Son Dakika



Prof. Dr. Gülümser Heper'in doğa-insan-sağlık üzerine gerçek edebiyat okurlarına söyledikleri şöyle:

Doğada yaşamak iyileştirici midir?

Prof. Dr. Gülümser Heper: Doğanın iyileştirici gücü tartışılmaz. Bu gücün tespiti ve gereği tarihte yapılmıştır. İnsana, doğaya, doğanın iyileştirici gücüne inanan birçok medeniyet bu nedenle hastanelerini oksijeni yüksek büyük bahçelerin içine,dağlara, tepelere ve ormanlık bölgelere kurmuştur. Eğer kurulan bölgede ağaç yoksa da insan eliyle bir orman yaratmıştır.

Günümüz hastaneleri mi doğa mı? 

Büyük Türk alimi ve tabibi Razi, hastane kurmak için en ideal bölgenin havası temiz bir bölge olması gerektiğini dün dünyaya öğreten kişidir. Razi’ye halife tarafından Bağdat’ta bir hastane kurulması emri verilmiş. Bunun üzerine Razi en ideal bölgeyi tespit etmek üzere deneysel bir çalışma yapmış. Taze kesilmiş beş hayvan budunu çengellerle Bağdat’ın beş ayrı bölgesine yerleştirmiş. Günlük kontrol ederek etlerin çürüme sürecini takip etmiş. Razi etin en son çürüdüğü bölgeyi hastane kurmak için ideal bölge olarak tanımlamış. Burası Bağdat’ın yerleşim bölgesinden uzakta, rüzgar akımlarının eksik olmadığı tepelik bir bölgeymiş. Bugün beton blokların içinde penceresinden sadece diğer blokları gözleyen, kapalı sistemde havalandırması olan hastanelere baktığımızda, doğayı ve iyileştirici gücünü bilmeyen anlamayan cahil bir hastanecilik sistemi ile karşı karşıya olduğumuzu görüyor ve üzülüyoruz. Hastane kurma ve işletme sistemi tarihin çok gerisinde kalmıştır. Bu türden hastanelerde insanın ruhsal ve fiziksel olarak iyileşmesi mevzubahis olamaz.

Hastane odasının ve manzarasının hastaların iyileşmesinde ne kadar önemli olduğunu gösteren yeni bir çalışma da mevcut. Bu çalışma ABD’de Pensilvanya’da kenar bir bölgede kurulan bir hastanede yapılmış. Sıradan safra kesesi operasyonları sonrası odasından bahçedeki ağaçları yüksek tepeleri gözleyen hastalarla, odasından sadece karşı binanın duvarlarını gözleyen hastaların iyileşme süreçleri günlük takip edilmiş. Hastane odasından doğayı gözleyenlerin daha hızlı iyileştiği, daha az ağrı kesici kullandığı ve daha az komplikasyon geliştiği gözlenmiş. İşte bu doğanın iyileştirici mucizesidir.

Günümüzde doğanın iyileştirici gücünü bilen bazı hastane işletmecileri hastane konseptinin içine, hasta odalarına ve bekleme salonlarına doğa görüntüsü veren sanal köşeler oluşturmaya çalışıyor. Bu türden binalarda bile hastaların, yakınlarının ve personelin stres, kızgınlık ölçütlerinin daha düşük, ağrı hislerinin daha az olduğu tespit edilmiş. Yine bu türden hastanelerde kişilerin kan basıncının daha düşük, kalp ve beyin aktivitelerinin daha düzenli olduğu tespit edilmiş. Doğaya ait görüntülerin sanal dahi olsa iyileştirici, yatıştırıcı gücünün hakkını teslim etmemiz gerekmez mi?

Doğayla temas nasıl olmalı? 

Doğanın iyileştirici etkisinin maksimuma ulaştığı durum insanların çıplak ayakla yürümesi halinde gerçekleşir. İnsanlar çıplak ayakla doğayla temas ettiğinde, vücudumuz topraktan çok miktarda negatif elektron absorbe eder. Doğayla vücudumuz arasındaki elektriksel iletişim duygusal ve ruhsal açıdan iyi hissetmemize neden olur. Doğayla olan ilişkimizi görüntünün ilerisine taşımak doğrudan temas sağlamalıyız.

Doğayla temasın iyileştirici gücü inflamasyonla (mikropsuz iltihap) mücadelede ispatlanmıştır. İnflamasyon dediğimiz hemen bütün kronik hastalıklarda görülen olgu yani iltihap, bütün kronik hastalıkların temelidir. Bu olguyu diyabetten kansere, bağırsak hastalıklarından romatizmal hastalıklara, kalp hastalıklarından beyin hastalıklarına kadar bütün kronik hastalıklarda görürüz. Doğayla doğrudan temasın, daha iyi bir uyku, daha az stres ve ağrı, daha hızlı yara iyileşmesi ve daha akışkan bir kan profili sağlayarak kronik hastalıklarda iyileşme sağladığı bilinmektedir. 

Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde kurulan hastanelerin yeri, konumu, bina ve bahçe dizaynına baktığımızda tarihsel bilgiye dayanan bir hastanecilik ve muazzam bir doğanın iyileştirici gücüne saygı görürüz. Atatürk’ün sanatoryum hastanelerini kurduğu yerleri gördüğümde Razi’yi, İbni Sina’yı tanıdığını, okuduğunu adım gibi biliyorum.

Hastalara ve henüz hasta olmayanlara kişisel önerileriniz neler olur?

-Ofis, ev gibi en çok zaman geçirdiğimiz bölgeleri mutlaka çiçeklerle, bitkilerle doldurmalıyız.

-Doğayı gözleyen bir evde yaşamayı tercih etmeliyiz. Şayet mümkün değilse bulduğumuz her boşluğa doğa resimleri koymalıyız.

-Hayat kalitemizi yükseltmek, depresyon, anksiyete ve stresi azaltmak için doğada zaman geçirmeliyiz.

-Çalışma hayatımızın arasına mutlaka doğa yürüyüşleri ve egzersizleri ilave etmeliyiz. Pozitif düşünmek, kronik yorgunluğumuzu çözmek, yalnızlık hislerinden kurtulmak için doğaya dönmeliyiz.

-Gıdalar aracılığıyla doğayla bağlantı kurmak da iyileşmek, iyi hissetmek için olmazsa olmazdır. Dalından koparılan bir elma, bostandan koparılan bir salatalık veya dağdan toplanan bir otun yenmesiyle vücudumuzda oluşacak mucizelere emin olabilirsiniz.

Son olarak: Biz hekimler, D Vitamininin eksikliğinin güneş görmemekle ilişkisini ve yüzlerce hastalıkla olan bağlantısını yeni yeni öğreniyor ve şaşırıyoruz. Şaşırmamızın nedeni Tıp Tarihini ve halk kültürünü bilmememizden kaynaklanıyor.

Oysa atalarımız “Güneş giren eve doktor girmez” diyeli yüzlerce asır geçmiş. Ve yine Razi, “İnsan yediklerinden ibarettir” diyeli bin yıl geçmiş. Tıp Tarihi bilmemek, okumamak hem bizlere hem tedavide zorlandığımız hastalara ağır bedeller ödetiyor. Daha da ödetecek görünüyor… 

Prof. Dr. Gülümser Heper
Gerçek Edebiyat 
 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM