Son Dakika



135-Üniversitede öğrenciyken yılda 100 civarında kitap okuyordum. İlginç bir şekilde okuduğum kitaplara ait ilk listemi oluşturmaya 1987 yılının 4 Temmuz gününde başlamıştım. O tarihten sonra her yıl 4 Temmuz’a kadar okuduklarımı listelemeye devam ettim. Ama araya askerlik, Amerika seyahati, çocukların doğması, master ve doktora eğitimi, iş hayatımın Ankara-Kırşehir arasında sürekli gidip gelmeyi gerektirmesi gibi nedenler girince liste tutmayı ihmal ettim. Geçenlerde eski listelerimi bulunca bu yıl 4 Temmuz’a kadar okuduğum kitapları listelemek istedim. Ve sonuç iç açıcı değildi. Öğrencilik yıllarımın çok gerisinde kalmışım.

Yıllara göre okuduğum kitapların sayısı ve bazı kitaplar şöyle:

4 Temmuz 1987-4 Temmuz 1988 tarihleri arasında 89 kitap okumuşum. Sayının fazla oluşu okunması daha kısa süren şiir kitaplarının fazla oluşundan kaynaklanıyor. Aralarında Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok’u, Emile Ajar’ın Yalan Roman’ı, Patrick Suskind’in Koku’ su ve Yalçın Küçük’ün Küfür Romanları  da var. Ancak o dönem bu kitaba karşılık yazılan Alev Alatlı’nın Aydın Despotizmi’ni de okumuşum. Her iki kitap da yıllar sonra tekrar yayınlandı. Yalçın Küçük’ün kitabı genişledi ve büyüdü. Alev Alatlı’nın kitabı bu yıl, yani 26 yıl sonra yayınlandı ama aynı boyutta kaldı. Yine de Türk edebiyatında pek örneği görülmeyen düzeyli bir polemik örneği idi. Hatta o zamanlar Yalçın Küçük Hoca çok ender göründüğü televizyona, yanılmıyorsam şimdi olmayan HBB kanalında, Alev Alatlı’nın karşısına çıkmış ve ikisi de yüz yüze, küfürsüz, düzeyli bir tartışma gerçekleştirmişti. Şimdilerde bir kitabın, bir aydının, edebi bir tavrın karşılıklı kitaplara konu olması, televizyonda tartışılması, hele böyle içerikli bir biçimde konuşulması bir hayal haline geldi.

Bryan Magee’nin  söyleşilerden oluşan Yeni Düşün Adamları, o dönem okuduğum ve hala önemini koruyan bir yapıt. Bryan Magee’nin  Mayıs 2011 de ODTÜ Yayıncılık tarafından yayınlanan Bir Filozofun İtirafları da önemli bir kitaptı. Eğer Yeni Düşün Adamları’nı yıllar önce okuyup Bryan Magee’yi keşfetmeseydim sanırım Bir Filozofun İtirafları’nı da keşfedemezdim. Bence felsefe ile ilgilenenlerin kaçırmaması gereken bir kitap.  Bütünüyle bir hayat öyküsü olmanın yanısıra hayatla, hayatın ne olduğuyla ilgili önemli bir hesaplaşma kitabı. Bütünüyle okudum, ama bir çok bölümü yeniden okunmayı hak ediyor. Özellikle çocuklukla ilgili bölümlerinde Magee, biraz çevresiyle ilgili herkesin zamanında merak ettiği soruları nasıl keşfettiğini ve bütün hayatının nasıl bu soruların peşinde geçirdiğini anlatıyor. Hangi sorular? Magee bu soruları şöyle kategorize ediyor: “zaman, uzay, fiziksel nesneleri algılayışımız ve bu nesnelerin içsel doğaları ile bağlantılı sorular.” Daha önemlisi şu; Magee, bu soruların peşine düşmesinin onu diğer insanlardan “koparan” bir etkisi olduğunu, bu soruları sorduğunda diğer insanlarca “tuhaf” görülebileceğini de keşfediyor. Sorgulayan insanın evrensel kaderini vurguluyor Magee. Ve Felsefeye daldığında kendi türettiği bu soruları ( Niye varız, zaman nedir, var olmanın anlamı nedir gibi sorular) 3000 yıldır insanların kendine sorduğunu da keşfediyor. Bu açıdan sıradan bir felsefe ve felsefe tarihi kitabı olmanın ötesinde samimi bir keşif yolculuğu öyküsü bu kitap.

Magee, kitabında kendini değiştiren  kitapları da sayarak bir kitap listesi veriyor. Bu kitaplar, R.H. Tawney’in Din ve Kapitalizmin Yükselişi, Platon’un Diyaloglar’ı, İncil, Hume’dan İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme (Say Yayınları’nca Fikir Mimarları serisinden çıkartılan Hume kitabının içinde bu eserin bir bölümü yer alıyor.), Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, Schopenhauer’in İstenç ve Tasarım Olarak Dünya ve Upanişad, Popper’in Açık Toplum ve Düşmanları, Einstein’in Genel İzafiyet Kuramı.

Bu kitaplardan biri olan Kapital ve yazarı Marx için Magee şöyle diyor örneğin: "Marx ayrıca mükemmel ve karakter dolu bir yazar; kendi gazap ve yargılarında Yehova’ya benziyor. Sanırım Kapital’in sıkıcı ve hazmı zor bir kitap olduğu düşüncesi, kalınlığı yüzünden kitabı okuyamayan insanlarca bulunan bir mazeretten başka bir şey değil. Harika bir kitap. Ayrıca kesinlikle dünya tarihinin en etkili kitaplarından biri olduğunu da söylemeden geçmek olmaz” (s.27)

Kapital için Yalçın Hoca’nın “Türkiye’de tamamını okuyanın değil, okumayı düşünenin sayısı  bile iki elin parmağını geçmez”  sözünü hatırlıyorum. Yakın zamanda Yordam Yayınevi yeni ve gösterişli, güzel bir baskısını da çıkardı. Okumak için alan var sanırım, ama tamamını okuyup bitiren var mı şüpheliyim. Şahsen  Sol Yayınları baskısından  bölüm bölüm okudum Kapital’i, ama 1.cildin tamamını bile bitiremedim. Buna karşılık çalışma koşullarını anlattığı 10.bölümü 2-3 kez okuduğumu söyleyebilirim. Bence de en azından bu bölümü çok etkileyiciydi. O zaman Marx roman yazsaydı ne olurdu diye düşündüğümü hatırlıyorum.

1987 yılı Edip Cansever (Oteller Kenti), Özdemir Asaf (Yalnızlık Paylaşılmaz), İlhan Berk (Delta ve Çocuk), Attilla İlhan (Tutuklunun Günlüğü), Oktay Rifat (Çobanıl Şiirler) Aragon (Elsa’ya Şiirler), Yannis Ritsos ( Yaşlı Kadınlar ve Deniz, Dikkatli Ariostos), Neruda (20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı) ve Kavafis (Kavafis’ten Kırk Şiir) başta olmak üzere bir çok şiir kitabı okuduğum bir yıldı. Neredeyse şiiri keşfediyordum. Tagore, Cevat Çapan, Ataol Behramoğlu, Odisseus Elitis gibi şairleri de ekleyebilirim. Hatta o zaman sağda konumlandığı iyice anlaşılan İsmet Özel’in Celladıma Gülümserken’ini bile iki kez okumuşum.

Yoğun bir şiir okuma döneminden tadı damağımda kalanlar Oteller Kenti (Edip Cansever) ve Delta ve Çocuk (İlhan Berk)’ tur, diyebilirim. Oteller Kenti, bana göre Türk şiirinin aşılmaz doruklarından birisidir. Uzun zamandır şiir ilgimi sadece Bukowski şiirlerini, Türkçeye çevrilmiş şiir kitaplarını en az 15-20 kere döne döne okuyarak sürdürüyorum. Bir daha da başka hiçbir şairin hiçbir  şiirini okuyamayacağımı biliyorum. Sadece biri hariç: Oteller Kenti.  Yeni kuşaklara öneririm.

4 Temmuz 1988- 4 Temmuz 1989 tarihleri arasında ise 79 kitap okumuşum. Bu dönemde şiir kitapları azalırken klasik romanlarda artış var. Anna Karanina, Thomas Hardy’den Tess, Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok’u, Jaroslav Haşek’ten Aslan Asker Şvayk, Lermontov’un Çağımızın Bir Kahramanı, D.H.Lavrence’in Lady Chatterley’in Sevgilisi, Balzac’ın Tılsımlı Deri’si (kısa bir süre  önce  İş Bankası Yayınları arasından yeni bir baskısı çıktı), Dostoyevki’den Cinler ve Budala (Budala, bana hep  Karamazov Kardeşler’in ve Suç ve Ceza’nın gölgesinde kalmış bir roman gibi gelmiştir. Bu açıdan Beethoven’in 7. Senfonisi ile Budala arasında bir yakınlık kurarım. Cinler ise benim için roman tekniği açısından incelenmeye değer bir kitaptı), Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sı  (Çernişevski bu kitabı hapiste 4 ayda yazmış. Bana göre tam bir hayal kırıklığı idi). Ayrıca Çehov’un toplu öykülerine ait 3 ciltlik bir seriye de bu dönemde başlamışım. Geçen yıl (2012) Cem Yayınları’nın bastığı 8 ciltlik Çehov yapıtlarını satın aldım. Şimdi bile ne zaman bir yeni Çehov kitabı baskısı görsem heyecanlanıyorum. Beni en etkileyen yazarlardan biri oldu Çehov.

Bu dönem Yalçın Küçük’ü keşfettiğim ve en çok Yalçın Küçük okuduğum dönemdi. Aydın Üzerine Tezler’in 5 cildini, Estetik Hesaplaşma’yı (Hapiste olmasaydı sanırım Küfür Romanları gibi Estetik Hesaplaşma’nın da yeni bir baskısını görebilecektik; çünkü birbirini tamamlayan ve içerikleriyle eskimeyecek kitaplar), Nereye Gidiyoruz’u ( Bu kitabın en sonunda Yalçın Hoca bu ünlü soruyu sorup şöyle yanıt veriyordu: Güzele doğru. Aradan geçen yıllarda “güzel” giderek daha çok yaklaştığımıza inanıyorum), Yalçın Hoca’nın söyleşilerinden oluşan Bir Soran Olursa’ yı, Bilim ve Edebiyat’ı, Türkiye Üzerine Tezler’in ilk 3 cildini, hep bu dönemde okumuşum. Yine bu dönemde Orhan Kemal’i keşfetmişim. Hala okunmaya değer az sayıdaki Türk yazarından biridir Orhan Kemal. Örneğin Adalet Ağaoğlu için aynı şeyi söyleyemem.

Bu dönemde bence bilim tarihinin en önemli yapıtlarından biri olan Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı da okumuşum. Bu da beni en çok etkileyen kitaplardan biri oldu. Paradigma kavramını, bilimde de kalıplar ve inanç konularının (inanılan yöntem ve bakış açılarının) var olduğunu keşfederken müthiş bir heyecan duymuştum. 20 yaşında bir üniversite öğrencisi olarak kişiliğimin, dünyaya bakışımın oluşmasında en çok katkı yapan kitaplardan biridir. Şu an ilgi alanım ve mesleğim olan tarih konusunda da paradigma  kavramının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle tarihsel paradigmal söylemin (böyle bir deyim için zorunlu kalıyorum) tarihe bakışımızı şekillendirmede çok önemli olduğunu görmemi bu kitaba borçluyum. Tarih yazımının, kullanılan kavramların ve söylemin,  sadece insanların değil devletlerin de bakışlarını, tutumlarını ve duruşlarını belirlemede son derece  etkili olduğunu söyleyebilirim. Tarihin belli kategoriler ile yazılması, tarihsel dil ve kavramların belli paradigmaların içinde belirmesi, tarih bilincini de doğrudan etkiliyor. Ve biz bu söylemi geçmiş tarih yazıcılarından farkında olmadan alıp geleceğe aktarırken aynı zamanda tarih bilincini de aktarıyoruz. Ve bizim için tarihi gerçek, kendi karşılaştığımız gerçek olmaktan farklı, bizim için hazırlanmış bir gerçek haline geliyor. Şimdilik burada bırakalım. Thomas Kuhn’un sözünü ettiğim yapıtı bence değeri eskimeyecek bir klasiktir.

Oteller Kenti ve Celladıma Gülümserken’i bu dönem tekrar okuduğumu görüyorum. Daha sonraları şiirden kopuşumun nedeni  (Bukowski’yi keşfettiğim döneme kadar) 1980’ler ve 1990’larda yazılan şiirin hiçbir yeni imge evreni sunamayan yapaylıklarla dolu oluşu olmalı. Bu durum 2000’li yıllarda da sürüyor bence. Bu belki de 12 Eylül’ün insanı küçültmesi, isyanını almasıyla ilgilidir. Uzun süren 12 Eylül dönemi bence Gezi Olayları ile bitmiştir. Şiir için geçerli olan roman için de söylenebilir. Yeni bir dönem ve yeni bir insan tipi, bu 30 yıllık zihinsel toplama kampından bizi çıkardı. Bu, insanın bir yükseliş döneminin açılışıdır ve en kısa zamanda kendini şiirde, romanda ve eleştiride var edecektir. Var ettiği ölçüde de daha önce hiç olmadığı kadar evrensel bir dilin oluşacağını ve Türk şiirini, öykü ve romanını ve hatta tiyatro ve sinemasını, Dünyaya hiç olmadığı kadar çok açacağını düşünüyorum.

4 Temmuz 1989-4 Temmuz 1990 tarihleri arasında  85 kitap okumuşum. Listenin ilk başında Türkiye’nin yaşayan en önemli iktisatçılarından biri olan ve her yazdığı okunası Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın (Tarık Buğra’nın kızıdır. Televizyonlarda her akşam gördüğümüz aydınlara benzemez!) İktisatçılar ve İnsanlar’ı bulunuyor. Bu dönem (Üniversitenin son sınıfında 20 yaşında bir gençken) ard arda yapıtlarını okumaktan bıkmadığım yazarlar arasında Ernest Hemingway ve  Henry Miller  de var. Geçen ay (Haziran),  Miller’in 1992 yılında Ara yayıncılık’tan çıkmış ve bence Miller’in en rahat okunan kitabı olan Clichy’de Sakin Günler’in bu kez Bukowski’nin yapıtlarını çevirmesiyle ünlenen ve gizemli (!)Avi Pardo’nun çevirdiği yeni bir baskısı çıktı. Bence yeni baskı da satın alınmayı hak ediyor. Bu arada geçenlerde ilginç bir olay oldu. Kızılay Konur Sokaktaki İmge Kitabevi mağaza içi düzenlemesini değiştirdi ve daha önce ayın en çok satan kitaplarının olduğu yere bu kez biyografi kitaplarını koydu. İyi de yaptı. Bakarken, zamanında ıskaladığım, Parantez Yayınları’ndan Nisan 2003’te çıkmış Brassai (asıl adı Gyula Halasz) tarafından yazılan Günahıyla Sevabıyla Henry Miller adlı kitabı da bulma şansım oldu. (2003’te kitabı ıskalama nedenim o yıl henüz Amerika Birleşik Devletleri’nde olmam. 2004’te geldiğimde bir yıl önceki bu baskıyı kitapçı raflarında bulmam olanaksızdı. Günümüzde bir yıl öncenin değil, 3 ay öncenin kitaplarını bile bulmanız büyük ölçüde şans işi.) Henry Miller, bende bir yönüyle “Bukowski’nin atası” izlenimi bırakmıştır. Ama bana göre Henry Miller’in yaşamı yapıtlarına üstün gelmişken, Bukowski’nin yapıtları, yaşamını aşmıştır. Bunda Bukowski’nin ünü daha geç bir yaşta elde etmesinin payı olabilir. Günahıyla Sevabıyla Henry Miller ve Clichy’de Sakin Günler, art arda okunabilecek enfes kitaplar.

1989-1990 dönemindeki okumalarım üzerinde konuşmaya devam edersek, bu dönemde Uğur Mumcu’nun eserlerini okuma ısrarımın olduğunu anlıyorum. Uğur Mumcu henüz hayattayken eserlerini okuyabilmek, hatta bir keresinde onu bir söyleşide dinleyebilmek bir şanstı. 1993 yılında askerliğimi bitirmeye yakın ölüm haberini aldığımda uzun süre kendime gelememiştim. 20 yıl olmuş. Türkiye’nin en büyük aydınlarından biriydi. Sakıncalı Piyade, halen defalarca okunmaya değer bir kitap olma niteliğini koruyor. (Daha önce de söylemişimdir, hayatımda en çok okuduğum 2-3 kitaptan biridir. 15 kere kadar okumuşumdur. Genç kitapseverlere öneririm.)

Bu dönem Dostoyevski (Yeraltından Notlar, Ölüler Evinden Anılar, İnsancıklar, Delikanlı), Tolstoy (İvan İlyiç’in Ölümü), Balzac (Güzel İmperia), Thomas Hardy (Yuvaya Dönüş), Hemingway (Güneş Gene Doğar ve çok bilinmeyen, sonraki yıllarda da baskısını görmediğim bir Hemingway romanı olan  Cennet Bahçesi ), Gogol (Bir Delinin Hatıra Defteri), Yalçın Küçük (Türkiye’de çok az kimsenin okuduğunu sandığım, müthiş bir politik ekonomi kitabı olan Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu, Ermeni Rahiple Mektuplaşmala ve Fatih Sultan Mehmet: Geçen yıl Mızrak Yayınları’ndan yeni ve genişletilmiş bir baskısı daha çıktı ve hemen alıp okudum. Osmanlı gerçeği için günümüzde çokça rastladığımız magazinsel kitaplardan farklı olarak olağanüstü bir kitap. Osmanlı Tarihini merak edenler için zorunlu bir okuma bence), Marguerite Duras (Sevgili, Mavi Gözler Siyah Saçlar),  Maupassant (Madam Tellier’in Evi ve  Seçme Hikayeler), Panait İstrati (Kodin: Etkileyici, küçük bir kitaptı), D.H. Lavrence (Ölen Adam), Marquez (Kırmızı Pazartesi: Bir yazarın eserlerine başlamak için en ideal kitaplardan biri) gibi yazarları da okumayı sürdürüyormuşum. Üniversitenin son sınıfında bölümümü o yıl bitiremeyeceğim de ortaya çıkmıştı. Bu okumaların beni derslerden uzaklaştırdığını söyleyebilirim. Ama bence değerdi.

Şimdi bakıyorum da iyi ki bu kitapları okumuşum. Bir çoğu yeniden okunmayı hak eden, hayata hakkını vermek adına sayfaları çevrilmesi gerekli kitaplar. Bu kitapları üst üste okumanın kazancını da düşünmek gerek. Kesinlikle söyleyebilirim ki insan kitap okudukça kendini daha iyi öğreniyor. Bütün bu kitaplar hayata bakışımı şekillendirdi.

Kitaplarla olan maceram üniversite sonrasında da devam etti. Bu yazı tek maddelik oldu ama kitaplarla ilgili  yazılacak, anlatılacak çok şey var. Önümüzdeki yazılarımda bu konuya devam edeceğim.

 

Ali Ulvi Özdemir

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM