Bir Kitap Bağımlısının Notları – 2 / Ali Ulvi Özdemir
Okumak benim için çok önemli olsa da bu eylemin sınırları var. Yine de ülke ortalamasının çok üzerinde bir okuma ve kitap satın alma, eve getirme, kütüphaneme yerleştirme, yani istifleme pratiğim vardır.
15- Ben bir kitap bağımlısıyım. Ben bir kitap hastasıyım. Ben bir bibliyofilim. Bir kitap tutkunuyum. Okumadan, kitap satın almadan, kitapları düşünmeden, yeni çıkmış kitapları takip etmeden duramam. Ne zaman artık almayacağım, biraz ara vereyim desem çok geçmeden bu sözümü tutamayacağım yeni bir kitapla karşılaşırım. Her bulduğum serbest zaman parçasında mutlaka okumaya çalışırım. Tuvalette kitap bulundururum. Seyahatlerde yanıma alacağım kitapları önceden mutlaka düşünür, bunun üzerine plan yaparım. Otobüste, metroda, uçakta, midem bulanıncaya, başım dönünceye kadar okurum. Genellikle de hareket halindeki araçlarda bu yüzden uzun süreli okuyamam. Bu durum bir kitap okuma bağımlısı için en değerli fırsatların heba edilmesidir. Ama mutlaka bu kayıp zamanları telafi eder, olur olmadık zamanlarda yarım kalan kitaplarımı okurum. Ama asla araba kullanırken(!) ya da sağlık için spor amaçlı koşu yaparken okumayı denemedim. Her ikisini yapanlar olduğunu da biliyorum. Evet, araba kullanırken ışıklarda beklerken yanı başındaki kitabı kaldığı yerden başlayarak okuyan insanlar var. Eleştirdiğimi düşünmeyin. Çünkü çok iyi anlıyorum bu tutkuyu. Okumak benim için çok önemli olsa da bu eylemin sınırları var. Yine de ülke ortalamasının çok üzerinde bir okuma ve kitap satın alma, eve getirme, kütüphaneme yerleştirme, yani istifleme pratiğim vardır. 16- Sadece satın almam, parasal tasarruf içim her fırsatta tanıdığım insanların kütüphanelerinden ödünç kitap isterim. Bu konuda yüzsüzüm biraz. Bunu açıkça söylemekten çekinmiyorum. Normalde çekingen bir insan olmama rağmen ziyaret ettiğim evlerde kütüphaneyi mutlaka görmek isterim. Nedense bu konuda hiç çekingenliğim olmadı. Bu şekilde okuduğum kitapları çoğunlukla satın almam, bunlar yerine farklı kitapları satın alarak kısıtlı maddi olanaklarımı daha iyi kullandığımı düşünür, az parayla daha çok kitap okumuş olurum. Ama zaman zaman etkilendiğim bu kitapları kendi kütüphaneme kazandırma isteğim ağır basar. Bazı çok sevdiğim kitapsever dostlarım ise farklı düşünür bu konuda. Örneğin ilkokulun ilk günü başlayan arkadaşlığımızın halen sürdüğü Akif dostum kütüphanesinden asla kitap ödünç vermez. “Sen de al, senin de kütüphanende bulunmalı” diye gayet ikna edici bir açıklama getirir kitaplarını istediğimde. Ama bu konuda çok ilkeli olan dostum hayatım boyunca sayısız kitap armağan etmiştir bana. Bu tavrın sloganı şu: “Kütüphanenden kitap verme, isteyene aynı kitaptan hediye et!” Sevdiğim insanlardan ödünç kitap istediğim gibi insanların kendi kütüphanemden kitap almalarına ses çıkarmam, tam tersine çok beğendiğim kitapları benden almaları, okumaları için onları yüreklendirir, bu konuda ısrar ederim. Aldığım kitapları titizlikle ayrı bir yerde tutar, okuyunca mutlaka iade ederim. Aynı özen zaman zaman benden ödünç alınan kitaplara gösterilmez. Çok kez kütüphanemdeki kitaplar eksilir ve bu en seçkin kitapları olanaklarım ölçüsünde tamamlamaya çalışırım. O parayla okumak istediğim yeni bir kitabı almak varken, aynı kitabı ikinci kez satın almaktan nefret ederim. Buna rağmen iki-üç kere satın aldığım kitaplar olmuştur. 17- Sadece yeni kitapların değil eski kitapların da peşine düşerim. Yaşadığım kentlerin eski ve yeni tüm belli başlı kitapçılarını iyi bilirim. Haftada en az bir kere düzenli olarak buraları ziyaret ederim. Bu mekanların sahipleri de en azından sima olarak beni tanır ve bilirler. Taksitle alışveriş yaptığım en az üç tane kitapçı vardır. 1985 yılından beri Ankara’daki İmge Kitabevi’nin müşterisiyim. Pek çok çalışanı ve bu kitabevinin çehresi değişmesine rağmen üyeliğim sürmektedir. Kitabevinin çalışanları gerçek kitap dostlarıdır. Mustafa örneğin, sık sık benim bulamadığım, raflardan kalkmış ya da kitapçıda tükenmiş kitapları bulur ve benim için getirtir. Sık sık da satın aldığımız, okuduğumuz kitapları konuşur, birbirimize anlatırız. Çok kez İmge’den Ahmet’e “Şu kitabı gördün mü? Müthiş!” gibi bir cümle kursam çoğunlukla “Onu ben de aldım” yanıtını alırım. Ya da tersi olur. Geçen gün 3 tane kitap satın alıp Ahmet’in yanına gittim. Stephan King’in “22/11/63” adlı uzun zamandır beklediğim romanını, Murray Bookchin’in Dipnot Yayınevi tarafından çıkartılan Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine adlı yapıtını ve Bukowski’nin dediği gibi “İyiyken çok iyi, kötüyken de çok kötü” bulduğum Henri Miller’in “iyi” kitaplarından birisi olan ve Siren Yayınları arasından çıkan, üstelik Bukowski’nin mükemmel çevirmeni (efsane isim) Avi Pardo’nun çevirdiği Yengeç Dönencesi’ni aldım. Ahmet “onları ben de aldım” dedi. Onun hızına yetişmem zor. Ama ne de olsa yeni kitaplardan benden önce haberdar olma şansına sahip. 18- Yılda 200-250 kitap satın alırım. İkinci el kitap satan satıcılardan aldıklarım da bu sayının içindedir. Ama çizgi romanlar bu sayıya dahil değildir. Aldığım bu kitapların en az onda birini mutlaka okurum. Satın aldıklarım dışında devamlı ziyaret ettiğim halk kütüphanelerinden ve dostlarımın kişisel kütüphanelerinden ödünç aldığım kitapları da katarsak her yıl ortalama 70-100 kitap okurum. Sadece askerlik yaptığım yıl ve ikiz çocuklarımın ilk iki yaşı boyunca okuduğum kitap sayısı 50 civarına düştü. Bunun nedenleri anlaşılabilir sanırım. Bu tür özel ve istisnai nedenler dışında her yıl 100’e yakın kitap okumak benim için normal bir verimdir. Ancak hiçbir yıl 100 sayısını geçemedim. Bunu biliyorum çünkü yine bazı istisnai haller dışında okuduğum kitapları düzenli olarak bir kenara not ederim. Bugün bu alışkanlığımı devam ettiriyorum. 19- Gerçek anlamda nitelikli bir okur olduğumu düşündüğüm süre neredeyse çeyrek asırı geçti: 30 yıl! Hatta daha fazla oldu. İnsan ömrü için çok kısa bir süre değil bu. Bu sürenin başlangıcı bana göre 12-13 yaşlarıma kadar gidiyor. Bu süreden önce de kitap okumayı seven ve kendi çevremdeki yaşıtlarıma göre daha çok kitap okuyan biriydim, ama doğal olarak her insanın kitap okuduğu dönemin başlangıcında sadece çocuk kitapları okuduğu-okuyabildiği bir dönem vardır. Nitelikli okur olma dönemi derken işte bu dönemden sonra gelen gerçek büyük eserlerle tanışma dönemini kastediyorum. 20- Kuşkusuz halen zaman zaman çocuk ve gençlik dönemleri için yazılmış kitapları okurum. Yaşlı bir insanın çocuk kitapları okuması mümkün olsa da, bir çocuğun bazı kitapları okuyabilmesi için belli bir dönemi beklemesi, yani biraz büyümesi gerekir. Ben bu anlamda çocukluk döneminden çok erken çıktım. 12-13 yaşlarımda ilk klasik kitapları okuyor ve büyüklerle tartışıyordum. Kuşkusuz bu tam bir okuma, anlama sayılmayabilirdi, ama sorduğum sorularla onları şaşırttığımı hatırlıyorum. Bir şey daha oluyordu bu süreçte: Kendi yaşıtlarımdan yavaş yavaş ayrılıyordum. Daha o zamanlar bunu hissedebiliyordum. Ve hep kitap okumayı benim kadar sevmeyen diğer arkadaşlarımı yanlış görüyordum. “Bu kitaplar nasıl okunmaz, nasıl sevilmez” diye düşünüyordum. Şimdi de böyle düşünüyorum. 21- İlkokul ve ortaokul dönemlerinde, benim gerçek okuma dönemimden önceki dönemlerde bile hep sınıf ve okul kütüphanelerini en çok ziyaret eden öğrencilerden biri oldum. Bu her gördüğüme el atma, her elime geçeni okuma dönemi benim gerçek bir okur olmama çok yardımcı olmuştur. Çünkü merak ediyordum. O çocuk halimle elime aldığım kitabı hızla bitirme gereği duyuyordum, çünkü bıraktığım öbür kitabı da merak ediyor, onu da okumak istiyordum. Bu dönemde doğal olarak okul kütüphanelerinin niteliği, birikimi benim de okumalarımı belirliyordu. Kısaca seçme ve talep etme hakkımız olmadan, çok kısıtlı sayıda kitap arasından ne önümüze çıkarsa onu okuyorduk. Kimsenin bir ödül verdiği, teşvik ettiği, elimizden tuttuğu yoktu. Kendi seçimimizi kendimizce yapıyor, kendi yolumuzu kendimiz buluyorduk. 22- Daha 12-13 yaşlarında çok garip okumalarım oldu. Ulaşabileceğim bir ev kütüphanesi vardı. Aile büyüklerimin tercihlerine göre oluşmuş kitaplar, çevremde okuyacak kendime göre bir kitap kalmadığında başvurulacak ilk kaynaklar oluyordu. Bir kısmını anlamadığım için hemen bırakıyordum, ama sayfa çevirmek bile başlı başına bir etkinlikti. 23- O dönemde neler okudum? Ne bulursam. Bu kısıtlı seçimler örneğin yoluma çok erken dönemde Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi’ni çıkardı. Çok beğenmiştim. Ve sonradan bu okumalar İnce Memet ya da Ortadirek gibi kitapların, Yaşar Kemal’in en iyi romanının (çizgi romanı ve filmi de yapılan) İnce Memet değil, Binboğalar Efsanesi olduğunu söyleyebilme şansını verdi bana. 24- O dönemde elime geçen herşeyi okurdum. Daha çok ablalarımın kitaplarıydı. Bir keresinde okuyacak bir şey kalmadığında kütüphanede “büyüklerin kitapları” kategorisindeki kitaplar arasında Kate Milet’in bir kitabını bulmuştum. Kadın haklarıyla ilgili bitirme ödevi hazırlayan ablamındı. Onu bile okumuş ve bayağı etkilenmiştim. Kadın hakları, toplumda kadınların da bir yeri olduğu fikriyle ilk tanışmamdı. Hiçbir şey kalmadığında da babamın çalıştığı kurum olan Karayolları’nın bültenlerini okumaya başlamıştım. Yolların yapılış hikayesi, binaların sağlamlığı gibi konular vardı. Daha sonra sıra ansiklopedilere gelmişti. Evimizde neredeyse bütün apartmandaki öğrencilerin ödevlerinde yararlandıkları Meydan Larousse ansiklopedisi vardı. Ciltlerinin kalınlığı bile hoşuma giderdi. O ciltleri, sayfa sayfa çevirip ilginç resimleri ve başlıkları incelediğim oldu. Hiç ismini duymadığım bir takım ünlü kişilerin hayatlarını okurdum. O sayfaları okurken, bulunduğum kentin ve hayatımın içeriği karşısında yaşamın, dünyanın sonsuzluğu düşüncesi şekillenirdi bende. Özellikle o ciltlerde çok ender bulunan renkli resimlerin olduğu sayfalara defalarca bakardım. Silahlı Kuvvetler’le ilgili sayfaları, kitap ciltleri ve pullar hakkındaki maddeleri okuyup çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Örneğin pullarla ilgili renkli bir sayfaya büyülenmiş gibi bakardım. O pullar muhteşemdiler. Küçük bir defterle birlikte pul biriktirmeye başlamam da bu sayede olmuştu. Okudukça dünyam ve ilgi saham genişliyordu. Zamanla kendi kitaplığımızdaki kitaplar ve ansiklopediler bitti. Bu kez arkadaşlarımın evlerindeki kitaplara çevirdim gözlerimi. Bir arkadaşımın evinde keşfettiğim, zamanın en hoş ansiklopedilerinden biri olan Resimli Bilgi, en unutulmaz olanıdır. Arkadaşımdan tek tek bu ansiklopedinin ciltlerini alıp sayfa sayfa okumuştum. O resimler, o ilginç hikayeler zevkten beni sarhoş ediyordu. Çok da kitaplarla ilgili olmayan arkadaşım benim ansiklopedileri çizgi roman gibi “bu cilt bitti, sonrakini ver” diyerek istememe şaşırıp kalıyordu. “Hepsini okuyor musun?” sorusu benim çok erkenden karşılaştığım ve sorulmasına alışık olduğum bir sorudur. Evet. Elbette. Hem de nasıl. O arkadaşımdan şimdi sahaflarda bile bulunamayan pek çok ansiklopedi alıp okumuştum. Bunlardan biri meslekler üzerineydi. “Ne olsam, hangi mesleği seçsem?” diye kendime soru sormam da ilk o dönemdedir. Birbirinden güzel pek çok meslek arasından “Gazetecilik” i seçmiştim. Tabii evimize kendimi bildim bileli gazete girerdi. Babam Milliyet gazetesi alırdı. Bu gazeteyi de okumaya çalışırdım. Bence bir eve her gün bir gazetenin girmesi okuma alışkanlığı kazanmada çok etkilidir. 25- Çizgi roman okuduğum dönemde harçlıklarımız yetersiz, babalarımız da çoğunlukla işçi ve memur olduğu için elimize geçen her türlü dergiyi değiş tokuş ederdik. Bugün sevdiğim insanlarla kitap, dergi alış verişi yapmayı seviyorsam bunu o dönemin alışkanlığına borçluyum. Böylelikle daha bol okuyor, okuma açlığımızı bir tür imece yöntemiyle, neredeyse komünal bir biçimde gideriyorduk. 26- O dönemde dolgun rafları olan ve doğru düzgün çalışan bir halk kütüphanesine bizi yönlendirmemeleri bu toplumun en kötü, en eksik yönlerinden biridir. Okuduğum okulları ve öğretmenlerimi de bu yönlendirmeyi yapmadıkları için hiç affetmediğimi söylemek istiyorum. Görevlerini yapmadılar. Tabii dolgun rafları olan, modern bir şekilde çalışan bir halk kütüphanesi hangi kentte var, o da ayrı bir sorun. (Haksızlık etmeyelim, Ankara’da Kumrular Sokaktaki –şimdi cadde oldu ve hiç yakışmadı– Adnan Ötüken Halk Kütüphanesi, her şeye rağmen modern bir kurumdur.) Yaşadığımız ülkede bu açıdan büyük eksiklikler var ve çocukluğumdan beri geçen sürede çok az yol gidebildik. Maalesef. Ama umudumu koruyorum. 27- Aslında doğduğum ve liseyi bitirene kadar yaşadığım Trabzon’da bir tane halk kütüphanesi vardı. Oraya da gittim. Toplumun atılım döneminde, ileri görüşlü, idealist ve aydın insanlarının getirdiği kurumların, yıkılamadığı için varlığını koruyan, laf olsun torba dolsun misali ruhen ve içerik olarak ölmüş bir biçimde, bir harabe olarak sürdürülmesine örnek yapılardan birisiydi. Bir kabuk kurumdu. Ya da “mış” gibi yapılan bir uygulamaydı. Çoğu kurumda olduğu gibi bina olarak var, ama aslında işlevini yerine getirme sorumluluğunu hiç duyumsamadığı için yok hükmünde bir kurumdu. Çalışanları da öyleydi. Orada bizi çocuk kitaplarının döküntüleri karşılardı. 1970’li yılların soğuk, yasak dolu devlet kurumlarının bir kalıntısı gibiydi. Zaten nefretle hatırladığım okul koridorlarındaki ağır disiplin havasını hissederdim orada. O yüzden okul dışında serbest zamanlarımı orada geçirmek hiç hoşuma gitmezdi. Zaten çocuk kitaplarının bana yetmediğini anladığım halde, yaşım tutmadığı için büyüklere ait, daha dolgun üst katlara çıkmamıza izin verilmezdi. (O yıllarda Orhan Hançerlioğlu’nun Mutluluk Düşüncesi, Özgürlük Düşüncesi hatta Cemil Sena’nın Hz. Muhammed’in Felsefesi gibi, şimdi pek çok kişinin adını bile duymadığına emin olduğum kitapları okumaya başlamıştım. Felsefe, muhteşem bir kapı açmıştı bana. Hala o kapıdan girdiğim evrende minik adımlarla ilerlemekteyim.) Çocuk kitabı diye bizi karşılayan sevimsiz, döküntü, yırtık dergiler ve kitaplar ise acınacak haldeydi. Hiçbir sevgi ve istek kıvılcımı yakamadığı gibi benim gibi kitapseverleri bile daha başlangıçta bu yoldan çıkaracak kadar sevimsizdi. Ama tutundum o yolda. Sessizliği anlarım, ama bir kütüphanede genç yüreklere okuldaki gibi ders disiplini ve korku salınmasına bir anlam veremem. Her ikisi de yanlış. Bir de her kütüphaneden çıkışımızda bir görevlinin önünde sıraya girip ellerimizi kaldırırdık. Görevli kaba elleriyle üzerimizi arar, kitap çalıp çalmadığımızı saptamaya çalışırdı. Düzenin bulabildiği en iyi yöntem buydu. Yani her kütüphaneye gidişimizde bir kez hırsız şüphesiyle aşağılayıcı bir muameleye tabii tutulmayı göze almış oluyorduk. Şimdi o günleri ve o anları düşündüğüm zaman sanki özgür düşünceli bir birey olma yolunda ilerlememi engellemek isteyen, beni, otorite korkusu her hücresine yerleşmiş bir köle yapmaya kurgulu totaliter bir ruhun hayaleti, hatta bir toplama kampını çağrıştıran kesif bir küf kokusu, hatıralarımın arasından sızar. Bu uygulamadaki yanlışlığı biz o yaşta görebiliyorduk, ama insanların kitaplardan ve kütüphanelerden soğumasını, “lanet olsun” demelerini umursamayan çürümüş ruhlu yöneticiler göremiyordu. Sonuçta bu muamele bir süre sonra o halk kütüphanesinden ayağımızı kesti. Hala o aptal yapının önünden geçmek istemem. O binanın, içindeki bütün kitaplarla çürüyüp yerle bir olmasını dilerim. Tabii içinde çalışan hiç kimseye zarar vermeden. 28- Çocukluğumun bu döneminin 12 Eylül sonrasına denk düşmesinin de etkisi var. Çocuk yaşımda “yasak kitap” ve “sakıncalı kitap” fikrine somut olarak tanık olmuştum. Bizim evimizde de kitapların nereye saklanacağı tartışmaları oluyordu. Sonunda saklanan kitapları polis geldiğinde söylememek ve evdeki büyüklerimi ele vermemek için kendime söz bile vermiştim. Hatta adları aynı harfle başladığı için büyük ablama bir gün babamın, polisler sorduğunda kitaplarını sahipleneceğini, korkmamasını söylediğini de hatırlıyorum. Bir çocuk olarak o dehşeti, korkulu beklentiyi unutamam. Polisler hiç gelmedi. Ve ben de kitaplarla döşeli yoldan geri dönmedim. Toplumun, yöneticilerin, öğretmenlerimin ve çevrenin bütün olumsuz çabalarına karşı bu yoldan vazgeçmemem ve çoğu diğer insanlar gibi olmamam bir mucizedir bana göre. Bana biraz “deli”, ya da “uyumsuz”, evde zaman geçirmeyi seven “garip” biri olarak bakmalarına, onlar gibi davranmama, dilimin, konuştuğum konuların onlar gibi olmamasına en hafifinden şaşırmalarına rağmen kitapları seven biri olmayı sürdürdüm. Neyse 26. maddeyi de aştık bu arada! Ali Ulvi Özdemir gerçekedebiyat.com
YORUMLAR