Otobüs yalpa vurarak durağa yaklaştı. Durunca motorun o korkunç sesi de kesildi. Son duraktı. İçerdeki üç beş yolcu ağır ağır ön kapıya yaklaşıp ücreti ödeyerek dağıldılar. İlçe belediye otobüsünün sürücüsü, son yolcu da inince hızla yere atladı. Acele adımlarla durağın on-on beş adım ötesindeki kafeye yöneldi. Her yeri dökülen lavaboda gün boyunca terini silmekten tuzlaşmış eski, rengi ağarmış cep mendilini soğuk suyun altında ıslattı. Mendil elinde üstü tozlu plastik sandalyenin birine çöktü. Sandalye ağırlığından sanki paramparça olacaktı.

Kasabanın eski sovyet yönetiminden kalma "Alabaş" otobüsünde yıllardır sürücü olarak çalışan bu adam ömrünün otuz yıldan fazlasını sevimli mesleğine vermişti. Onun için değişen bir şey yoktu... Yorgun ve meşgul insanlar, eski bölge sokakları, her yıl yaz kabağı gibi ucuz boyayla beyaza boyanmış hüzünlü duvarlar, bacalar. Ona her şey eski, solgun, köhnemiş görünüyordu. İnsanların inancı da, bilinci de köhneleşmişti bu kasabada. Sanki herkes kaderi ile anlaşmış, bir lokma ekmeğini yiyip şükür ederek ömrünün sonuna kadar olan saatleri, dakikaları, saniyeleri saymakla meşguldu. Öyle ki bu kasabanın insanları için bugün ayın kaçıdır veya hangi yıldır, hangi aydır bir önemi yoktu. İster yirmi yıl önce olsun, ister yirmi yıl sonra. Ne fark ederdi?

İşte onların yaşadığı bu dünyanın çok çok uzağında, Amerika, Avrupa denilen yerde siyasetçilerin, ülke başkanlarının, orduların yaptıkları savaşlardan uzaktı bu yüzükara, kalbi umutsuzlukla dolu, yüzünde ıstırap ve azaptan başka bir şey görülmeyen insanlar.

Bu insanlar kınamak nedir, bir şeye karşı gelmek nedir onu da bilmiyorlardı.

 ***

"Alabaş" durakta, sanki dinlenir gibi kıpırdamadan, öyle mutlu duruyordu. Dinlenmek, hatta güneşlenmek isteyen bir insan gibiydi. İçerideyse bu keyfini bozacak toplam bir yolcu vardı; tek kişi; genç bir adam. Biraz önce gelip ta arkaya giderek küt diye koltuklardan birinde oturmuştu.

Genç adam, sürücünün hala gelmediğini, kafede oturup serinlediğini görünce biraz rahatlamaya çalıştı. Yılların yükünü çekememiş çürük koltuğun yırtık parçasını altına çekip iyice kaykıldı. Başını arkaya yasladı. Düşünceliydi. Nereye gittiğinin neyi beklediğinin farkında bile değildi. Koltuk gerçekten de bir şey düşündüremeyecek denli rahatsız ediciydi.

Ama hayır. "Alabaş" galiba bu gencin onun misafiri olmasından daha rahatsız değildi. Onu kalbi tutuşan, öfkesi, duyguları sadece burayı değil,  dünyanın çok çok uzaklarını bile, tanımadığı tüm yerleri, Amerika'yı, Avrupa'yı bile kendi gazab etmeye yeten bir çocuk gibi hissetmeye başlıyordu. Tanımadığı tüm yerleri ...

"Alabaş" elbette bu yerlerin adını da duymamıştı. Oralara üstelik nasıl gidip gelebilirdi. "Alabaş" duygulanmıştı. Bu oğlan ona tanıdık geliyordu. Hatırlamaya çalışıyordu; yavaş yavaş yadına düşürdü. 19 yıl önce... Bu çocuğun kardeşi Karabağ'da şehit olunca o daha küçüktü. Okulda okurken - beşinci sınıfta. O zaman dersten kaçıp  bu otobüsle Füzuli"ye* gitmek için sürücüye ne kadar yalvarmıştı! İşte o zaman da şimdiki gibi otobüste tek oturup sürücünün gelmesini beklemişti. Sürücü de aynen bügünkü adamdı. Hiçbir şey değişmemişti...

Ama şimdiki gibi dağınık bir sürücü değildi. O gün, bu küçük öğrencinin başını okşayıp "Çocuğum, vaz geç, zamanı gelince sen de gideceksin" deyip "Alabaş"tan indirmişti.

Evet, bu aynı adam idi. 19 yıl geçmişti. Şimdi 30 yaşında, yüksek eğitimli, askeri hizmetini 9 yıl önce tamamlamış ve bilim alanında çalışan, başarıları olan ve 19 yıl önce savaşta kardeşini kaybeden beşinci sınıfta okuyan aynı adam. "Alabaş" şimdi onu kendi göğsüne daha sıkı sıkı çekip kokluyor, evladı gibi yüceltiyordu. On dokuz yıllık gebelikten sonra dünyaya getirdiği kendisi gibi demir yürekli çocuğu da şimdi iyi hatırlıyordu.

"Alabaş" genç oğlunu gördükçe bu yaşlı çağında daha da gençleşiyor, baktıkça kalbi dağa dönüyordu. Genç zamanlarında olduğu gibi hamile kalıp böyle cesur evlatlar getirmek istiyordu dünyaya. Çok, çok fazla...

Sessizlik bozuldu. Gelen sürücü idi, nihayet dönmüştü.

"Vakti geldi amca!

Genç oturduğu yerden kalkıp direksiyona geçen sürücüye yaklaşıp gözlerini ona dikerek sadece bunu diyebildi...

"Alabaş" yol boyu tıngır mıngır giderken kalbi dellenmiş gibi, çocuğuna bakıyor, düşünüyordu.

Şimdi daha çok radyoda çalan müziğin duygularına uyarak yoluna devam ediyordu.

Gencin nereye gittiğini, neden gittiğini şimdi sadece kendisi biliyordu. Ve bir de sabaha kadar dua ettiği Allah'ı.

Sürücü ise oğlanın biraz önce söylediği sözü anlamamış, belki de gariban biri sanmış, dikkate almamış, önemsememişti.

Genç adam çok geçmeden, belki de bugün, evde bırakıp geldiği iki fidan yavrusu, eşi ve tüm tanıdıkları, intikam almak için düşman tarafına geçtiğini öğrenecekti.

Meme cebinde taşıdığı not defterini çıkartıp yarım kalan elyazmasına devam etti.

Sayfada "ölümle yüz yüze" sözleri okunuyordu...

İntikam duygusu hiçbir zaman sönmemişti; gece-gündüz közlenerek yeniden alıştı. Ve onu sevimli ailesinden alıp ölümün kucağına attı...

Azerbaycan Türkçesinden çeviren: Ahmet Yıldız


* Füzuli il adıdır. Bugün Ermeni işgalindedir. Eski adı Qarabağ. Sovetler döneminde büyük Türk şairi Füzuli"nin adı verildi.  

Müşfik Han
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)