Son Dakika



Cumhuriyet Sonrası Türk Şiiri ve 1940 "toplumcu" şairler kuşağının önemli şairlerinden Enver Gökçe adına ilk kez bir sempozyum yapıldı. KAR Dergisi tarafından düzenlenen bilgi şöleni, dört başlık altında 15- 16 Mayıs 2013 günleri İstanbul- Ataşehir Kültür Merkezi Cemal Süreya Salonu’nda 4 oturum akışında gerçekleştirildi.

15 Mayıs’taki 1. oturumda “Cumhuriyet Sonrası Türk Şiirine Genel Bir Bakış ve ‘1940 Kuşağı’nın ve Enver Gökçe’nin Bu Süreçteki Yeri” konuşuldu. Belediyenin ikramıdan sonra açış konuşmasıyla başlayan bu oturumda sırayla Leyla Şahin, Prof. Dr. Nedime Köşgeroğlu ve Hayrettin Geçkin konuştular. Konuşmacıların tanıtımını Dilruba Nuray Erenler, Hasan Taşçı ve Raif Zor yaptı. Niyazi Yaşar’ın yönettiği bu oturuma Belediye Başkan Yardımcısı Sadık Kayhan, Kültür Müdürü ve program sorumluları ile ayrıca Gürsel Fırat şiir ve türkü yorumlarıyla katıldı.

2.Oturumda “Toplumcu- Devrimci 1940 Kuşağı Şiiri”nde Enver Gökçe Şiirinin Yeri ve Önemi” tartışıldı. Niyazi Yaşar’ın yönettiği bu oturumdaki konuşmacılar Prof. Dr. M. Nejat Gacar, Aslı Durak ve Seyyit Nezir’di. Tanıtımları Ümit Öztürk, Gürsel Fırat ve Şener Kaya yaptılar; müzik ve şiir dinletisinde Gürsel Fırat vardı.

16 Mayısta 3. oturumda “Sınıfsal Açıdan Enver Gökçe Şiirine Bakış” tartışıldı. Yöneten: Niyazi Yaşar; konuşmacılar: Aba Müslüm Çelik,  Mehmet Karasu’ydu. (Mehmet Gözen ise hastalığı nedeniyle katılamadı.) Tanıtımları Mustafa Yılmaz ve Nurcan Çelik yaptı. Gülser Han Akkaş Gülsüm Cengiz’in, Nedime Köşgeroğlu Metin Demirtaş’ın, Hasan Taşçı, Yılmaz Arslan’ın, Nezihe Altuğ Ahmet Özer’in, Nurcan Çelik, Nihat Behram’ın bildirilerini sundular. Gürsel Fırat şiir ve türkü yorumlarıyla katkıda bulundu.

4.Oturumda “Enver Gökçe Şiirinin Öz ve Biçim Bütünlüğü İçinde İrdelenmesi” tartışıldı. Oturumu Yöneten: Niyazi Yaşar, konuşmacılar Leyla Şahin, Metin Cengiz ve Hüseyin Haydar’dı. Tanıtımları Gürsel Fırat, Nurcan Çelik ve Dilruba Nuray Erenler yaptılar; müzik ve şiir dinletisinde Gürsel Fırat vardı.

Bu iki gün boyunca izlediğim sempozyumda şair, yazar, akademisyen, gazeteci ve dergicilerden oluşan katılımcıların anlattıklarını not ettim. Enver Gökçe'yi dinlerken, “acılı kuşak”ın tüm şairlerini acıyla yaşadım. Yaşadığı elli üç yıllık ömrünü devrime ve insani değerlere adayan usta şairin hayatı çok iyi yazılmış bir şiirin izlerini dolu dolu taşıyor görünse de, O, şirine halkının hayatını yüklemiş ve hapishanelerde çürüyen uzuvlarını onunla iyileştirmişti! Şimdi "popülizm" veya "popülizme bulaşmış şiir", onun şiirlerinin ve kendisinin kıyılarında alabora olup batan gemiler gibiydi. O önce bir halkı yaratmıştı kendinde ve kendi şiirini içindeki halkın ellerine bırakmıştı. Bir evrenselliğin, yeryüzünün dört bir yanında hep beraber söylenecek büyük bir dünya senfonisinin bilinçli, yiğit, kahramanı ve usta işçisiydi. Her şiirinde bizi işlemişti… Hasreti, ayrılığı, direnci, umudu… Cevabımızı verir bir bakıma cevabımızı bekleyenlere! Ya da bir selam vermişti içten içe “Sana selam olsun/ Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya/ Canım Türkiye, /Memleketimiz!”

Ne çok şey öğrendim bu iki günde. Kendi diliyle kendini anlatan şair Enver Gökçe: “Bir sanatçının doğru, devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik ve teori arasındaki işbirliğini daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabiliriz.1940 yılına gelinen zamanlarda Türkiye'de çeşitli sanat görüşleri var olmuştur. Bilhassa endüalist sanat biçimine karşı ve toplumcu yanı olan cereyanlar bu devrede etkili olmuştur. Gayet tabi olarak bu toplumcu yanı kuvvetli olan akımın içindeydim. Ve içinde olacağım. Hani eski bir söz vardır: İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Bu çok doğrudur. Yani düşüncesini, yani bilincini onun sosyal hayatı, sosyal pratiği belirler. İnsana kendi çevresinde olan ilişkiler gene diyalektik bir bakışla açıklanabilir. Sanat ise daha karmaşık bir olaylar zinciridir. İyi, başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik, sonra da estetik bir kılıf zorunludur” sözleri salonu acıyla karışık coşturdu.

Anlatılanlardan anladım ki Enver Gökçeyle, çeşitli ülkelerde farklı görünümler kazanan bu akım, Türkiye’de de başlangıçta sadece belli konulara bağlıymış gibi algılanmış. (Yoksulluk, kapitalizm eleştirisi, emek sömürüsü gibi) Ardından, siyaset ve edebiyatın görev alanlarının yeniden netlik kazanmasıyla, bu akıma olan bakış açısı da farklı bir boyut kazanmış. Toplumsal gerçekçilik, ülkemizde bu akımın en güçlü sesi olan Nazım Hikmet ile başlamış, zamanla Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Arif Damar, Attila İlhan, Ahmet Arif, Şükran Kurdakul gibi sanatçıların da eklenmesiyle, önemli eserler verilmiş.

1950’li yıllara gelindiğinde ise Hasan Hüseyin, Ceyhun Atuf Kansu, Talip Apaydın, Mehmet Başaran gibi şairler, "toplumcu gerçekçilik" saflarında yer almışlar. Yirminci yüzyılın başlarında, neredeyse tüm dünyada eşzamanlı olarak gelişen siyasal ve toplumsal hareketlere bağlı olarak yeni bir edebiyat akımı doğmuş. "Toplumsal gerçekçilik" ya da "sosyalist gerçekçilik" adı verilen bu akım şiirden, edebiyatın ve sanatın her alanına kadar geniş bir yelpazede etkisini göstermiş. Emekçilerin sorunlarını, emek-sermaye çelişkisini ve yaşamsal kaygılarını konu alan bu akım, “toplum için sanat” görüşünü temsil ediyormuş. Bu akım için, bir bakıma sosyolojik karakterli bir edebiyat akımı dersek, yanılmayız.

“Sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben büyük sanatçılarda bu içeriği ve estetik yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür. Örneğin, Nâzım'da ve Neruda'da bu sosyal ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak buradan gelmektedir.” diyen Enver Gökçe, Pablo Neruda’nın şiirlerinin de çevirisini yapmıştır.

Anladım ki Sanat, bilinç ve duyarlılık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç ne salt duyarlık tek başına yeterlidir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin tanımlayıcı araçları olarak görüyoruz.

Bu sempozyumda tam da bu yazdıklarımızı hayata geçirdik. Baştan bakıldığında asıl mesele, insanın görüşlerinde kararlı olmasını meydana getirmiştir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namuslu hem de bilinçli olmak şarttır. Gerçek sanatçı, pazarlıkların, küçük hesapların insanı değildir ve olamaz da Ahmet Arif’i inceleyen şiir üstadları der ki, her şairin çıraklık, kalfalık ve ustalık dönemi olur ama Arif tek kitabı ile sadece ustalığı yaşamış ve zirvededir. "Şairlerin müşterek toprakları vardır. Şairler, o müşterek topraklarda hudutlarını koyarak birbirlerine doğru giderler. Önemli olan, etkinin içte eritilmesidir.” der İlhan Berk.

Bundan kasıt, kimi şairlerin benzer yönelimler içinde olabileceği, aynı kuşağın içinde yer almak, usta-çırak ilişkisi ya da benzer referanslarla hareket etmek gibi birçok ortak noktanın bu müşterekliği oluşturduğudur. Hani birçoğumuzun Ahmet Arif’in etkilendiği, çağdaşlarının tamamından farklı bir kalemle yazan, kendini sürekli yenileyen ve yine birçok şairi kendi etkisinde bırakan o şair işte! O şair Enver Gökçe işte! O bu gün ve bundan sonra da anılacak.

Tüm çağdaşlarının Nazım Hikmet’in etkisinde kaldığı bir dönemde o sessizce kendi şiirini haykırıyordu kaygısız! “Gel günlerim gel de dol/ Gel Aydınlım, İzmirlim,/ Gel aslanım Mamak’tan/ Erzincan’dan Kemahtan/ Düşmanlar selam ister/ Gözden, gezden, arpcıktan” dizeleriyle salonu çınlatan Gürsel Fırat, İşte bu dizelerin usta şairi, şiirini okuyan insanlara bağırmadan okunması olanaksız şiirler bırakırken, dönemin getirmiş olduğu baskılardan dolayı(ya da baskıların getirmiş olduğu o dönem mi demeliydim?) şiirini bazen susan ve sustuğu yerde apaçık anlaşılan dizeler bırakan şiirlerin şairi…

O yazmadıklarının, sustuklarının şairidir aynı zamanda. Olmayan dizler(in)in şairi! Yaşama hürriyetinin o dönemde ne durumda olduğunu anla(t)mak için şiirin yeterli olduğunu düşünerek, o dönemi de anlattı. Enver Gökçe imgeyi amaç edinmemiş, anlamı daha belirgin bir biçimde vermeye çalışmış, bu da ona güzel bir imge uğruna şiirin bütünlüğünü ve anlamını yitirmemesini sağlamıştır. Hayatını destan gibi onurluca yaşadığı için destanlar yazabilen Enver Gökçe, yaşadıklarını şiirine yansıtırken, tıpkı kâğıtla kan alış verişinde bulunan tek şairdir denilebilir. Şiir anlayışını herhangi bir edebi akım değil, Türkiye halklarının ortak yaşamı belirlemiştir… Dönemin içinde bulunduğu buhranı, Türkiye halklarının acılarını ve kendi hapisliğini bir dantel gibi işleyen Enver Gökçe, zorlu yılların devrimci ozanıdır. O, o yıllara hâkim olan yönetimin karşısında bağrını açıp “Devrim” diye bağırabilen dik bir ozandır!
 

ENVER GÖKÇE'NİN YAŞAMI

Onun hayatını bu iki günde anlatılanlarla özetlemem gerekirse, 1920’de Erzincan’ın Kemaliye ilçesi Çit Köyü'nde doğdu. 19 Kasım 1981’de Ankara’da yaşamını yitirdi. 8 yaşında ailesiyle birlikte Ankara'ya geldi. Ankara Gazi Lisesi'ni bitirdi. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul Kadırga Öğrenci Yurdunda yöneticilik yaparken Türk Ceza Yasası’nın 141. Maddesi’ne aykırı eylemde bulunmakla suçlandı. Yargılanıp ceza aldı. 7 yıl cezaevinde kaldı. 1957’de özgürlüğüne kavuştu. Ardından 3 yıla yakın Çorum'da sürgün cezası çekti. Dönüşünde Ankara’da gazetelerde düzeltmenlik serbest yazarlık yaptı. İstanbul'da Yurtlar Müdürlüğü'nde çalıştı. Doğduğu köye çekildi.

1977'de tedavi için Bulgaristan'a gitti. Dönüşünde tekrar Ankara'ya yerleşip çeviriler yaptı. Son günlerini Ankara’da Seyran Bağları Huzurevi’nde geçirdi.

İlk şiiri 1943'te "Ülkü" dergisinde yayınlandı. Daha sonra Ülkü, Yurt ve Dünya, Ant, Gün, Söz, Yağmur ve Toprak, Yeryüzü gibi dergilerde imzalı imzasız şiirleri yazıları çıktı. Ortak dili zenginleştiren yerel sözcüklerle örülmüş eserleriyle özgün bir şiire ulaştı. Türk şiirinde “1940 Kuşağı” ya da "Acılı Kuşak" olarak anılan toplumcu şairlerin önde gelen temsilcileri arasında yer aldı. Pablo Neruda’dan da şiirler çevirdi. Eserleri: Dost Dost İlle Kavga (1973) Panzerler Üstümüze Kalkar (1977) Şiirler (ölümünden sonra 1982) Eğin Türküleri (1982 DTCF bitirme tezi).

O, gerçek bir ozandır. Gürsel Fırat, Enver Gökçe’nin “Kirtim Kirt” şiirini yorumlarken “değerli şairlerim çok heyecanlandım. Yirmi iki yıllık sanat hayatım bir nefeste çiçeklendi...” diye duygulandı. Kirtim Kirt (*)/ Can yoktu ki sevdalar düşe,/ Kurt yoktu ki kızıl kana üşe/ Yoktum ki yol geçe/ Yoktun ki haber ulaşa/ Gül yoktu ki, dal yoktu ki../ ... Ve döne döne ateş / Döne döne madde / Gökler yarıla dürüle / Dağlar savrula devrile, / Kırıla döküle yıldız / Sular evrile çevrile / Döğüşe döğüşe madde / Değişe tokuşa madde / Öyle bir vakte erdi ki devran / Döne döne esir / Döne döne gaz / Döne döne atom / Döne döne madde / Döğüşe çekişe madde / Vuruşa vuruşa madde/ Ve zaman değişe değişe / Yosun titreşe, yeşilleşe/ Işık dura değişe / Öyle bir vakte erdi ki devran /Ha dedi kırdı zincirini/ İçerdeki adam / Demir bağrışa bağrışa / Zindan çağrışa çağrışa/ Şöyle buyurdu ki Yusuf/ Dört kitaptan daha büyük : / "Demek bu hayat, / Önce sana bana yük / Demek su kimin/ Toprak kiminse/ Motor, elektrik, ve ışık kiminse/ Demek sultan odur. / Demek insan bölük bölük. / Yaşıyorsun ölüyorsun demek./ Nasıl yaşıyorsan/ Öyle düşünüyorsun demek/ Demek insan / En yüce mertebede hayvandır / Yeni anladım / Alet kullanan ve yapan/ Tilki tarlayı masallarda sürer,/ Manyetoyu çeviremez tavşan./ Devril başımdaki kader/ Dökül dilimdeki yalan/ Tutuş beynimdeki kibrit/ Kirtim kirt/ Kirtim de kirt/ Kirtim de kirtim/ Kirtim kirt" / Bir yandan demirciler / Demir döğe denge denk / Bir yandan boyacılar / Boya vurur renge renk / Bir yanda/ Kurtuluş savaşçıları/ Bir yanda esaret/ Bir yanda termonükleer çağ/ Bir yanda balistik şirret/ Evvel madde/ Ahir fikir/ Dolan göğümdeki hava/ Salın yanımdaki fakir/ Salın proleterya/ Geber başımdaki bit/ Kirtim kirt/ Kirtim de kirt/ Kirtim de kirtim/ Kirtim kirt/(*) Kirtim kirt: Halı tezgâhlarının çalışırken çıkardığı ses.

Hüseyin Haydar ve Metin Cengiz’in anlattıklarını yazarken o dönemde bile batı şiirini aşmış, sınıf mücadelesini hayatın her alanında ilmek ilmek işleyen bu şairlerle, ülkemle iftihar ettim. Toplumcu şairler Nazım Hikmet etkisiyle başladıkları şiir serüvenlerinde 1920’li yıllarda Marksistler tarafından belirlenen “ halk için sanat” ilkesine bağlı kalmışlardı. Bu nedenle hemen tümü halkın acılarını, dertlerini, yoksulluğunu işlemişlerdi. Halk şiirine, halk diline özgü bir anlatım sergilemişlerdi. Ancak toplumcuların bütün şiirleri halk söyleyişi ve halk edebiyatına özgü bir anlatımla kaleme alınmış değildi. İdeallerini ortaya koymak her zaman öncelikli olmuştur. Halk dili ve söyleyişi özellikle sıradan insanların problemlerini, köylülerin yoksulluğunu, çektiği acıyı işleyen şiirlerde söz konusudur. Savaşların getirdiği tahribatı, barışa duyulan özlemi, insanların çektiği acıları ve yoksulluğu, insanlara sevgiyi ve acıma duygusunu şiirlerinde bütün boyutlarıyla işlemişlerdi. Toplumcu duyarlılığı öncelikli ele almışlardı. Bunu yaparken de problemlerini ele aldıkları halkın dilini, söyleyişini, zevkini göz önünde bulundurmuşlardı.

Bu süreçte, Halkevleri ve Köy Enstitüleri’nin çabalarını ve etkisini halk söyleyişinin egemen olmasında göz ardı edemeyiz. Böylece, 1940’lı yıllarda bir yanda yozlaşmakta olan Batı kentsoylu kültürünün etkisinde aşırı biçim deneyleri; öte yanda içerikte yepyeni atılımlar, içeriğin zorlamasıyla ortaya çıkmış değişik biçimler, değişik söyleyişler… İkinci Dünya Savaşı’nın tehlikeleri karşısında iyice hoşgörüsüzleşmiş baskıcı yönetimlere tepkidir. Senin gibi şairi bu usta anlatıcıların diliyle yazmak çok zordu. Sen ne büyüksün şair Enver Gökçe! Acıların diner mi bilinmez ama daha nice sempozyumlarla her yıl anılacaksın; adına yarışmalar düzenlenecek her sene ve daima…

Nezihe Altuğ

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM