Budizm ve Anadolu'nun Müslüman tasavvufi tarikatları / Baykan Sezer
Bu yazı Baykan Sezer'in 1976 yılında Prof. Dr. Cahit Tanyol, Prof. Dr. Mehmet Taplamacıoğlu, Prof. Dr. İbrahim Yasa, Prof. Dr. Şerif Mardin ve Prof. Dr. Toker Dereli'nin jüriliğinde sosyoloji doçentlik tezinden alınmıştır.
Anadolu'nun Müslüman tarikatları ve hakkındaki görüşler bölünmüştür. Konu üzerinde tam bir mutabakata varmak şu ana kadar mümkün olmamıştır. Öncelikle Köprülü'nün, Şamanizm ve Türk halkının Orta Asya mirasının, Müslüman Anadolu'da dini hareket üzerinde belirleyici etki yaptığını ileri süren tezi vardır.1 “Köprülü, Osmanlı uygarlığının özgünlüğünü ortaya koymak için çok haklı bir şüpheden yola çıkıyordu.”2Ama yine de bu sorun, tatmin edici bir açıklama bulmamaktadır. Müslüman tasavvufi tarikatlar konusunda Budizm'den de bahsedilmiştir.3 Burada tartışmak istediğimiz görüş budur. Gerçekten de Budizm ile Müslüman tarikatlar arasında yakınlıklar saptamak ve benzerlikler kurmak kolaydır. Yukarı Asya bozkır halklarının göçleri sonucunda Budizm'in Anadolu üzerinde doğrudan etkisi olduğu gösterilmeye çalışılabilir. Eğer doğrudan bir etki varsa, sorunu kesin bir çözüme kavuşturmayı uzmanlara bırakıyoruz. Biz burada, (Budizm ile Müslüman tarikatlar arasında) benzerlikler varsa, bunun, içinde doğdukları toplumsal koşullar ve iki yarımadanın tarihinde her birinin oynadığı roller arasındaki benzerlikler nedeniyle olduğunu ortaya koymakla yetineceğiz. Budizm, doğuşundan itibaren Brahmanizm ile ilişkileri dışında bir tarihi anlama sahip değildir. Hint uygarlığı bir noktada Yakın Doğu uygarlıklarıyla benzerlik gösterir. Mısır'da Nil, Mezopotamya'da Fırat ve Dicle ırmakları ülkeyi boydan boya kat ederek insan topluluklarına siyasi ve toplumsal bir birlik kazandırırken, Hindistan, tek bir sulama sisteminin, dolayısıyla tek bir siyasi birliğin kurulmasını engelleyen birden fazla ırmak yüzünden bölünmüş kalacaktır. Parlak bir tarım uygarlığının yanında barbarlık aşamasında kabilelerin varlığına izin veren budur. Barbar halklarla komşuluğun Yakın Doğu uygarlıkları için doğurduğu sorunlar Hindistan'da da bulunmaktadır. Bu basit açıklama bize, aynı coğrafi ortamda eş önemde iki dinin gelişebilmesinin anahtarını vermektedir. Şu bir gerçektir ki Hindistan'da din, öncelikle tamamen toplumsal olan olguların teolojik düzeydeki yansımasıdır.4 Brahmanizm, Hint uygarlık modelinin teolojik dille ifadesidir. Kast sistemi ile içinde doğduğu toplumsal ve ekonomik örgütlenmeyi onaylamaktadır. Elbette, bir de yerleşik tarım uygarlığında bir yer edinememiş ve bu uygarlığın peşi sıra sürüklenen halk, “kast-dışı” nüfus vardır. Brahmanizm, sorundan haberdardır ancak çözüm getirmemektedir. Bu halk kütlesini “kast-dışı” olarak sınıflayarak bünyesinden atmaya çalışmaktadır. Üretici, dolayısıyla zengin toplumda bir yer edinmek için çabalayan “kast-dışı” halkın istekleri Buddha ile bir sözcü bulacaktır. Selametin yolu herkese açıktır diyor Buddha .5 “Selamet Yolu” nitelemesini tarım uygarlığının zenginliği olarak anlamak gerekir. Öyleyse Brahmanizm'i yerleşik düzenin dini, Budizm'i ise marj-dışı kalmış halkların dini olarak tanımlarsak yanlış yapmış olmayız. Budizm tarihte özel bir rol oynamıştır. Hint toplumunda üretici olmayan halkların toplumsal intiharına araç görevini üstlenmiştir. Budizm, gerçekte “kast-dışı” halkın sefaletine manevi bir destek kazandırarak, içinde yaşadıkları perişan durumun sürmesine yol açmakta ve bu duruma dini bir açıklama getirerek “kast-dışı” halkın mevcut toplumsal düzeni kabullenmesine izin vermektedir. “Kast-dışı” halk, üzerinde yeni bir toplum düzeni kurabileceği her hangi bir maddi temele sahip değildi. En fazla umut edebilecekleri, faal nüfusu üretimden atıp onların yerini almaktı. Ancak böylelikle “kast-dışı” halk sorunu ortadan kalkmış olmuyordu. Eski üreticiler öncekilerin yerini alıyordu. Kendi sefaletleri ile tarım uygarlığının zenginlikleri arasındaki çelişkiye herhangi bir çözüm getiremeyen “kast-dışı” halk, ayr zamanda toplum için bir tehlike teşkil ediyordu. Budizm, asalak halkların üreticilerle çatışmasından doğan bu tehlikeye teolojik bir çözüm buldu. Buddha, en derin toplumsal eşitliği, en büyük kardeşliği kendi kurmuş olduğu manastır tarikatı içinde getirdi. Ancak, yaptığı devrim manastır duvarları içinde kalmıştır. Buddha, hiçbir zaman kast sistemini yıkmayı amaçlayan bir siyasi değişiklikten söz etmemiştir.6 Bununla birlikte Budizm “kast-dışı” halklar arasında hızla yayıldı ve binlerce mürit buldu. Bunun nedeni gerçek bir devrim için gerekli şartların bulunmaması ve “kast-dışı” halkların kurtuluşlarını bütünüyle manevi bir devrimde aramak zorunda olmalarıdır. Dahası, Budizm'in Hint topraklarında tutunabilmesi, Brahmanizm'in en azından başlangıçta kendisine gösterdiği hoşgörüyle kolaylaştırılmıştır. Bu denetimden uzak gücün kısır devrimlere yönelmesinden ve başıbozuk halkların Budizm'in kurduğu tapınaklarda disiplin altına alınmasından kurulu düzen ancak hoşnut olabilirdi. Birçok Hint imparatoru bu yüzden Budizm'e göz yummuş, Budist manastırlarının beslendiği zengin vakıflar çoğu kez Brahmanizm'e bağlı soylu kişilerin bağışlarıyla kurulmuşlardır. Fakat toplumsal sorunlara kesin bir çözüm getirmekten uzak olan Budizm, sürekli bir toplumsal barış kurmakta yetersizdi. Kısa sürede Hint toplumunda devlet otoritesini baltalayan bir sapkınlık (heresie) biçimine büründü. “Budizm her şeyden önce bütün Hint düşüncesine temel teşkil eden felsefi kavramları inkâr ettiği için sapkınlıktı."7 Budizm'in tarihte oynadığı ve kısaca değineceğimiz bir rolü daha vardır. Bozkır göçebelerinin Asya'daki su boyu ovalarına sızmalarına araç olmuştur. Gerçekte, yerleşik tarım uygarlıklarının karşısına, Orta Asya göçebeleri ile “kast-dışı” halk aynı sorunları çıkarıyordu. Her ikisi de yüksek verimli bir tarımın nimetlerini yerleşik halklarla paylaşmak tutkusundadır. Bu tutkuyu yalnızca dini planda bile olsa dile getiren bir ideoloji, savaşçı göçebelerin elinde uygarlık merkezlerine sızmak için bir araç oluyordu. Bu yabancı fatihler, Selametin yolu herkese açık olduğuna göre, yerli din adına kendilerinin de topluma kabul edilmelerini istiyorlardı. Böylece Budizm, doğduğu topraklarında etkisini gitgide yitirirken yabancılar kitle halinde bu yeni dini kucaklıyorlardı. Hindistan'da Brahmanizm, mümkün tek ekonomik ve toplumsal sistemin ifadesidir. Brahmanizm'e her karşı çıkış Hint uygarlığı için onarımı imkânsız kargaşalara yol açar. Bu nedenle Budizm, son hesaplaşmada yabancı güçlerin oyununu oynamıştır. Brahmanizm hiçbir zaman Hindistan sınırlarının dışına taşamamıştır. Ülkede var olan sulama sisteminin getirdiği bir tarıma bağlı olarak gelişen Hint uygarlığı, içinden çıktığı coğrafi ortama tutsaktı. Aynı tarımın uygulama alanını genişletmeden Hint uygarlığının başka ülkelere taşınması imkânsızdı. Hint uygarlığı özel toplumsal olayların bir ürünüdür ve belirli maddi koşullarla yakından ilişkilidir. Brahmanizm, tıpkı Hint uygarlığı gibi yarımada toprağına bağlı kalmıştır. Brahmanizm misyoner bir din olmaktan uzak olduğu halde, Budizm kısa sürede Asya çapında bir din haline dönüşmüştür. Orta Asya'nın steplerinden gelmiş olan Türk-Moğolların çabası, bu Hint dininin evrenselleşmesinde belirleyici olmuşsa da, onu benimseyen ülkelerde uygun bir alan buldu. Fetihlerinin neden olduğu yıkımdan sonra Türk-Moğollar için de Budist öğretiye uygun olarak barışmayı dilemekten başka bir yol kalmıyordu. Ancak uygarlık merkezlerine yerleştikten sonra hızlı bir biçimde yerleşik halkla kaynaşan Türk-Moğollar, bu ülkelerdeki eski geleneklerin başta gelen savunucuları haline geliyorlar, Brahmanizm veya Taoizm yeniden canlanıyor ve Budizm gözden düşüyordu. İslamiyet, Brahmanizm gibi belirli bir toplumsal düzenin ifadesi değildir. Ancak, tam tersine Doğu ve Batı arasındaki çatışmayla belirlenmiş bir dindir. Bu çatışmada Doğu'nun bakış açısının teolojik plandaki ifadesidir. İslamiyet'in sadece Araplar arasında değil, bütün Doğu'da taraftar bulabildiğini bize açıklayan budur. Fakat İslamiyet'in yayılışı, İslam'ın misyoner bir din olduğu sonucuna varmamıza asla izin vermez. İslamiyet gerçek bir çatışmayla belirlenmiştir ve bu çatışmaya bağlı kalmıştır. Haritayı iyi incelersek İslamiyet'in Fas'tan Endonezya'ya, Doğu'yu çevreleyen bir kuşak üzerinde, Batı ile çatışan ve bu çatışmanın bilincinde olan bölgelerde yayıldığı görülecektir. Budizm, toplumsal bir çıkmazın ifadesidir. Her olumsuz dini tavır, kolaylıkla uluslararası bir nitelik kazanabilir. Benlik, kişilik ifade etmeye imkân tanımayan olumsuz tavır, kısa sürede evrensel dinlerin anonimliği içinde kaybolur. İstilacı gruplar, dünyada kendilerine bir yer arayışında olumsuz dinleri de beraberlerinde götürürler ve kurulu kadroları yıkmak çabalarında taşıyıcısı oldukları dinlerin olumsuz karakterini daha da güçlendirirler. İslamiyet'in en önemli yönü kutsal savaştır -Cihad- ve hep öyle kalmıştır. Bu yön, dünyanın “dar-ül harp” ve “dar-ül sulh” olarak ikiye bölünmesine kadar bütün İslami görüşe hâkimdir. Ortodoks İslam, bu açıdan Batı'yla çatışmada izlenen resmi siyaseti, sapkınlıklar da bu siyaset karşısındaki muhalefeti temsil eder. Resmi siyaset tercihi, doğal olarak bazı siyasi kesimlere diğer gruplara göre üstünlük tanımıştır. Doğu savunması İslamiyet ile başlamış değildir. İslamiyet'ten önce de vardı, Ancak İslamiyet'le birlikte Araplar, Doğu savunmasında üstünlük kazandılar. Arapların gelişine kadar bu rolü oynamış olan İran, Doğu'daki önemini kaybetti. Başlangıçta, İran İslamiyet ve Araplara karşı savaştı. Ama savaşı kaybetti ve Arapların Batı ile olan çatışmada ana stratejik noktaları ele geçirmelerine engel olamadı. İslamiyet, Doğu ile eşanlamlı hale gelince İran'ın İslam dünyası dışında kalması güçleşti; fakat bununla birlikte Doğu'da eski önem ve yerini yeniden elde etmekten vazgeçmedi. İran, Doğu'da yüzyıllarca sürmüş tarihi bir geleneğe dayandığı için, İslamiyet'in ortaya çıkışı ile kurulan yeni Doğu savunma sistemine karşı çıkışların en ciddisi olmuştur. İran'ın kendine özgü sistemi vardı ve yüzyıllar boyu Doğu'nun öncüsü olarak kalmıştı. Sonuçta, kurulu düzene bütün karşı çıkışlar az ya da çok İran'a yakınlaşmıştır. İslamiyet'teki bütün ayrılıklar Hz. Ali'nin kişiliği ile başlamaktadır. Hz. Ali'nin kendisi de, siyasi iktidarın uzun süre başka grupların ellerinde tutmalarından hoşnut değildir ve savaş alanında yenilgiye uğramıştır. Kısa sürede, Doğu'da bütün başarısız iktidarı ele geçirme girişimlerinin simgesi haline gelecektir. Hz. Ali efsanesi, İran İmparatorluğu'nun varisi olduğunu iddia eden bir kadınla evlenen Hüseyin'in hikâyesiyle güç bulacaktır. Mehdi'nin dönüşü, bize muhalefetin iktidarı ele geçirme umudunu kaybetmediğini ve mücadelenin her zaman silahlı mücadele biçimini almasa da devam ettiğini gösterir. Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğu üzerindeki egemenliği ile Yakın Doğu'nun göçebe halkları için, yerleşik uygarlıklara sızmanın yolu kapanmış oluyordu. Ve Osmanlı gücü yıkılmadan tarımın artı-ürününü paylaşmak şansları bulunmuyordu. Üretim faaliyetlerinin dışındaydılar. Ve Doğu'nun öncüsü rolünü kendilerine kapatmış olan Osmanlı'nın gerisine yerleşmişlerdi. İçinde bulundukları durumu aşacak imkâna sahip değillerdi. Yeni bir çözüm sunmakta yetersizdiler. Bir Mehdi'nin ortaya çıkışından başka bir şey umut edemiyorlardı. Ve onu beklerken Osmanlı'ya karşı en büyük ihanetleri yapmaya hazırlardı. İslam'ın sapkın mezhepleri kısa sürede, halifenin merkezi otoritesini sarsmak amacıyla tüm hoşnutsuzları birleştirmek üzere misyoner faaliyetlere yöneldiler. Sorun, Osmanlı İmparatorluğu için aynı biçimde ortaya çıkmaz. Osmanlı, Hindistan gibi bir tarım uygarlığı modelini temsil etmemektedir. Belirli bir siyasetin takipçisi olarak varlığını sürdürmektedir: Asya tipi üretim tarzının egemen olduğu ülkeler, uygarlıklarını korumak için gerekli askeri savunmayı kendileri örgütleme imkânlarından yoksundurlar. Yapay sulama sistemi üzerine kurulu tarımın ilk ortaya çıkışından itibaren, Yakın Doğu'da aynı durum söz konusudur. Asya tipi uygarlıklarda bu görevi yerine getirenler her zaman yabancılar olmuştur. Ordu, neredeyse tamamen ücretli yabancı askerlerden kuruluydu. Yakın Doğu'nun Batı'ya yakınlığı ve (Doğu ile Batı) arasındaki çatışmanın sürekliliği, görevi sadece Doğu'nun savunması olan devletlerin ortaya çıkmasına izin verdi. Asur, tarihte bu devletlerin ilk örneğini oluşturur: Sanayisi savaş olan bir devlet, yalnızca Batı'nın, Doğu üzerindeki tehdidi karşısında Doğu'nun askeri zaafı nedeniyle kurulabilirdi. Osmanlı İmparatorluğu, Doğu savunmasını üstlenmiş devletlerin en kusursuz örneği oldu. Osmanlı İmparatorluğu'nun önemi, toplumda ekonomiyi örgütleme faaliyetinden değil, Yakın Doğu'da askeri bir işlevi yerine getirmesinden ileri gelmektedir. Böylelikle Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi ideolojisi, kendisine karşı çıkanlarla ekonomik düzeyde değil, ama Batı'ya karşı verilen kavgada izlemesi gereken siyaset düzeyinde çatışacaktır. Osmanlı, Batı emperyalizminin müdahalesinden önce Doğu'da ve Balkanlar'da egemenliği altına aldığı üretici ülkelerde, hiçbir zaman muhalefetle karşılaşmadı. Osmanlı otoritesine karşı isyanlar sadece Anadolu'da patlak vermiştir. Osmanlı İmparatorluğu, İslam dini yayıcılığı rolünü çok çabuk bırakmıştır. Osmanlıların olduğu her yerde halkı Allah yoluna sokmanın değil fetihlerin izi görülür. Ayasofya'da minberin altında Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin boyun eğişini temsil etmek için iki yeşil bayrak asılır, her cuma günü hoca vaaz verirken, fetih işareti olmak üzere önünde yalın kılıç taşırdı. Osmanlı İmparatorluğu, kâfire karşı en büyük hoşgörüyü tanımıştır. Din yayıcılığı faaliyetini, eğer sürdürmüş olsaydı kendi denetimi altında tutamayacaktı. Kâfir ile ilişkiye geçmek isteyen ve bir dini reform üzerinde anlaşmaya varmayı umut edenler, Ortodoks Osmanlılar değil, ama softalar olmuştur. Osmanlı Devleti'nin izlediği politika, Anadolu halkını Batı'ya karşı savaştan uzak tutuyor ve Anadolu bu yüzden Doğu öncülüğü rolünden elde edilecek avantajlardan yoksundu. Burada söz konusu olan Anadolu köylüsü değil, Yakın Doğu'da askeri bir güç kuramamış ve Osmanlı Devleti'nin varlığının yerleşikleri yağmalamalarına izin vermediği göçebelerdir. Osmanlı İmparatorluğu, tarihi boyunca Doğu'nun savunucusu rolüne Anadolu Türk halkının itirazı ile karşılaştı. İslamiyet'in öncüleri, akıncıları olan Anadolu Türk halkı, Osmanlı'nın Balkanlar'daki gelişmesi sonucu imtiyazlı durumlarını kaybetmişlerdir. Bu durumda İslam dünyasında itibarlarını yeniden kazanmak için, Osmanlı'nın gerçek Müslüman olduğunu inkârdan başka bir yol kalmıyordu: Osmanlı İmparatorluğu gerçek Müslüman dinini barındırmıyordu. İslam'dan uzaklaşmıştı. Dolayısıyla bir Doğu devleti niteliğini kaybetmişti. Böylelikle Anadolu Osmanlı hilafetinden uzaklaştı ve değişik tarikatlar etkilerini hemen hemen bütün Anadolu halkı üzerinde yaydılar. Göçebe Anadolu, özellikle Doğu Anadolu Osmanlı'dan koptu ve ülkeyi bir “dar-ül harp” alanına çevirmek için yabancı güçlerle işbirliğine her zaman hazır oldular. Ama Osmanlı'ya karşı gerçekçi bir yedek siyaset hayata geçiremeyen ve böylelikle Anadolu'nun konuk-sevmez toprağında geçimini de sağlamayan Anadolu'nun göçebe halkı, olumsuz bir durum içine girecektir. Bu noktada, Anadolu İslam tasavvufu bize Budizm'i hatırlatır. Osmanlı her zaman göçebe Türkmenleri yerleşik duruma geçirmeye ve böylece çatışmadan kaçınmaya çalışmıştır. Ama sorun bazen imkânların sınırlarını aşıyordu, o durumda dini ayrışmalara göz yumuyor ve denetimini kurmaya çalışıyordu. Anadolu'da tarikatlar Osmanlı İmparatorluğu boyunca faaliyetlerine devam etmişlerdir. Osmanlı'da Kap, işlerin iyi yürütülmesinden, yoksul halkın gözetilmesinden sorumludur. Bu nedenle, bazı koşulları yerine getirmesi kaydıyla tekkelerin devamına göz yumulmuştur. Tekke müritleri üretici olmadıklarını bilecekler ve azla yetinmeyi kabulleneceklerdir. Kendilerine izin verilen felsefe, “bir hırka, bir lokma” olmuştur. Yine, müritlerin tekkeler içinde dünyadan el etek çekmeleri gerekecektir. Osmanlı Devleti, ayrıca vakıf yoluyla bu tekkeler için gerekli ilk sermayeyi de karşılamıştır. Ancak bu sermayenin döner sermayeye dönüşmesi, kendi kendine yetmesi gerekmektedir, müritler kendilerini gündelik işlere verecekler ve böylece topluma yük olmaktan çıkacaklardır. Brahmanizm'den doğan Budizm, her şeye rağmen sağlam bağlarla ona bağlı kalmıştır. Birbirinden ayırt edilmeleri güçtür. Budizm, yeni ve özgün bir din olarak örgütlenmekten çok, bir Tanrı'nın varlığını reddet. meye kadar gidecektir. Anadolu tasavvufu ise, kendi açısından gerçek bir Müslüman hareketidir. Ortodoksluğun dışında, bazen de karşısında gelişir ama asla onunla ilişkisini koparmaz. “Kast-dışı” halklar, kurtuluşlarını Asya tipi üretim uygarlığı çerçevesinden başka bir yerde umut edemezlerdi. İdealleri her zaman Brahmanizm'in idealiyle aynı kalmıştır. Yeni bir toplumsallık önermediler, sadece kabul edilmek istediler. Anadolu halkları ise, aslında Osmanlılarla aynı siyaseti, ancak kendi hesaplarına izlemek istiyorlardı. Kurulu düzen tarafında temsil edilen ideallerden tamamen kopmak, her ikisi (Budizm ve Anadolu tasavvufu| için de zordu. Budizm kendini bağımsız bir dine dönüştürme şansını bulmuştur. Ancak Hindistan'da değil, Orta Asya devletlerinde. Hindistan'a yönelmiş olmakla birlikte, Orta Asya toplumları tamamen ayrı özelliklere sahiptir. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu'na itiraz edenler, nerede olurlarsa olsunlar Osmanlı modelini yeniden kurmak durumundaydılar. İran da Osmanlı'nın kötü bir kopyası olmaktan ileri gidemedi. Yakın Doğu'dan asla kesin olarak kopmamıştır. Çok istediği Doğu'nun savunuculuğu rolünü oynamasına izin vermeyen budur. Toplumda hiçbir maddi temele dayanmayan (Budizm ve Anadolu tasavvufu) kutsal buyruk önünde boyun eğmeye yönelmişlerdir. Yaşamda faydasız olduklarından kendilerini gönüllü olarak ölüme adarlar: Her iki dini hareket de, müritlerinden dünyevi bağlardan sıyrılmalarını ve ruhta değişmelerini ister. Yoksulluk fazilete dönüşür. Budizm ve Anadolu mistik tarikatları devlet-karşıtı dinlerdir. Misyoner niteliğine sahiptirler. Dergâhları, nüfusun miskinleri üzerinde devletin bir denetim aracıydı ve bu denetim gevşediğinde bir ihanet yuvasına dönüşüyordu. Eğer (Anadolu'nun tasavvufi tarikatlarıyla Budizm arasında| benzerlikler varsa, bizim düşüncemize göre bunun nedenini Budizm'in Anadolu üzerinde doğrudan bir etki yapmasında değil, daha çok kendi ülkelerinde oynamış oldukları rolün kimliğinde aramak gerekir. (Fransızca’dan çeviren: Cenk Demirkıran) NOTLAR *29 Haziran 1970'de Strasbourg'ta XII. Conference Internationale d'Etudes Altaiigues'de sunulan bildiri için hazırlanmış notlardan oluşmaktadır. 1Önceki bölümde yayınlanan Fransızca metnin çevirisi üzerindeki son okuma ve düzeltmeleri için Zerrin Baydar" a teşekkür ederim. 2KÖPRÜLÜ, Fuad, “Inşuence du Chamanisme Turco-Mongol Sur les Ordres Mystigues Musulmans”. 3KÖPRÜLÜ, Fuad, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülahazalar. 4GÖLPINARLI, Abdülbaki, Tasavvuf. 5GROUSSET, Rene ve DENIKER, Georges, La Face de VAsie 6 SROUSSET, Rene ve DENIKER, Georges, a.g.e. 7YOUNG, Georges, Constantinople - Des Origines A Nos Jours. Prof. Dr. Baykan Sezer
(Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, Doğu Kitabevi, s.181-188)
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR