Cana Cana Cana!... / Özgen Ergin
Nisan 1996 İsrail - Ölüdeniz / -Lut Çukuru-
Gece yarısında kapkara görünen Ölü Deniz’in karşı kıyısındaki Ürdün’de, kaygılı ışıklar belli belirsiz göz kırpıyordu. Kaplıca-Otelin üst katındaki teras-barda, yaprak kımıldamıyordu. En küçük bir esintinin olmadığı bunca sıcakta, çoğunluk buz gibi bira içerken ben barmenin iyice soğuttuğu beyaz İsrail şarabı içiyordum.
Küçük (!) savaşa karşın, sabahtan akşama kadar çırılçıplak güneşlenen Avrupalı hastaların, hemen üstümüzden uçan savaş uçağı pilotlarına gülerek el sallamasına, Ölü Deniz, çürük yumurta kokusunu andıran iğrenç sülfürik asit kokusu salarak tepki gösteriyordu. Hastalar için önemli olan savaş değil, güneş, daha çok güneşti... Ölü Deniz’i yerin dört yüz metre dibine dek ışınlayan kızgın güneşin, ışınlarını daha derine saplamasıydı.
Nisan ayı boyunca küçük savaş sürüyor, iki hafta içinde Güney Lübnan’da yüz yetmiş sivil öldürülüyor, terasta yüzlerce eklem hastası çırılçıplak güneşlenerek, günde en az üç litre su içiyordu. Kaplıca-Otelin barı gece yarısı kapanıyordu. Dayanılmaz gece sıcağında uyuyabilmeyi gerektiren yorgunluğu sağlayabilmek için, son durak bodrum katındaki diskoydu. Ürdün kıyısındaki tepelerde uçuşan ışıklara, terastan son bir kez baktıktan sonra asansörle aşağı indim.
Hava soğutucusu üşütecek denli güçlü, fıçı birası olağanüstü soğuk, buz gibiydi. Diskoda Amerika’da listeye giren tekno, hiphop, parçalar çalıyordu. Eklem hastalarının kimi, barın kapanması yüzünden bira içmeyi sürdürmek, kimisi de dans etmek özlemiyle bodrumu doldurmuştu. Ülkelerinde yılda bir kez bile diskoya gitmeyen, orta yaşın üstündeki insanlar sabaha karşı içilen biraların etkisiyle dans ederek ter içinde kalıyorlardı. Hem de tam bir haftadır, her öğleden sonra üstümüzden geçen savaş uçaklarının, Güney Lübnan’daki sivil yerleşim kamplarını bombaladıklarını bilmek, duymak istemezcesine... Bu insanlar, uçaklar Lübnan’dan dönüp tam da otelin en üst katındaki terasın üstünden hızla geçerken, çıplak popolarını selamlayan pilotlara gülerek el sallamalarına aldırmadan, diskoda umursamazca yorularak günü tamamlıyorlardı.
Saat ikiye doğru, Kudüs’te devriye gezerken ayaklarını Filistinlilerin attıkları suikast bombasıyla kaybettiklerini, ancak ertesi gün öğrenebildiğim, iki esmer İsrail askerini, tekerlekli sandalyede sürerek diskoya getirdiler. İkisinin de dizlerinden aşağısının tutmadığı, ayak bileklerinin sallanışından belli oluyordu. Her birine kısa saçlı bir genç asker yardım ediyordu. Bu gençlerin dördü de yirmi yaşlarında gösteriyordu. Her birisinin başında, kısacık saçlarına tokayla tutturulmuş Yahudi takkesi vardı.
Tekno müziğin ritmiyle sarsılan Avrupalı bedenler, bir anlık duraklamadan sonra, küçük dans pistinde ikiye ayrılıp kopuk ayaklı gençleri beklediler. Gençler, tekerlekli sandalyelerini elleriyle sürerek gelip pistin ortasına durdular. Gençlerden birisi, müziğin ritmine uyarcasına, kendi ekseninde hızla iki dönüş yaptı. Bu ritmik dönüşe öteki de katılarak, bir dönüş de o yaptı. Dansı yarıda kesenler, az önceki beden sarsıntılarına, düğmeye basılmışçasına yeniden kavuştular.
