Son Dakika



Erdem Bey uyanalı epey olmuştu. Üzerinden bir türlü atamadığı uyuşuklukla sağa sola dönüp duruyor, yeni güne başlama cesaretini bir türlü gösteremiyordu. Dışarıdaki yaşamla pek bağının kalmadığını düşünerek geçmişte kalmanın daha iyi olacağına kendini inandırmıştı. Gençliğindeki eşitlik, dürüstlük, adalet, hoşgörü ile bezenmiş çevresini özlemle hatırlarken bu günlere bir türlü uyum sağlayamıyordu. Çevresindeki insanlar arasında iyice aşınmış güven ve bozulmuş uyuma tanık olmak Erdem Beyi yalnız bir insan yapmaya yetiyordu. Giderek insanlara karşı olan ilgisini ve sorumluluğunu da yerine getiremeyen bu ince düşünceli adamı karısı da altı ay önce yalnız bırakarak evini terk etmişti.  Beynini meşgul etmesinin bir türlü önüne geçemediği zıtlıklarla dolu  karşılaştırmalar onu  yalnızlaştırmıştı. Oysa gençlik günlerinden ileriye baktığında daha iyi daha güzel ve yaşam sevinci ile dolu günler görünüyordu.

Dürüst olmak gerekirse gerçekten gençlik günleri her yönü ile bu günden daha mı iyiydi? Yoksa hep geçmiş günlerdeki olumlu ve insanları mutlu yapan olayları mı hatırlıyordu? İlerlemiş yaşının neden olduğu bir dizi bedensel sızıları ve ağrıları ile yüzleşmek korkusundan da olsa gerek hareketsiz kalmanın daha iyi olacağını düşündükçe adeta demir bir külçe gibi iyice yatağına gömülüyordu ki birden geçen gün okuduğu makaleyi hatırladı: Hareketsizlik ve sosyal çevre yoksunluğu bir dizi fiziksel  ve ruhsal hastalıkların baş nedenleri arasındaydı. Aralık kalmış balkon kapısından içeriye sessizce sızıp akılları durduran ıhlamur çiçeklerinin kokusu, üzerinde ki uyuşukluğu atmaya yetmişti. ‘’Nerede o eski günler’’ metaforunun basmakalıp söylemine, kapılmadan konuyu değerlendirmek ve tartışmak için sayıları iyice azalan arkadaşlarından biriyle Çağatay’la buluşmaya karar verdi. Böylece artık Erdem Beyin yatağından çıkma, sosyalleşme ve güne başlama için bir nedeni vardı.

Okuluna gitmek için evinden çıkan Atakan’la asansörde karşılaştıklarında günün sorusunun ne olabileceğini tahmin etmek her zaman olduğu gibi heyecan vericiydi. Atakan’ın aklına gelen her konuda sorular sorması Erdem Beyi umutlandırarak mutlu etmeye yetiyordu. Lepiska saçlarının mavi gözlerini örttüğü, umut dolu yarınları temsil eden bu on yaşındaki genç adamın ön yargılardan uzak samimi ve çocuk saflığındaki öğrenme merakı son derece değerliydi.  Öğretmeni  bir sonraki derste güneş tutulmasını anlatmaları için araştırma yapmalarını ödev olarak vermişti. Atakan’ın da bu sabah ki sorusu ‘güneşi kim tutuyor’du. Koca gövdeli ıhlamur ağacına kadar birlikte yürümüşlerdi ki Erdem bey soruyu cevaplayamadan okul aracı gelince konuyu anlatmak hafta sonuna kalmıştı. Ayrıldıklarında Atakan, okul aracının arka camından el sallayarak uzaklaşmaktaydı.

Çağatay’la kentte sayıları iyice azalmış kültür mirası bir binanın bahçesinde buluşacaklardı. Erdem Bey, bu mekana adeta uçar adımlarla bir an önce ulaşmak için gürültülü ve insanı bıktıran kalabalık sokakları geçerken etrafına da pek bakmak istemiyordu. Gençliğinin dar ve sevimli sokaklarını,  bahçeli, cumbalı, taş söveli, iki üç katlı evler sarıp sarmalarken sessiz sokakların tek sesi çocukların cıvıltıları idi. Bahçe duvarlardan aslan ağızlarının, mor salkımların,  hanımellerinin sarktığı sevimli evlerin yerlerini dikdörtgen cepheleri ile yüksek katlı yapılar almıştı. İnsana tepeden bakan ve onu yutmak için uygun zamanı kollayan bu devasa  yapılar, sokağın gün ışığı almasını da engelleyen korkunç gölgeler oluşturmaktaydı. Korunması gereken sokaklar, genişletilmeden, yok edilen mutlu evlerin yerine dikilen bu dikdörtgenler prizmaları ile küçülmüş ve bir sıra halinde park edilmiş otomobillerle de işgal edilmişti. Taş döşeli sokaklar yerlerini ruhsuz asfalta terk etmiş ve sokak ölçeği ile uyumsuz şehirler arası trafik levhaları da kaldırımların orta yerlerine çakılmıştı. Erdem Bey kendini, doğup büyüdüğü kentinin ayrılmaz bir parçası olarak görmüştü. Değer bilmez aç gözlü miras yedilerin neden olduğu bu acımasız kıyım,  önce çocukları sonra da tüm kentlileri yaşamdan koparıp çoktandır bir yerlere savurmuştu. İçini acıtan bu kötü dönüşümü yok saymak ve görmemek için adımlarını daha da hızlandırmıştı ki, yolda istemeden çarptığı ardından “özür dilerim” dediği delikanlının aşağılayıcı ve tehdit dolu “önüne baksana moruk” seslenişi, kendini iyice değersiz ve dışlanmış hissettirmeye yetmişti.

Önceleri mesleğindeki başarılarını dünya görüşüyle bütünleştirerek verdiği konferanslar ve katıldığı seminerlerle çevresinde aranan bir kişilikti. Kent, ülke, dünya sorunlarıyla ilgili bilgi dolu makaleleri ve konferanslarıyla takip edilen ve sevilen birisi olarak verdiği derslerde öğrencilerinin gözünde bir  rol model olmuştu. İyi- kötü, doğru- yanlış gibi toplumda yer etmiş her türlü kavramları bir de kendi prizmasından geçirip yeniden tanımlarken ispata dayalı, sorulmamış soruları da  cevaplayan konuşma tarzı  hayranlık uyandırmaya yetiyordu. Hiçbir zaman içinde yaşadığı toplumla  uyumlu bir insan olamadı. Özverili mücadelesi, özgürlük ve üstünlüğü elde etmeye yetmemişti.

Artık gelinen bu aşamada çevresindeki insanların, şöhret ve servet sahibi olmak için dayanışma ve sorumluluk duygularını aşındırmalarına tanık olmak, Erdem Bey için katlanılması güç bir durumdu. Sinsice yavaş yavaş sahneye konan bu çok yönlü ve karmaşık program nasıl olmuştu nasıl kurgulanmıştı ve başarılı olunmuştu. Çevresinde insanların farklı kültürlere ve inançlara sahip olmasının toplumun eşit üyeleri olarak görülmesi anlayışı nasıl da yok edilmişti. Oysa gençken insanca yaşamak adına belirledikleri hedeflere ulaşacaklarından hiç endişeleri yoktu. İnsana düşman, şeytani planları olanlar karşısında emekle incelttikleri beğenilerinin ve saf düşüncelerinin değersizleşmesi içini burkuyordu.  Şaşırtıcı olan da, bireyselliğin, kendini üstün görmenin,  yeteneksizliğin yüceltildiği, yabancılaşmanın ve yalnızlığın yeni değerler olarak çoğunluk tarafından içselleştirilmiş olmasıydı.

Olup biten her şeye bir anlam yükleme konusunda ki iç hesaplaşmasının, bitip tükenmeyen sorgulamaların, kendini yıprattığını ve bu yüzden de yaşamın elinden kayıp gittiğinin bilincinde olan Erdem Bey, bu huyundan da hiç te hoşnut değildi. Belki de bu huzursuz adamı hayata bağlayan bu içsel didişmesi olabilirdi. Çoktandır kendini tanıma konusunda bu kadar yetersiz ve çaresiz kalmasına bir anlam veremiyor, adeta kendini tamamlanmamış bir varlık olarak görüyordu.

Çağatay, Erdem Beyin çocukluk ve gençlik arkadaşı olarak bir çok iyi kötü anılarla yaşamı  paylaştığı ve  arkasını dönebileceği dost olarak sonsuz güvenini kazanmıştı. Yeni toplumun çürümüşlüğü konusunda aynı görüşleri paylaşmalarına karşın İlk bakışta Çağatay, dürüstlük, adalet ve hoşgörüden yoksunluğu eleştirirken böylesine bir toplumdan daha az şikayet ederek biraz da yeni durumu istemeden kabullenerek yaşama becerisini gösterebiliyordu. Erdem Bey bazen Çağatay’ın bu özelliğinin kendisinde bulunmadığından hayıflanarak içine düştüğü yalnızlık duygusunun Çağatay’ı pek de etkilememiş olmasını da adeta kıskanıyordu.

Buluşmak için sözleştikleri mekana Çağatay’dan önce gelen Erdem Bey bahçenin uzak köşesinde ki bir masada yerini almışken Çağatay, kapıdan gülümseyerek ve çevredeki tanıdıklarını selamlayarak göz göze geldiği Erdem Beye yaklaşıp elini uzatıp ‘’erkencisin’’ diyerek oturdu. Her zamanki şaşkınlığını gizlemeden Erdem Bey hemen konuya girdi

-Bunca kötülük varken, insanlar arasındaki ilişkiler zayıflamışken, böylesine yoz bir kültür toplumu ele geçirmişken nasıl oluyor da insanlara gülümseyebiliyor ve kendinle  barışık olabiliyorsun?

Çağatay hiç şaşırmamıştı onca yıllık dostunu iyi tanımanın alışkanlığıyla arkadaşını huzursuz eden bu ve benzer sorularla karşılaşacağını bildiğinden bir iç geçirdikten sonra ‘’Bu benim görünen yüzüm. Çaresizliğimin neden olduğu içimde kopan fırtınalar beni rahat bırakıyor mu sanıyorsun?’’ Gerçekte aralarındaki fark Erdem Beyin umutlu olmasından beslenen acıları idi. Çağatay’ı farklı kılan ise susmanın insanlar arasında yaşamaktan daha güç olduğu bilinciyle bu güçlüğe katlanmak için dışa dönük bir yaşamı tercih etmesiydi. Az bilenler gibi çok konuşmuyor, bilgisiyle olayları, insanları ve kendisini ifade etmede ki özgüveni Çağatay’ı anlayışlı bir insan yapmaya yetiyordu. Erdem Bey de, bu  özelliklerine duyduğu takdir ve hayranlıkla Çağatay’a içten içe imrenmekteydi.

-Çağatay buluşmaya gelmeden önce, Erdem Beyi, içine düştüğü akıl kıskacından kurtarmak umut ve isteklerini bir kenara bırakarak, basit neşeli konular çevresinde sohbet etmenin iyi geleceğini tasarlamıştı. Arkadaşının son zamanlarda ki sıkıntılı ruh halini dağıtmak ve güncel sorunlardan söz etmek gerektiğini düşünerek konuşmalarının eğlenceli bir atmosferde geçmesine özen gösteriyordu. Ancak konu, istemeden de olsa dönüp dolaşıp eski-yeni karşıtlığına dayanıyordu ki Çağatay;

-Eskiye özlem duymak insanı karamsar yapabilir. Çocukluğumuzda ve gençliğimizde de her şey güzel, her şey yolunda gitmiyordu. Dönemin kendine özgü sorunları olmasına karşın, geçmişi biliyoruz. Geleceğin ise belirsiz, bilinmez ve potansiyel risklerle dolu olması bizleri haklı olarak kaygılandırıyor. Geleceğe evrilen ve değişen toplum içerisinde  çaresizce durup kalmanın ölmek anlamına gelmesi bizleri karamsar yapıyor. Yeni diye sunulan kolaylıkları ve teknoloji nimetlerini tüketmek ilerlemeyi durdurduğu gibi insanların rahatlık içerisinde çürümesine tanık olmak ta son derece rahatsız edici bir gözlem.

-Haklısın. Hayata yaşamak için gelen insanlar olarak acılar ile güçlenmek,  çürümeye isyan etmek, çığlık çığlığa bağırmak canımızı feda etmek yeni yaşam tarzımız olmuş. Ya böyle bir yol seçip direneceğiz ya da korkaklar gibi olup biteni seyredeceğiz. Bu yüzden olsa gerek ayrışıyor toplumla sağlıklı ilişkiler kuramıyoruz. Yine de direniyoruz çünkü yaşadığımız her düş kırıklığı umutlarımızı besliyor, acılarımızı da uzatıyor. Böyle olmasak sıradanlaşıp başkalaşarak dayatılan yeni yaşamın içinde yok olup gideceğiz.

Erdem Bey benzer sıkıcı konuları tekrar tekrar konuşmanın  kendilerine  zarar verdiğini düşünüp dostluklarını zenginleştirecek sevinçlerin iyice azalmış olmasından kederleniyordu.  Çağatay da, bu kadim arkadaşının içine düştüğü karamsar ruh halini bir türlü neşeye dönüştürememenin başarısızlığıyla  karşılıklı olarak birden sohbetin sonlandığını fark ettiler. Söz bitmişti. Sessizlik tüm ağırlığıyla ikisini de tutsak etmiş ve her şeyi özetleyen derin bir anlama bürünmüştü. Konuşmadan anlaşarak ne kadar zaman geçtiğini bilemezlerdi ki sessizliği Erdem Bey ayağa kalkarak bozdu.

-Yeterince sıkıcı olduğumu anlıyorum kalksak iyi olacak.

Çağatay dostluklarının kendisi için çok değerli olduğunu, sıkılmadığını, her zaman kendisini aramasından, sohbetinden mutluluk duyduğunu, ve bunlara benzer rahatlatıcı birşeyler söylemek istedi. Sessizlik, iki eski dostu o kadar ele geçirmişti ki hiçbir şey söylemeden göz göze geldiler. Sımsıkı sarılmışlardı. Önceleri idealleri iki dostu birleştirirken, şimdilerde yabancılaşma ve çaresizlik ortak noktaları olmuştu. Sessizce veda ettiklerinde karmaşık duygular içerisindeydiler. Bu güne kadar  doğru olanı yapmışlardı. Kimse tarafından verilmeyen bir görevi üstlenmişlerdi: İnsanı yüceltmek cehaleti ve bağnazlığı alt etmek. Bu idealin gerçekleşmesini hiçbir güç durduramazdı. Öylesine inanmışlardı ki kişisel bir talepleri olmamıştı. İyilik, güzellik ve adalet, adına haklıydılar. Haklı olan da kazanmalıydı. Girdikleri mücadelede  bencillik, zalimlik ve kötü niyetle, bazen ilan edilmiş bazen de örtük acımasız bir savaşın içinde kendilerini bulmuşlardı.

