15 Temmuz darbe girişimi sonrası FETÖ’ye yönelik operasyonlar kapsamında giderek boyut değiştiren tutuklamaların, işten uzaklaştırmaların İstanbul Şehir Tiyatroları’na sıçraması sonucu görevden alınanlardan birisi olan Sevinç Erbulak ‘’Hayat muhteşem olmadığı için sanat var.’’ demişti.
Gerçekten sanat özellikle bizim gibi ülkelerde yaşayanlar açısından bazen hayatın yerini tutacak kadar öne çıkıyor, çıkmalı da. Yoksa nasıl dayanırdık bunca vahşete, acımasızlığa ve gözyaşına. Açık söylüyorum, dayanabilmek için yazıyorum.

Sinema Okumaları’nın altıncı bölümünde yönetmenliğini David Lean’ın yaptığı Ryan’s Daughter (Bizdeki adıyla İrlandalı Kız) filmini de bu anlamda değerlendirdim.
Ama öncesinde kişisel bir notu paylaşmalıyım. Söz konusu filmi kaç defa izlediğimi bilmiyorum. Benim kaçış, sığınma, kafayı boşaltma, arınma adını verdiğim seanslarımın önemli yapıtlarından biri İrlandalı Kız. Sinema Okumaları’nı belirli aralıklarla yazmaya karar verdiğimde önceliklerim arasındaydı. Nedense erteledim. Meğer o film 15 Temmuz’u bekliyormuş.

Bugün kıyısına kadar yuvarlandığımız uçurumun tepesinde son bir hamleyle toprağa tutunduktan sonra korkuyla aşağıya bakmaya başladık ya, dikkat edin havuz medyasında ve iktidar cephesinde tehlikenin özüne ilişkin en ufak bir bilgi kırıntısı, yaklaşım yok.
Oysa bu noktaya sürüklenmemizin nedenlerini saymaya kalkışsak, sonuna ulaşmamıza gün yetmez. Ama bence ülkeyi uçurumun kıyısına sürükleyen faktörlerin arasında hoşgörüsüzlük, bağnazlık ve kin duygularıyla hareket etme ilk sıralarda yer alıyor.
Azar azar, birikerek toplumsal katmanların arasına sızıp, nerdeyse gözle görülür biçimde yapıyı çürüten bir şeyden söz ediyorum. Erdoğan bu en temel yönetim ve kişilik özelliğini şimdilerde muhalefet liderlerine kucak açarak, ‘’Allah’tan af, milletimden öz diliyorum.’’ diyerek törpülediğini kanıtlamaya çalışsa da acaba neyi, ne kadar değiştirebilecek, doğrusu hiç bilmiyorum.

İşte 1970’de David Lean’in çektiği Ryan’s Daughter, 1916’larda İrlanda’da küçük bir sahil köyünün hikâyesini anlatıyor gibi görünse de, aslında günümüz Türkiye’sini kucaklayabilecek birçok tartışmaya sinema cephesinden ışık tutuyor da denilebilir.
Tabii filmi Türkiye eksenine sıkıştırıp boğmanın yanlışlığını söylememe gerek yok. Zaten derdim de bu değil. Büyük yapıtlar üzerlerinden silindir hızıyla geçen zamana karşı, içlerinde kuyumcu titizliğiyle işledikleri evrensel değerlere sımsıkı tutunarak ayakta kalırlar; tıpkı yarım asır önce kurgulanmış bu filmde olduğu gibi.


FİLMİ İZLERKEN

İrlandalı Kız’ı izlerken geniş açı ile çekilmiş sonsuzluğa uzanan deniz, kayalık, uçurum, fırtına, köpürmüş dalga, göz alabildiğine uzanan kumsal, bulutlarla parçalanan gökyüzü görüntülerine hazırlıklı olun.
Film böyle planlarla başlıyor. Kilometrelerce uzakta, denizi diklemesine tırmanan kaya kütlesinin üzerinde toplu iğne ucu kadar görünen birisi koşarak uçuruma doğru ilerler. Sonra sahne değişir. Baş döndüren uzaklık küt diye kesilir. Boy plan, alt açıda bir kız belirir. Beline uzanan gür saçları, hasır şapkası, üzerine bol gelen hırka ve uzun eteği ile aşağıya bakan kişi köyün hancısı, bar işletmecisi, bizdeki adıyla meyhanecisi Ryan’ın (Leo McKern) güzel kızı Rosa’dur (Sarah Miles). Rüzgârda elinden kaçırdığı ve tutmak için peşinen koştuğu şemsiyesi salınarak aşağıya, denizdeki bir sandala doğru uçar. Rosa hızla sahile yönelir. Sandal kıyıya yanaşır. İçinden iki kişi iner. Bunlardan birisi rahip Hugh (Trevor Howard) , diğeri ‘köyün delisi’ Michael’dır (John Mills).
Michael’ı, Victor Hogo’nun Notre Dame’ın Kamburu’ndaki Quasimodo’ya benzetebilirsiniz: Çirkin, zavallı ve dışlanmış. Rahip onu çevredekilerin acımasızlığından koruyan kişidir. Michael, Rosa’u görür görmez sandaldan şemsiyeyi alır ve aksayan bacağıyla sekerek kıza doğru ilerler. En azından teşekkür edeceğini umarken Rosa ona tiksintiyle bakar, azarlar. Rahip yanlarına gelir, Michael’a kötü davranmaması konusunda onu uyarır. Bundan sonraki konuşmalarda Hugh’un kişiliği hakkında ilk izlenimleri ediniriz. Kıza bu saatte ne yaptığını sorar, diğeri sert bir sesle mutsuzluğunu, amaçsızlığını ifade edercesine ‘’Hiçbir şey.’’ der. Rahibin yanıtı ilginçtir:  ‘’Hiçbir şey yapmamak tehlikeli bir uğraştır.’’


FİLMİN HİKAYESİ

Hikâyesi İrlanda Kurtuluş Ordusu’nun ilk kuruluş yıllarında başlayan film, köyde yaygın biçimde hissedilen İngiliz düşmanlığını dipten dibe işler. Karakola nöbet değişimine gelen iki İngiliz askere gençlerin ‘’ Londra’ya geri dönün.’’ diyerek laf atmaları bunun göstergesidir. Rosa tüm olup bitenlerin dışında bir hayat sürmektedir. İyi yetiştirilmiştir. Babasının ekonomik gücü yaşıtlarına göre ona önemli ayrıcalıklar sağlar. Ama asıl derdi para pul değil, içindeki derin boşluğu nasıl kapatacağını bilememesidir. Eşini genç yaşta kaybeden köydeki okulun olgun öğretmeni Charles-Shaughnessy (Robert Mitchum) Rosa için tek kurtuluş yoludur.
Dublin’deki bir toplantıdan dönen öğretmenin geliş saatini kollayan genç kızın, onunla beraber sahilde yürüme planları olağanüstüydü. Arkada paralel dalgalar halinde köpük köpüğe kabaran deniz aslında birçok şeyi konuşmaya gerek kalmaksızın anlatıyordu sanki. Öğretmenden ayrıldıktan sonra Rosa’un, onun sahilde bıraktığı ayakkabı izlerine çıplak ayakla basarak tedirgin, meraklı biçimde yürüyüşü görülmeye değerdi. Sahne değiştiğinde Charles’ı bara girerken görürüz. Rahip Hugh, meyhaneci Ryan ve köyün diğer ileri gelenleri biralarını içerlerken, Dublin’deki çatışmayı sorarlar. İngiliz askerleri, İRA’yı örgütlemeye çalışan militanlara, batı cephesinde Almanlara karşı kullandıkları ağır makineli silahlarla saldırmışlardır. Sohbetin en koyu anında karakoldaki iki İngiliz askeri içeri girer. Kısa bir suskunluk olur. Askerler biralarını alırken Ryan ‘’Öyle görünüyor ki Almanlar sizinkileri cephede fena hırpalıyorlarmış.’’ der, bir başkası ‘’Almalar silahsız İrlandalı çocuklardan daha zorlu bir düşman.’’ diye tamamlar onun sözlerini. Askerler ‘’Şimdiye kadar hiç çocuk öldürmedik.’’ diyerek itiraz ederler. Rahip ‘’Hayır öldürdünüz.’’ diye yanıtlar. Bunun üzerine İngiliz’in söyledikleri ders gibidir: ‘’Size bu üniformayı giydiriyorlar. Silahınızı emredilen yere doğrultup tetiği çekiyorsunuz. Almanlar da böyle yapıyor. Zorlasalardı siz de böyle yapardınız.’’

Birden güneydoğuda yıllardır devam eden çatışmalarda yitirdiklerimiz geldi aklıma. 15 Temmuz darbesinde tutuklanan Fethullah’çı komutanlar arasında, Hakkari’de, Cizre’de PKK’yı bölgeden sildikleri söylenen isimler de vardı. Nasıl kirli bir oyundur bu? 15 Temmuz gecesi kendi halkını tanklarla ezen, ağır silahlarla tarayan, jetlerle bombalayan bölgedeki darbeci komutanların o süreçte terörle mücadele adı altında süren savaşta neler yapmış olabileceklerini düşündüm, tüylerim diken diken oldu. Nedense yine o İngiliz askerin sözlerini mırıldandım: ‘’Size bu üniformayı giydiriyorlar. Silahınızı emredilen yere doğrultup tetiği çekiyorsunuz.’’

Rosa tüm bunlardan bağımsız yaşıyor demiştik ya, Charles barda içerken o kararlı biçimde denizi tepeden kartal yuvası gibi gören okula doğru ilerler. Masalsı bir duruşu vardır okulun. Büyük taşlarla örülmüş bahçe duvarları, iklim koşullarına göre yapılmış basık tavanlı görünümü ile mutlu, dingin, kendisiyle barışık bir rüya gibidir o tek katlı bina. Rosa paspasın altındaki anahtarla kapıyı açıp içeri girer. Bildik bir sınıf görüntüsü uzanır karşımızda: Kara tahta, soba, arka arkaya dizilmiş uzun tahta sıralar. İlerde kapalı duran bir kapı daha vardır. Öğretmenin barınmak amacıyla kullandığı küçücük bir evdir orası. Kız şaşkın biçimde bakınırken Charles geri döner. O da şaşırır. Yardım etmek için mi geldiniz diye sorar. Rosa yüzü kıpkırmızı bir halde hayır der, duraksar, yutkunur, titreyen bir sesle onu sevdiğini söyler. Charles geçmişte aynı sıralardan öğrencisi olarak mezun ettiği kıza bunun aldatıcı bir duygu olduğunu, aradaki yaş farkı nedeniyle böyle bir ilişkinin asla yürümeyeceğini vurgulasa da Rosa ısrar eder, çok genç olmam bir suç mu diye sorar ve ekler: Beni arzulamıyor musunuz? Charles artık teslim olmuştur, yüzü pence pence kızarmış eski öğrencisine yaklaşır, sarılır ve öper.

Plan değiştiğinde Rosa’u rahip Hugh ile sahildeki kuytu bir kayalıkta sohbet ederken görürüz. Hugh elindeki kutsal kitaptan kıza evlilikle ilgili bölümler okumaktadır: ‘’Evlilik tanrı buyruğu kutsal bir bağdır.’’ Rahip okuduğuna anlam katacak yorumlar da yapar: ‘’Evlilik bir kere gerçekleşti mi, ne sen, ne ben, ne de Charles bunu bozabilir. Ta ki ikinizden biri ölene kadar. Tanrı evliliği üç nedenle buyurmuştur. İlki Charles ve sen ağır geçen uzun günler ve sıkıcı geceler boyunca birbirinizi rahat ettiresiniz diye, ikincisi çocuk dünyaya getirmek ve onları iyi birer Katolik olarak yetiştirmek ve son olarak cinsel açlığı tatmin için.’’ Rahip karşısında elleri dizinde onu heyecanla dinleyen kıza arada anladın mı diye sorarken, diğeri her defasında başını sallar. Son madde yani evliliğin cinsel açlık bölümüne sıra geldiğinde Rosa utanır, heyecanlanır. Hugh ‘’Korkuyor musun?’’ diye sorar ve devam eder: ‘’Korkulacak bir şey yok Rosa, sadece vücudun bir işlevi bu.’’ Rosa gülerek ‘’Sanırım öncesinde bütün kızlar korkar.’’dediğinde, rahip ‘’Erkekler de’ deyince çok şaşırır. Hugh’a hiç kimseye güvenmediği kadar sevgiyle bağlı olan kız can alıcı soruyu sorar: ‘’Bu beni tamamıyla değiştirecek değil mi?’’ Rahip önce anlamaz, bunu evlilikle karıştırır, ‘’Hayır, cinsel tatmin.’’ yanıtı karşısında duraksar ve o müthiş açıklamayı yapar: ‘’Bu şahsen benim hiç açmadığım bir kapı ama hayır, seni tamamen değiştirmeyecek.’’ Kız ‘’Oysa değişmek istiyorum.’’ diyerek onun sözünü keser. Rahip ‘’Çocuğum amacın ne?’’ diye sorar. O anda Rosa’un elleriyle eteklerini düzeltmeye çabalaması ve martıların seslerine doğru gökyüzüne bakması inanılmazdı.

Düşünebiliyor musunuz, hayatın en çetrefilli konularından olan cinselliği, böylesine açık yüreklilikle konuşan bir din adamının yaşadığı topluma neler katabileceğini? Birisini dinleyerek, anlamaya çabalayarak, peşinen suçlamaya, yargılamaya kalkmadan yaklaşmanın, çoğu kötülüğü daha doğmadan engelleyebileceğini görmek ama bunu becerememek ne acı. Bizde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bilgi edinme hattından verilen fetvaların içeriklerini anımsayacak olursak, bugün toplumu karpuz gibi ikiye bölen fay hatlarının doğuş nedenlerini daha iyi anlayabiliriz.

Rosa’un rahiple evliliğe hazırlık anlamında yaptığı son konuşmanın ardından film baş döndürücü bir hızla gelişir. Rosa, babası küçümsese de Charles’la evlenmiştir ama adını koyamadığı o boşluk içinde kıpır kıpır dolanmaya devam etmektedir. Aylar sonra yine bir gün Hugh sahilde ağlayarak yürüyen Rosa’la karşılaşır, ‘’Mutlu musun?’’ diye sorar, diğeri hayır deyince nedenini merak eder. Bunu kendisi de bilmemektedir. Rahip mutlu olmayı denemesini önerir hatta daha ne istiyorsun diye kızar. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: ‘’İyi bir kocaya sahisin değil mi?’’- ‘’Evet en iyisi.’’, ‘’Yeterince paranız da var.’’- ‘’Doğru.’’, ‘’Sağlığın da yerinde, bundan ötesi yok anlamadın mı?’’ Rosa öfkeyle ‘’Evet var.’’ diye bağırır. O andan itibaren  büyük bir tartışma başlar, Hugh dayanamayıp tokat atar. Yaptığına pişman olur ama iş işten geçmiştir. Haklılığını, hissettiği tehlikeleri vurgulamak istercesine onu uyarır: ‘’Arzularını daha da körükleme Rosa, arzuların olabilir, bu normal, ama onları körükleme, yoksa Tanrı şahidim olsun, ne halin varsa görürsün.’’

Daha bu söz bittiğinde sahne değişir. Köye yolcu getiren otobüsten bir asker iner. Tek bacağı sakat bu asker cephede yaralanmış ve iyileşme sürecini sakin bir yerde atlatması amacıyla yollanmış genç İngiliz subay Doryan’dır (Christopher Jones). Rosa’un evlenmeden önce rahiple yaptığı son konuşmada gökyüzündeki martılara ve sonsuzluğa bakarak kurduğu hayaldir o. Doryan’ın köye ilk girişi sakin bir güne denk düşer. Barın müdavimleri ava gitmişlerdir. İçerde Rosa ve Michael’dan başka kimse yoktur. O sahneyi hiç unutmayacağım. Subay içeriye girer, bira söyler. Michael her zamanki gibi farkında olmadan botlarının topuğuyla ritmik hareketlerle yere vurmaktadır. Cephedeki saldırı seslerini çağrıştıran bu hareketle Doryan bir anda gerilir. Titreme nöbetine tutulur. Rosa onun alnında biriken terleri siler, elini tutar, destek olmaya çalışır. Canı sıkılan Michael dışarı çıktığı anda içerdekiler hırsla birbirlerine sarılıp öpüşürler. Sonrası hızla gelişir. Aldatma olgusunun bütün argümanları kullanılır: Eve geç kalmalar, alınan tüm önlemlere karşın geride bırakılan küçük izler, kaçırılan bakışlar. Charles önce inanmak istemese de belli bir aşamadan sonra durumu kabullenerek evdeki yangının kendiliğinden söneceği günü beklemeye başlar. Öte yandan İRA militanları artık köyün yakınındadırlar. Daha önceden sözleştikleri üzere örgüt bir gemi dolusu cephaneliği sahile indirecektir. O gün fırtına patlar, gemi batar, sandıklar dolusu silah kıyıya vurur. Hemen bir not: Filmin yönetmeni David Lean bu sahneyi çekmek için bir yıl beklemiş. Gerçekten fırtınanın kayalıkları döven hiddeti ürkütücüydü. Dev dalgaların köpük köpüğe kabararak kayalıklarda patlaması, geriye çekilme anında denizde oluşan boşluk olağanüstüydü.
Ben şimdiye kadar böyle bir fırtına sahnesini başka hiçbir filmde izlemedim. Stüdyo koşullarında teknolojik olanaklarla yaratılanlar bile böylesine etkili değildi.

Fırtına devam ederken haberin duyulmasıyla beraber bütün köy sahile iner. Meyhanecisi Ryan kalabalığın önündedir. Canını hiçe sayarak dalgaların arasına girip parçalanan sandıklardan denize saçılan silahları tek tek toplar. Rosa ve Charles dışında herkes oradadır. Onlar geldiklerinde denizden cephanelik toplama işinin büyük kısmı tamamlanmıştır. Özellikle kadınlar Rosa’a düşman gibi bakarlar. Onun Doryan’la ilişkisini öğrenmişlerdir. Artık aralarında bir hayin vardır. Silahların militanlara teslim edildiği anda herkes mutludur. Ama bu uzun sürmez. Karakol komutanı Doryan düzenlediği bir operasyonla hepsini ele geçirilir. Peki ona bu bilgiyi kim vermiştir? Rose tek suçlu sıfatıyla öfkeden bilenmiş köy halkının karşısında yapayalnız ve çaresizdir. Babası meyhanecisi Ryan’ın yıllardan bu yana İngilizlere bilgi taşıyan bir ajan olduğunu hiç kimse öğrenemeyecektir.


FİLMİN ÖZÜ

Şimdi üç saati aşkın bu dev yapıtın özüne ulaştık. Peki bu öz nedir diye soracak olursanız kendi ülkemizde çok alışkın olduğumuz bir tepki biçimiyle yanıt vereyim: Linç. Köyde başını kadınların çektiği halk toplu halde okula gelip Charles’ın bütün direnmelerine karşın Rose’u öldürmek üzere saldırdıklarında hiç de yabancısı olmadığım bir sahneyi izledim. Güzelim saçları kesilen, yerlerde sürüklenen, tekmelen kadını okula gelen rahip kurtarır. Hugh’u karşılarında gören halk geriye çekilir. Artık oradan ayrılmaktan başka çare yoktur. İki bavula sığdırılan eşyalar toparlanır. Otobüse binmek üzere köyün içinden geçerlerken Charles eşinin koluna girmesini ister. Onları ıslıklayan, yuh çekenlerin arasından yürürlerken rahip yine yanlarındadır. Otobüse binecekleri sırada Hugh, Charles’a şunu söyler: ‘’Sanırım Rosa’dan ayrılman gerektiğini düşünüyorsun. Haklı olabilirsin ama ben bundan şüpheliyim. Ve bu şüphe benden sana bir veda hediyesi olsun.’’

İrlandalı Kız yalnızca bir film değil.

Özellikle bu topraklarda yaşadığımız acılara panzehir niyetine sunulmuş bir destan.

Hepimiz biliyoruz, döktüğümüz gözyaşlarının temelinde ayrımcılık, hoşgörüsüzlük, bağnazlık ve kin var.

Ne zaman ki rahip Hugh gibi düşünmeyi, davranmayı başaracağız, acılarımız belki de o zaman son bulacak.

Ferhan Şaylıman
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)