Otuzlu yaşlarda dolgun vücutlu, uzun boylu bir kadın, tekerlekli sandalyesini bir o yana bir bu yana çevirerek, oturduğu sandalyede dans eden gençlerden birine ellerini uzattı. Müziğin ritmine uyarak onunla dans etmeye başladı. Beyaz saydam eteği içini olduğu gibi gösteriyor, yandan şeritli minicik külotu, müzik ritminde değişen fosfor sarısı, fosfor moru, fosfor mavisine dönüşüyordu. Kadının dans ederken gencin yüzünü görmek için öne eğilmesi, genç erkeğin kadını görmek için oturduğu sandalyeden, iyice yukarı bakması gerekiyordu. Kadının yüzünde övünç dolu bir mutluluk, gencin yüzünde, -daha doğrusu- parıldayan siyah gözlerinde, anlaşılmaz, tedirgin bir ışıltı vardı...
* * *
“Güney Lübnan’daki sivil bölgeye yoğun saldırı emri verildiği anda, ne kadar sivili öldürmek zorunda olduğumuzu bilmiyorduk.
İlkyardım arabasıyla kaçmaya çalışan sivillerin içinde, on yaşında, üç yaşında çocuklar, on bir aylık bebekler olduğunu bilmiyorduk.
Ama tüm ilkyardım arabalarını, tanksavarla havaya uçurma emrini aldığımızı biliyorduk.
İlkelerimiz arasında onları öldürmemek, onları bağışlayıp sağ olarak elimizden kaçırmak diye bir şey yoktu.
Dört yüz bin insana, sekiz saatlik bir süre içinde Güney Lübnan’daki evlerini terk etme emrini verme yetkisini almıştık.
Cana’daki Birleşmiş Milletler Kampı’nda korunduklarını sanan her Arap barakasında, kaç çocuğun yaşadığını bilmiyorduk.
Cana Mülteci Kampı’nda yüzü aşkın insanı öldürmek yalnızca on iki dakika sürmüştü.
Arap kurbanlarımızın üstüne on iki dakikada, on altı bin top mermisi yağdırmıştık.
On iki dakikada, kaç kez düşünebilirdik ki...
Onları, gururla, kahramanlıkla, kendini beğenmiş bir delilikle öldürdük.
Makine tıkır-tıkır işledi, her asker kayıtsız şartsız bu makinenin bir parçası oldu.
Kudüs’e döndükten üç gün sonra, ben de o korkunç patlamayı yaşadım. Hastanede uyandığımda, dizlerimin felç, ayaklarımın parça parça olduğunu söylediler...”
* * *
Sarışın genç kadınla, tekerlekli sandalyedeki genç askerin dansı, neredeyse yarım saat sürdü. Kadının yüzüne, dolgun göğüslerine bakarken, boynu yorulup başı göğsüne düşen genç asker, gözlerini tam karşıya diktiğinde, kadının titreyip binlerce kez kısacık devinimlerle sarsılan külotundan başka birey göremiyordu.
Sabahın üçü oldu.
Tekerlekli sandalyede oturan, ayakları kopuk İsrail askerinin dans boyunca kurduğu hayâl, sarışın kadının dans boyunca gösterdiği yakınlığın, mutlu bir sonla doruğa ulaşmasıydı.
Kadın, sürerdi tekerlekli sandalyeyi disko kapısındaki asansöre, çıkarlardı odasına. Genç askeri, sandalyesinden kucaklayarak kaldırmasına bile gerek kalmadan, ince şeritli minicik külotunu tek parmağıyla çıkarıp genç erkeğin kucağına oturabilirdi.
Saydam etekli kadın, bu gözüpekliliği gösteremedi.
Oysa ne kadar iyi yürekli, ne kadar da iyilikseverdi...
Özgen Ergin
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR