Son Dakika



151- Geçenlerde popüler bir kitapla ilgili, bir gazetenin hafta sonu ekindeki reklam metninde şöyle bir cümle okudum: “En son ne zaman bir kitabı bitirebilmek için eve koşarak gitmiştiniz?” Bu sorunun biraz değiştirilmiş haline, “ilk kez ne zaman bir kitabı bitirebilmek için bir an önce eve gitmek istemiştiniz?” biçimine, yanıt verebilirim. Ortaokuldaydım. Michel Zevaconun 10 ciltlik Pardayanlar romanını okumaya başlamıştım. O ciltleri okurken okula gittiğim anlar sanki büyük bir mutluluğa verdiğim zorunlu aralar gibiydi. Halbuki okulla da arası iyi olan, başarılı bir öğrenciydim. Ama Pardayanlar okuduğum o dönem bir an önce eve dönmek ve kaldığım yerden bu büyük maceraya tanıklık etmeye devam etmek isteğinin beni nasıl ele geçirdiğini şimdi bile çok net hatırlıyorum. Aslında tanıklık etmek deyimi bile az kalır. Zevaco’nun Pardayanlar’ını okurken neredeyse olayların içindeymişim gibi hissederdim. 1572’deki  St. Bartelmy katliamından, din savaşlarından ilk kez bu kitapla haberdar olmuştum. İleriki yıllarda tarih derslerini hep sevdim. Tarihe karşı giderek büyüyen ilgimin doğmasında kesinlikle Pardayanlar serisinin büyük payı var. Bu eseri bu kadar güçlü yapan neydi? Şimdi yazılan tarih romanları neden Pardayanlar kadar çekici gelmiyor bana? Bunun bir çok nedeni olabilir, ama en başta Zevaco’nun yeteneğini, tarih bilgisini ve kurgusal olay ve kahramanları tarihsel gerçeklerin arasına çok başarılı bir biçimde sokuşturabilmesini saymak gerekir. Olayların ve tarihsel kahramanların gelişimi ile tarihsel gerçekler arasındaki uyum o kadar başarılıydı ki, roman kahramanları neredeyse gerçekten daha gerçek hale geliyordu. Şimdiki kuşakların büyük ölçüde habersiz kaldığı bir seri, Pardayanlar. Özellikle fantastik kurgu denilen türün ortaya çıkması ile gerçekçilik sınırlarının giderek esnemesi, bir tür geçmişte bilimkurgu anlayışı ile yazılmış hepsi de başarısız diyemeyeceğimiz türde çok sayıda kitabın yazılması Pardayanlar’ın üzerini örttü. Ne yazık ki şimdilerde bu serinin tamamını sahaflarda bulmak bile giderek zorlaşıyor.

151-Türk medyasında büyük bir kalite düşüklüğü gözlemliyorum. Bunu birçok kişi de gözlemliyor hiç kuşkusuz. Kitap eki için aldığım 13 Eylül günkü Radikal Gazetesi’nin “Yorum” başlıklı 17.sayfasında Pepe Escobar isimli bir gazeteci-yazarın yazısı yer alıyordu. Yazının bir bölümünde Suriye’de rehin tutulurken iki  isyancının konuşmalarına tanık olan rehinelerin söylediklerine atıfla şöyle bir ifade var: “Guta’daki kimyasal saldırıdan Esad’ın sorumlu OLMADIĞI (gazete aynen böyle büyük harfle yazmış) sohbetten net biçimde anlaşılıyordu.”  Devamında da isyancılara destek verdiği anlaşılan ifade sahibinin bir diğer cümlesine yer verilmiş: “Guta’daki kimyasal silah kullananın Esad hükümeti olmadığını söylemek Domenico ile benim için ahlaki bir görev. Bu konuda eminiz, bununla ilgili bir sohbete şahit olduk.” Çok ilginç ve çok önemli bir haber parçası. Yazının içinde gizlenmiş gibi. Gazetenin editörleri bu yazının başlığı olarak kullandıkları “ABD’yi ‘Kaide Hava Kuvvetleri’ olmaktan Rusya Kurtardı” gibi bir ifadeden sonra  kimyasal saldırının failleriyle ilgili bir bölüme yazıda yer verileceği kimsenin aklına hemen gelmez. Bu kadar önemli bir bilgiyi hem başlıkta hem de başlığın altındaki spot cümlelerde vermemek habercilik mi şimdi? Bir de kimyasal saldırının gerçek failleriyle ilgili şöyle bir cümle daha var yazıda: “Söylemeye gerek yok, bu önemli gelişmeye ABD’deki ana akım medya doğru dürüst yer vermedi.”