Çağatay karısından gelen telefonla buluşma yerine giderken yalnız bıraktığı dostuna dönüp bakmayı çok istemiş ama yapamamıştı. Hüzünlü, terk edilmiş çaresiz bir insanla yüzleşme  cesaretini  kendinde bulamadı. Belleğinde kalan eski Erdem Beyi tek başına geride bırakmanın utancıyla ağır adımlarla bahçeden ayrıldı. Ne kadar zaman geçmişti bilinmez Erdem Bey zaman tünelinden çıkmış gibi kendine geldi ve ağır adımlarla o da bahçeyi geride bırakarak evinin yolunu tuttu. Hızlı adımlarla yürüdüğü sokaklardan bu kez ayaklarını sürüyerek ve bedenini boş bir çuval gibi çekerek ağır ağır ilerliyordu. Birden durarak çevresine boş gözlerle düşünemeden baktı. Burası gelirken bıçkın delikanlıyla çarpıştığı yerdi. Delikanlıya gereken tepkiyi veremediğine üzülerek hiçbir şey yapamamanın ezikliğiyle tüm ideallerini ve insani değerleri ayaklar altına alan kabalığa teslim etmiş olmanın çaresizliğiyle irkildi. Sadece kendinin duyabileceği kısık bir sesle ‘’yenilmek böyle bir şey olmalı’’ diyerek iç geçirdi.

Gününü dolduracak etkinlikleri iyice azalmıştı. Yalnız yaşadığı evindeki tekdüzelik, Erdem Beyi sıradanlaştırdıkça öfkesi hayal kırıklığına dönüşüyor ve bütün enerjisini emiyordu. Evinde tek teselli bulduğu kendisini unuttuğu yer çalışma odasındaki kitaplığıydı. Bunca bilginin ne işe yaradığını düşündükçe bilginin güç olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı. Son günlerde çok sevdiği kitaplarına da düşman olmuş onları yakmayı dahi düşünmüştü. Tüm çabası hayatına değerler katmaktı. Mücadelesini, çevresiyle tüm arkadaşlarıyla ve insanlarla birlikte mutlu olmaya adamışken bataklıkta açan çiçek olmayı hiç arzulamamıştı. Böylesine bencil olmak, sefil bir hayatı tercih etmek anlamına geliyordu ki ölmek daha iyiydi.

Uykusuz geçirdiği gecenin orta yerinde önceden programlanmış gibi yatağından kalkıp sessizce balkona çıktı. Yabancı gözlerle derinliklere bakarken tanıdık gelen tek şey koca gövdeli ıhlamur ağacıydı. O baş döndüren ıhlamur çiçeklerinin kokusunu ciğerlerine çekerek ‘’yaşamımı geçirdiğim’’ kent bu mu?’’ diyebildi.

Erdem Bey boşluğa bakarken adete beyninde ışıklar çaktı. Çürümenin kendisini ele geçirmesine izin vermeyen direnciyle ışık hızında  düşünüyordu. Belki de gidişatın yok olmak anlamına geldiğini herkese somut olarak anlatmanın kısa ve çarpıcı bir yolu vardı. Aklına gelen yöntem bazıları için korkaklık, bazıları için cesaret, bazıları için de protestonun nirvanası olabilirdi. Bir şeyler yazıp bırakmanın yapmak karşısında  sönük kalacağını değerlendirerek, bir düşünürün ‘’Değerli ve anlamlı bir yaşamı sona erdiren her ölüm zamanında gerçekleşmiş bir ölümdür’’ sözünü hatırladı. Kollarını iki yana açıp gözlerini kapadıktan sonra bedenini boşluğa bıraktı.

Gün ışıyıp güneş yükseldiğinde okul servisine yetişmek için koşar adım evinden çıkan Atakan ıhlamur ağacının gölgesinde yatan Erdem bey’i gördüğünde olan biteni anlamlandıramadığından ‘’hani anlatacaktın ya sahi güneşi kim tutuyor?’’ diyerek günün sorusunu sormuştu.

M. Topaloğlu / y. mimar
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM