Hazırlayan: Hikmet Temel Akarsu / htakarsu@gmail.com

KÂTİBÎ DÎVÂNI – SEYDİ ALİ REİS (HAZIRLAYAN: NUSRET GEDİK) (ŞİİR – YEDİTEPE)

Kâtibî, Türk tarihinde oldukça önemli bir yere sahip olan Seydî Alî Reis’in şiirlerinde kullandığı mahlastır. Dededen miras kalan denizcilik mesleği ile başta Barbaros Hayreddin Paşa olmak üzere pek çok deniz erkânı ile seferlere katılmış olan şair, Hint seferi dolayısıyla atandığı kaptanlık sonucu hayatını değiştirecek bir macerayı yaşamış ve bunun sonucunda da ünlü eseri Mir’âtü’l-Memâlik’i kaleme almıştır.
Kaynaklarda Kâtibî’nin Dîvân sahibi bir şair olduğu belirtilmesine rağmen bugüne kadar eserinin bir nüshası ele geçmemişti. Fakat yapılan kütüphane taramaları sonucunda şairin Dîvân nüshasına ulaşılmış olup bu çalışma da şairin şiirlerini gün yüzüne çıkarmayı amaçlamaktadır.
Dört bölümden müteşekkil çalışma Dîvân metnini ilim âlemine tanıtmayı amaç edindiği gibi Kâtibî’nin edebî yönünü gösterecek şekilde şiirlerin incelemesini de havidir. Ayrıca şiirlerinde geçen bazı edebî ibareler açıklama ve notlandırılma yoluna gidilmiştir. Çalışma, bugüne kadar daha çok tarihî kimliği ile bilinen Seydî Alî Reis'in kayıp bir eserini ortaya koyarak edebî yönünü de aydınlığa kavuşturmayı amaçlamaktadır.


ORTAÇAĞ SEYYAHLARI – JEAN PAUL ROUX (ÇEV. HAKAN MERAL) (TARİH - DOĞU-BATI)

Ortaçağ Avrupası için dünyanın büyüklüğünü keşfetmek gerçek bir kültürel devrimdi. İslâm hariç, kendi dışında hiçbir şeyin var olabileceğini düşünemiyordu. Ancak Cengiz Han ve haleflerinin Moğol İmparatorluğu, birdenbire Doğu Avrupa bozkırlarından Pasifik’e kadar Asya’yı birleştirmiş; Orta Asya, Hindistan ve Çin medeniyetleriyle doğrudan temas kurulmasını ve Müslüman topraklarının kalbine nüfuz edilmesini sağlamıştı.

Yüzlerce din adamı, elçi, tüccar ve maceraperest Asya’nın büyük kara ve deniz yollarına doğru sefere çıktı. İlki, 13. yüzyılın ortalarında Pian del Carpine, bilinmeyen, buzlu, vahşi Tataristan’a doğru yola koyuldu ve döndüğünde kalabalıklar tarafından sanki ölüp de dirilmiş gibi tezahüratlarla karşılandı. Kısa bir süre sonra Rubrucklu, modern bir etnologa yakışır bir anlatımla seyahatinden geri döndü. Ardından diğerleri geldi, en ünlüsü Marco Polo ve onun rakibi Faslı İbn Battuta... Aynı zamanda Asyalılar da Avrupa’ya geldiler. Artık yol açılmıştı ve eski dünya bir şekilde istikrarlı bir yapı oluşturma yolundaydı.

Bir asırdan fazla süren ve Moğol İmparatorluğu’nun çöküşüyle sona eren bu müthiş keşif hareketinden elimizde hâlâ birçok seyyahın anıları ve bunları yazanların cesaretine, saflığına, gururuna veya sadeliğine tanıklık eden birkaç kitap var. Bu kitaplar, katlanılan zorlukları ve yolun tehlikelerini anlatmakta ve Avrupalıların artık oraya seyahat edemediklerinde uzun süre hayalini kuracakları uzak diyarların resmini çizmektedir.

1. DÜNYA SAVAŞI ÜZERİNE – HENRI BERGSON/ EMILE BOUTROUX/ JAMES WAGER JOHNSON (ÇEV. YAHYA YEŞİLYURT) (DENEME – PİNHAN)

Elinizdeki eser 1914-1918 yıllarında oluşan muazzam literatürün içerisinden özenle seçilmiş düşünürlerin bu savaşı anlamlandırmaya yönelik yayınlarından oluşmaktadır. İçerisinde Henri Bergson ve hocası Emile Boutroux'nun gelecek kuşaklara adeta öğütler içeren yazılarının yanı sıra, onların bakış açılarının belki de antitezi gibi duran, Hristiyan din adamı James W. Johnson'ın tradisyonalist yazısı da bulunmaktadır. Ayrıca savaş yıllarında böylesine önemli yazarlar tarafından kaleme alındığı ve onların o dönemki düşüncelerinin mahsulü olması bakımından, bu eser I. Dünya Savaşı üzerine birinci elden bir kaynak ve dönemin ruh halinin bir aktarımı niteliği taşımaktadır.

 

ESKİ LENİN – ŞAMİL İDİATULLİN – (ÇEV. UĞUR BÜKE) (ROMAN – ALFA)

Taşra şehri Çupov. Hemen yanı başında büyüyen bölge çöplüğü. Rüşvet aldığı için görevden alınan belediye başkanı. Şehre egemen olan korkunç bir koku.
Eskiden yerel politika ve iş hayatında başarılı olmuş bir belediye çalışanının, karısı Lena ve kızı Saşa’yla düzgün bir ailesi vardır. Ancak bir gün bu kurulu düzen yıkılır. Bütün hayatları eski olur, çocukluktan kalan ev bile “Eski Lenin”dedir. Yeniden başlamak gereklidir ancak bunun için umursamazlığı, kendilerini ve… çöplüğü yenmek zorundadırlar.
Geçmişin kaçınılmaz varlığı ve geleceğin belirsizliği arasında, unutulmak istenenlerin de çöp yığınları gibi yükseldiği şehirdeki kaos sürerken hayatın anlamını fedakâr bir mücadelede arayanlar vardır. Çünkü boyun eğmek utanç vericidir. Bu koşullarda yaşamak mümkün değildir. Koşullar değiştirilmeli. Bunun için mücadele etmeli!

 


O GÜN İÇİN BİR ŞEMSİYE – WILHELM GENAZIO (ÇEV. ÇAĞLAR TANYERİ) (ROMAN –
JAGUAR)

O Gün İçin Bir Şemsiye’nin kırk altı yaşındaki anlatıcısı, bir “ayakkabı denetçisi”dir. Satışa sunulacak yeni modelleri test etmek için Frankfurt sokaklarında henüz sadece kendisinin giyebildiği ayakkabılarla gezinir. Hayatta kendi yolunu bulamamıştır, ama yolda eski aşklarını, arkadaşlarını ve anılarını bulur. Bir “varış noktası” yoktur görünürde, ama her adımda insan ruhunun görünmez yerlerine biraz daha yaklaşır. Sadece sokaklarda değil, bilincin coğrafyasında da yürür ve sıradan görünen bir insanın ne denli sıradışı olabileceğini düşündürür. Varoluşsal sorgulamalar için alışılmadık ölçüde canlı üslubu ve keskin gözlem gücüyle eşyaya ve insanlara her baktığında hayatın bize unutturmaya çalıştığı bir gerçeği hatırlatır: Yine hayatın kendisini.

Hayatlarının yağmurlu ve uzun bir günden, bedenlerinin de o gün için gereken bir şemsiyeden başka bir şey olmadığını hissetme noktasına gelmiş insanların, Wilhelm Genazino’yla derin ve keyifli bir yürüyüşe çıkacakları O Gün İçin Bir Şemsiye’yi Çağlar Tanyeri Almanca aslından çevirdi.


BİR ZAMBAĞIN HİKÂYESİ – MEHMET RAUF (NOVELLA – SRC)

Bir Zambağın Hikayesi, yayımlandığı dönem için kelimenin tam anlamıyla çılgınca bir çıkıştır. Öyle ki yazar buna ilk basımda adını yazmaktan çekinir. Ancak daha sonra, bu eserin müellifi olduğunu saklamaz. Kitabın neşrinin birtakım geri dönülemez etkileri olur. Bunlardan ilki Mehmet Rauf’un meslek ve edebiyat hayatında yarattığı yıkımdır. Kitabın yayımlanmasıyla birlikte Mehmet Rauf askerlikten atılır, hatta yargılanarak cezaya çarptırılır ve hapis yatar. Eylül romanıyla edebiyat dünyasına yakaladığı şöhret ve itibar da bir anda yerle bir olmuştur. Hatta alay konusu edildiği bile kaydedilir. Öte yandan bu novellanın neşrinin yarattığı bir diğer etki de okur kitlesinin ona olan teveccühünün bilinen sınırları aşmasıdır. Kitap, basılı kopya yetişmediğinden ve tabii böyle “adı çıkmış” bir kitabı güle oynaya gidip satın almak da biraz yürek istediğinden olacak, el yazısıyla teksir edilerek elden ele dolaşır.Hatta kitaba sahip olanların, tıpkı video kaset ya da CD, DVD kiralayan dükkânlar gibi, onu okurlara kiraya verdiği, böylece kitabın toplamda ne kadar bir okura ulaştığının asla tam manasıyla kestirilemeyeceği de söylenenler arasında.
(Mahir Ünsal Eriş)

 


TARÇIN KOKULU KIZ – JORGE AMADO (ÇEV. İPEK GÜRSOY MANAVBAŞI) (ROMAN-SEL)

Doğup büyüdüğü toprakları tüm yalınlığı ve gerçekliğiyle anlatmaktaki mahirliği sayesinde Brezilya'da tüm zamanların en çok satan yazarı unvanının sahibi olan Jorge Amado, bu kez memleketini tutkulu bir aşkla kutsuyor.

Amado siyasetin amansız ve karanlık gerçekliğiyle, koltuklarından edilmek üzere olan toprak ağaları ve onlara karşı savaşan sermaye sahibi burjuvaların mücadelesini, Brezilya'nın vahşi güzellikteki doğası ve dizginlenemez bir coşkuyla akan yaşamını arka planına alarak işler. Böylece edebiyat sahnesinin nadide âşıkları Nacib ile Gabriela, karanfil kokan bir liman kasabasında ete kemiğe bürünür. Kakao tarımının bölgeye getirdiği zenginlik vesilesiyle dramatik dönüşümler geçiren bir kentin tutucu ve ilkel geleneklerine sevdası uğruna kafa tutan Nacib de yoluna çıkan engellere karşı direnirken dönüşümün ta kendisi olur.

1983 yılında sinemaya uyarlandığında oldukça ses getiren ve yaşama içkin en derin arzuların çekincesiz işlenişiyle tepkilere konu olan Tarçın Kokulu Kız, Jean-Paul Sartre'ın ifadesiyle "halk romanının en iyi örneği."

"Bazı çiçekler vardır, hiç dikkatinizi çekti mi? Bahçelerde, dallarda oldukları sürece güzeldirler, mis kokarlar. Vazoya konduklarında, vazo gümüşten bile olsa, solup ölürler."

 

OSMANLIDAN ERKEN CUMHURİYETE ÜFÜRÜKÇÜLER, CİNCİLER, FALCILAR – ÖMER OBUZ
(İNCELEME – İLETİŞİM)

Ömer Obuz, Osmanlı İmparatorluğu’ndan erken Cumhuriyet’e -hatta bugüne- kadar uzanan bir yelpazede üfürükçülerin, cincilerin, falcıların toplumsal konumlarını ve itibarlarının kaynaklarını, gündelik hayata ne ölçüde etki ettiklerini titiz bir çalışmayla ortaya koyuyor.

Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Üfürükçüler, Cinciler, Falcılar değişen rejimle birlikte bu konuda aslında pek de değişmeyen sosyokültürel ortama işaret ederek batıl itikatların ve hurafelerin insanların duygularıyla oynamaya nasıl aracılık ettiklerini; sosyal ve siyasal hayatta oynadıkları rolü; iktidarların tutum ve pozisyonlarını ele alıyor.

Trajik, absürt, komik, dramatik, fantastik hikâyelerle dolu, asırlık bir sorunun daha iyi anlaşılmasına katkı sunan bir çalışma.

“Üfürükçü takımı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e insanların mahremine ustalıkla sızmayı ve sayısız mağdura rağmen ardıllarına yeni fırsatlar sunmayı nasıl başarmışlardı? İnsanlar akıl almaz iddia ve yöntemlerine rağmen nasıl olup da neredeyse her sorunlarında kendilerini cinci, büyücü, falcı ve türevlerine teslim edebilmişlerdi? Bu güvenin kaynağı neydi ve insanların motivasyonunu ne sağlıyordu?”


DUVARLARIN ARASINDA – FERHAT ÖZKAN (ROMAN – EVEREST)

“Bir başkasının başından geçmiş gibi anlatınca her şey biraz daha anlaşılır hale geliyor.”
İstanbul’da, sadece duvarları kalmış yıkık bir konağın restorasyon çalışmaları için, yapının orijinal planları ve hikâyesi araştırılmaktadır. Mimar Murat için ise o günlerde her şey boşluktur; işiyle eşzamanlı olarak hayat onu geçmişle hesaplaşıp gelecekle yüzleşmeye zorlar. Fakat hikâyeler duvarların deliklerine, Ayasofya’nın kubbelerine, kahvelerin köpüklerine kadar girip boşlukları doldurur. Bedenleri bozarak ruhları tedavi eden bir hekim, hayatlarına birlikte son vermeyi kararlaştırdıkları karısının “yoldaş” olmadığını öğrenen bir devrimci, küçük eylemlerin hukukuyla uğraşan bir avukat, konakla ilgili farklı zamanlara ait bir hikâyenin parçaları haline gelir. “Kalıpların dışındaki” öyküleriyle tanıdığımız Ferhat Özkan bu ilk romanında duvarların arasındaki insanı anlatıyor: İlk evi olan anne karnından ruhunu çevreleyen bedenine, koğuşlardan hücrelere, kurtarılmış bölgelerinden mezarına, hep duvarların arasındaki insanı… Hayatın bu sakin taraflarını daha önce öğrenemediğim için üzülüyorum. Çok sonraları, “Dolaylı evlerde dolaylı hayatlar yaşamışım meğer,” diye özetleyerek anlatıyorum Metin’e. “Konforlu hücreler, çatılı mezarlar, çok odalı koğuşlar.”


ŞİİRİN PATİKALARINDA – AHMET İNAM (ŞİİR DENEME-SRC)

Ahmet İnam’ın kaleme aldığı Şiirin Patikalarında, şiir okuma, şiir yazma, şiirle yaşama ve şiirsizliğin getireceği felaketler üzerine bir çeşit kılavuz niteliğinde.
Şiir, felsefesiz de yazılır. Nasıl yaşanıyorsa yaşam, felsefeye değmeden. Şiirin şiir olarak değerini göstermez, felsefeden beslenişi ya da yoksun kalışı. Felsefe, Batı’da üç bin yıla yakın geçmişi olan bir etkinlik. Kendine özgü dili, tavrı var. Şiir daha eski. En eski. Önce şiir vardı.
Şiir yaşamsız yazılamaz. Yaşam can suyu. Salt sözcüklerle görünemez şiir. Şiire yaşam üflemek gerek. Yaşamdan beslenen anlam. Bundan dolayı, şiir kurnazlıkla yazılamaz. Hesabî adam, eleştirmenleri, okurları kandırabilir ama şiiri kandıramaz. Hesabînin hesabı yaşama uyarsa o başka. Hesabîlik, şiire kalkışanı bu dünyada bırakır çünkü. Şiirse bu dünyada değildir.

Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)