Doğrusu çok ürkütücü. Böyle bir saldırıyı tüm emperyalist dünyanın bir fırsat olarak kollayacağı belliyken ve hiç gerek yokken Esad’a bağlı güçlerin yapması mantığa aykırıydı. Şimdi bunun gerçekten de böyle olmadığına ilişkin bir tanıklıkla ilgili haber veriliyor. Ortalığı ayağa kaldıranların, savaş naraları atanların, hemen olayı görmüş gibi “Esad yaptı” diye bağırıp çağıranların bu haber karşısında en azından bir yorum yapmaları gerekmez mi? Bu haber böyle satır aralarında gizlenecek kadar önemsiz mi? Medya’nın düştüğü durum için içler acısı bir manzara.

152-Yine aynı gün bir televizyon kanalı akşam haberleri veriyor. Bir meczup Fatih Camii’nde ortalığı karıştırmış. Haberin sonunda meczubun psikolojik rahatsızlığı olduğu için 3 aylığına askerden izinli geldiği söyleniyor! Ama bu cümleyi duyunca şaşırıyor ve bu haberi hazırlayan haber editörlerinin insanları nasıl aptal yerine koyduklarını anlayıp üzülüyorsunuz. Çünkü görüntülerde askerden izinli geldiği söylenen meczup’un saçları neredeyse beline geliyor. Bu nasıl askerlik yapma be kardeşim. Bu kadar uzun saç 3 ayda mı adamın beline kadar uzadı? Haberi yapanların özensizliği için diyecek kelime bulamıyorum. Bu artık vasatlık bile değil. Böyle bir medyaya insan nasıl güvenebilir? Nereye gidiyoruz? Toptan bir aptallaşma olayıyla mı karşı karşıyayız? Detaylı inceleyip duruma baksak kim bilir ne yalanlar, ne özensizlikler ve ne yanıltma, gerçekleri gizleme olayları çıkar; insan düşünmek bile istemiyor.

153-Ama düşünmek zorunda kalıyor insan. Görmek zorunda kalıyor insan. Ürküyor insan. Ama sonra alışıyor insan. Alışmak: tepkinin eriyerek akıp gitmesi. Postmodern Faşizm. Soğuk İç Savaş. Bölünme. Alışıyoruz.

154-Geçen gün Ankara’da bir arkadaşımla Ankaralı satranç severlerin devam ettiği bir kahvehanede küçük İskender’i gördüm sandım. Birdenbire birini bir ünlüye benzetmek nereden çıkmıştı, bilemiyorum. Sanatçı imgesi, genellikle günlük yaşamımıza girmez. Bu açıdan televizyon, radyo, gazete, dergi gibi süzgeçlerden süzülüp gelen bir imge, o sanatçının sanat eserinden de, kendi doğrudan deneyimlerimizden de daha ağır basar. Bu durum modern zamanlarda her zaman sanat eserine katışması kaçınılmaz olan sanatçı imgesinin bir anlamda bozulması ve dolayısıyla sanat eserinin de kendi başına bir varlık olmaktan çıkarak bozulmasıdır.

155-Bu bakımdan çoğunlukla satranç oynanan bu mekanda Küçük İskender’e benzettiğim kişinin koltuğunun altına bir tavla alarak bir masaya yerleştiğini, biraz sonra tavla oynayacağının mutluluğunu yüzüne yerleştirdiğini görmek beni de mutlu etti. İnsan mutluluğu asıl kaçınılmaz olarak mutlu olacağı bir ana yaklaştığında yaşıyor bence. Birazdan satranç oynayacağım, birazdan film başlayacak, birazdan maç başlayacak, birazdan çoktandır okumak istediğim kitabın sayfalarını çevirebileceğim, birazdan çocuklar gelecek, birazdan sevdiğim insanla buluşacağım… O an geldiğinde ise yaşanılan mutluluğa o mutluluk zamanının tükenmeye de başladığı gerçeğinin gölgesi de düşmeye başlıyor. “Mutluyum” sözünde bir eksiklik, “mutlu olacağım” sözünde bir fazlalık var.

156-Bir küçük İskender kitabı almanın tam zamanı diye düşündüm. Böyle farklı ya da  alışılmadık nedenlerle kitap satın alma fikri, kitap satın alma nedenlerim içinde yeni bir tat olarak yerini almış oldu. Bir şeyler daha zenginleşti sanki.

157- Ankara’da sanatçı, yazar, bilim adamı imgesi için ne diyebilirim? Neler gördüm bugüne kadar? küçük İskender imgesi bana bunu düşündürttü ve kısa bir geriye dönüş yaşadım. Bana kendi elleriyle çay servisi yapan Yalçın Hoca imgesini hatırladım. Olgunlar sokakta bir kahvede kağıt oynayan Nihat Genç’i hatırladım. Daha sonra Atatürk Bulvar’ına inip yürüdüğümüzde yanımıza gelen insanların “siz o musunuz?” diyen bakışlarla fotoğraf çektirişlerini hatırladım. Şimdilerde sadece kafeterya olan Bilim Sanat Kitabevi’nde Çin Edebiyatı Tarihi’ni görüp “şimdi bu kitabı benim okumam gerek” deyişini, “ama çok pahalı” deyip geri koyuşunu şaşkınlıkla izlemiştim. Günlük yaşamda bir ünlü ile karşılaşmak çarpıcı bir duraklama yaratıyor.

158- Ankara’da başkaca hangi ünlüyü gördüm diye düşündüğümde bir keresinde Tunalı Hilmi Caddesi’nde Mehmet Ali Kılıçbay hoca ile karşılaşmamı hatırlıyorum. “İyi günler Hocam” deyişimi sessiz bir baş selamıyla karşılamıştı. Sonra Adil Han’da Ali Birinci Hoca ile bir sahafta karşılaşmalarımızı hatırladım. Bir keresinde “hep de kitapçılarda karşılaşıyoruz hocam” diyerek söze başlamıştım. “Başka bir yerde karşılaşmamızı mı isterdin ?” diye beklenmedik bir yanıt vermişti gülerek. Elbette böylesi bir kitap severle kitapçılarda karşılaşmayı, kitaplardan söz etmeyi, en son keşfedip kütüphanesine yerleştirdiği kitabın hikayesini dinlemeyi tercih ederdim. Ahmet Telliyi İmge Kitapevi’nin “Yeni Kitaplar” bölümünde gördüğümü anımsıyorum bir de. 

159-Cumhuriyet Kitap Eki’nde "Kitap" İçin köşesinin Eylül sayısında yer almaması beni üzdü. Selçuk Altun çoktandır bunun sinyallerini veriyordu zaten. Edebiyatımıza neredeyse yeni bir tür kazandırmıştı. Gittiği yerde şimdi büyük bir boşluk var. Benim yargılarım yargılarının çoğuyla uyuşuyordu Selçuk Altun’un. Özellikle sığ yazarlarla ilgili söyledikleriyle…

160-Yine, yeniden aşırı kitap satın aldığım bir döneme girdim. Ama dediğim gibi ben bir kitap bağımlısıyım. Kitap harcaması dışında harcama kültürü oluşmamış biriyim. Hiç lüks tutkunum yok. Ancak kitap için harcamadığım parayı biriktirebiliyorum. Ama kendimi ne kadar kontrol edersem edeyim her hafta o kadar güzel kitaplar yayınlanıyor ki satın almaktan başka çare yok. Kitapçılardan yeni kitaplar, sahaflardan eski kitaplar, internet üzerinden kaçırılmayacak kampanyalar…Sürekli eve yeni kitaplar giriyor. Kitaplar birikiyor. Hepsini bir arada tutmak giderek büyüyen bir sorun. Evde zaman zaman kavgalar oluyordu. Sıklaştı. Haklılar. Ama kitaplarımdan ayrılamam. Onlar benim kolum, bacağım, hatta kafam. Yaşayamam onlarsız. Hatta giderek sahip olduğum kitaplara, onları tıkış tıkış bir biçimde yerleştirdiğim, daha doğrusu giderek şekilsiz bir yığın biçiminde biriktirdiğim odama aşık olmaya başladım diyebilirim. Sadece sahip olmak değil, bir gün onları okuyacağımı düşünmek de artırıyor mutluluğumu. Ve bu olacak. Olmalı. Hesaplarıma göre 90 yaşımı görürsem ve hala okuyabiliyor olursam şu ana kadar sahip olduğum kitapları okumayı bitirebilirim.78 yaşındaki annem her gün 3 gazete okuyor. Bu benim için sevimli bir örnek. Emeklilik günlerimi de düşünürsem her yıl 300 kitaptan yaklaşık 9.000 kitap daha okuyabilirim. Bunu yapmak zorundayım. Yaşama bağlayan en önemli isteklerimden biri de bu. Kitapsız bir hayat kafasız bir vücuda benzetilebilir. O yüzden kitap okumuyorsa, kafasızın tekidir. Yaklaşmamak gerek.

161- Orhan Pamuk meşhur kısırlığını örtmek için garip bir kitapçık çıkartmış. Bu kadar kısır bir yazarın ikide bir yayınevi değiştirmesi gerçekten tuhaf.  Ben Bir Ağacım  adlı toplama kitabı (toplama albüm gibi oldu!) Orhan Pamuk’a göre şimdiye kadar yazdığı “en anlaşılabilir ve en güçlü olanları” bir araya getiriyormuş. Bence en ilgi çekici bölüm Mevlut’un Ortaokul Yılları başlıklı olan bölüm. Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık  adlı gerçekten tuhaf bir adı olan yeni romanından bir bölümmüş. Bu haliyle bir satış öncesi pazarlama faaliyeti gibi duruyor. Daha ilginci bu kitabın Doğan Kardeş gibi çocuk kitapları ya da çocuklar için yapılan yayınları çağrıştıran bir seriden çıkmış olması gerçekten tuhaf. Ünlü pop şarkıcılarının yeni albümlerinden bir parçanın önceden piyasaya servis edilmesine benzeyen bir durum sanki. Yakışmadı.

162- Orhan Pamuk’u sevmiyorum. En ufak bir yazar mayası olduğunu da düşünmüyorum. Bu kadar iniş çıkışsız, acıdan, korkudan, kaygıdan bu kadar uzak bir hayatı, sanki bir Jack London ya da Orhan Kemal gibi yazınına malzeme yapmaya soyunması da gerçekten büyük bir cüret. Hayatı hemen hemen hiçbirimizin yaşamadığı kadar korunaklı bir ortamda yaşamış birisi için kendi hayatından edebiyat üretmeye çalışmak da kısırlığın bir boyutu bence. Hangi acıyı damıtacaksın hayatından ki? İşsiz mi kaldın, yüzlerce acınası bir asgari ücret için cılız umutlarla kaybetmeye mahkum olduğunu içten içe bildiğin bir ruh halinle kendini pazarlamak için sonradan utanç duyacağın bir biçimde önünde duran eşkıya kılıklı adamlara gülmek zorunda kaldığın yüzlerce sinir bozucu mülakatta mı bulundun? Parasızlık mı çektin? Hapse mi düştün? Hapse düşen hangi aydın için ağzını açtın? Bir kez bile olsa en son paranı bir döner ekmeğe mi bir kitaba mı yatırayım ikilemine düştün? “Anama sövmüş patron, sıkmışım dişimi” diyen Hasan Hüseyin’in dizelerini acı acı hatırlayacağın patronlarla bir kez olsun yüz yüze mi geldin? Sadece 10 kişinin alınacağı iş sınavlarına 4.000 kişiyle birlikte mi girdin? İşten atılma korkusu mu duydun? 10 saat durmadan çalıştıktan sonra 4 saat daha gece mesaisine mi kaldın? Askerliğini nerede yaptın? Bu sistemin seni istemediği, hesaba katmadığı, bir hiçten başka bir şey olmadığın duygusuyla intihar etmeyi düşündüğün oldu mu? Hatta bunu çoktan kafanda halledip de yöntemi üzerine düşünme aşamasında ciddi ciddi düşündün mü? En yakın arkadaşlarının öldüğünü mü gördün? Polisin gölgesinde bir eyleme mi katıldın?  Sen halkın nesisin? Sen sokakların nesisin? Güçten ve güçlüden yana olmanın dışında sen bu ülkenin acılı ve görkemli hikayesinin neresindesin?  Seçkin olmanın, zengin olmanın, ayrıcalıklı olmanın dışında hangi uç duyguları yaşadın ki kendi hayatından anlatılacak parçalar sunacaksın?

163-Ama müthiş bir egosu var. Okudukça Orhan Pamuk’un kendisini çok büyük yazar sandığını, büyük yazarlara öykündüğünü anlıyorsunuz. Kar’ı okurken Cinler’in kötü bir taklidini okuduğunuzu düşünüyorsunuz. Cevdet Bey ve Oğulları ile Thomas Mann’ın Buddenbrook Ailesi arasındaki öykünme ilişkisini zaten yazar da saklamıyor. Orhan Pamuk’un kendi ailesini temel aldığı yazılarında ise Proust’un uzun ve yoğun cümlelerine özentisini görmek mümkün. Ama asıl etkinin yazdıklarının başka bir dile çevrildiğinde ortaya çıkacağına ilişkin bir beklentisi olduğu hissine kapılıyorum Orhan Pamuk’un. Biz Türkçe okurken yeterince belirginleşmeyen bir etki bu. Dolayısıyla sadece ödüller ve ün gibi beklentiler dışında, bu nedenle de başka bir dil için yazdığını düşünüyorum. Benimkisi sadece bir his.

164-Bizim Ankara Sahaflar Festivalimiz ne zaman olacak? Ankara’da da iyi sahaflar olduğunu biliyorum. İstanbul’a bu yıl da gidemiyorum. Zaten İstanbul Sahaf Festivali de Taksim’de yapılmayacakmış. Ankara gibi bir kentin yılda bir kez düzenlenen bir kitap fuarına mahkum olması büyük bir eksiklik. Elbette başka eksiklikler de var. Bir çok yayınevinin örneğin İstanbul kitap fuarı için % 30 indirim yapıp Ankara’ya gelince indirim oranını %25’e çekmesi gibi. Oysa yıl içinde internetten kitap alabildiğimiz siteler zaman zaman % 50’ye varan indirimler uygulayabiliyorlar. Bu durumda kitap fuarlarının tek özelliği bazı yazarları görebilmek, onlarla konuşabilmek, daha doğrusu bir iki cümle söyleyebilmek. Sadece bunun için de kitap fuarlarına gitmek çekiciliğini kaybediyor. İnsan şunu soruyor: Yıl içinde zaten var olan kitapçıları gezmeye göre fuarların avantajı ne? Bana farklı olarak ne sunuyorsunuz? Bu sorulara yanıt vermedikçe fuarlar en büyük geçici kitapçı oluyor. O kadar.

165-Okul yıllarını anlatmak deyince son zamanlarda yayınlanmış romanlar içinde aklıma gelen, Daniel Pennac’ın Can Yayınları’ndan çıkmış Okul Sıkıntısı adlı romanı. Üç yılda üç baskı, fena değil. Okumaya başladıkça akan bir anlatımı var. Hiç sıkıcı değil. Bu arada kitabın 2007 yılında Fransa’da  Renaudot Ödülü’nü  aldığı bilgisi var. Bu aralar Can Yayınları sayesinde Fransa’da verilen edebiyat ödülleri hakkında epeyce bilgim de oldu. Geçenlerde yine bir otobiyografik roman olan Francois Weyergans’ın  Can Yayınları’ndan çıkmış Annemde Üç Gün  adlı romanını aldığımda da ödüllü bir kitapla karşı karşıya kaldığımı fark etmiştim. Bu roman da Fransa’da 2005 Goncourt Ödülü’nü almış. İnternetten sipariş ettiğim John Banville’nin Deniz  adlı romanı ise 2005 Man Booker  ödülünü kazanmış. İnternetten sipariş ettiğim kitaplardan biri olan ve daha önce filmini seyredip, filmin bir kitaptan uyarlama olduğunu öğrenince de peşine düştüğüm Nick Flynn’ın, yine otobiyografik bir  roman olan (hatta kapakta doğrudan “Anı” yazıyor) Lanet Kentte B….. Bir Gece’yi elime aldığımda bu kez kitabın 2004 Pen/ Martha Ödülü’nü kazanmış olduğunu gördüm. Hatta kitap New York Halk Kütüphanesi tarafından 2004’ün en iyi 25 kitabı arasına alınmış. Bu yüzden olsa gerek filmin başrollerinden birinde Robert De Niro oynuyordu. Filmi de bu yüzen izlemiştim aslında. Tabii yazarlarla ilgili filmler ayrıca hoşuma gider. Ama film, özellikle baba rolündeki Robert De Niro’nun oyunculuğu sayesinde çok hoşuma gitmişti. Romanın da beni hayal kırıklığına uğratmayacağına inanıyorum.

Böylece kısa bir süre içinde dünya edebiyatında adı  geçen 4 ödülü almış 4 kitabım oldu.

Şimdilik bu kadar.  Önümüzdeki yazıda son zamanlarda satın aldığım ve okuduğum kitaplardan söz etmeyi sürdüreceğim.

Ali Ulvi Özdemir

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM