilime, edebiyata ve aşka gereksinimimiz var. Hepsinin buluştuğu yer olan “kitap”a.
Tahsin Şimşek
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR