Son Dakika



Hüseyin, daha iki gün önce Mezopotamya’nın gözyaşlarında, Beyazsu’da yıkanmıştı. Devre arkadaşlarıyla birlikte Beyazsu’nun hırçın ve şehvetli vücudunda geçmişlerini anıp geleceği keşfe çıktılar. Beyazsu’nun koynundan çıktıklarında ıslak bedenlerini toprağa yatırıp onun isterik çığlıklarını dinlediler. Galiba ona müptela da oldular.

Beyazsu da yoldan çıkmış olacak ki daha iki gün geçmeden Hüseyin’i koynuna çağırdı. Ancak be kez Hüseyin’in haki elbisesi sırtında idi. Yarı beline kadar suyun içindeydi. Irmağın keskin virajlarına tutunarak ayakta kalmayı başarmış bir çalıya kollarıyla asılmıştı. Hüseyin sanki kollarıyla hayata alabildiğine asılmıştı. Başını sol omzuna yaslamış ve yarısı suyun içinde kalan ağzını aralamıştı. Alabildiği kadar nefes almaya çalışıyordu. Şuuru hülyalı bir rüyadan henüz uyanmış kadar bulanıktı. Dudakları ise mordu. Suyun soğuğu belinden aşağısını adeta kesmişti. Belinden altını hissetmediği an kendini uçmaya hazır bir kuş kadar hafif hissetti. İçinden insan bedeninin uçamayacağını düşünmek ne kadar ahmaklıkmış dedi. Yarım ağız gülümsedi. Evrenin bütün seslerinden, şekillerinden uzaklaşmaya hazırdı. Nurgül elinden sımsıkı tutmuştu. Bugün nedense Nurgül’ün elleri çalı gibi sertti, dikenliydi.  Uçmasını engelleyen tek şey, tek şey Nurgül’ün elleriydi. İnadı tutmuş gelmiyordu. Bir ara onu da uçurmayı düşündü. Ancak Nurgül’ü uçuracak kadar bedeninde güç kalmadığını hissetti. Yakındaki bir mağara kudurmuş ağzından beyaz köpükler kusuyordu. Beyaz köpükler bir noktada saydamlaşıyor ancak Hüseyin’e değdikten sonra kırmızı akıyordu. Asırlardır her bir renk tonunu kendinde denemiş Beyazsu’nun azgın köpükleri Hüseyin’in kırmızısında kendini yeniden tanımlıyordu.

***

Hüseyin’i Beyazsu ile birleştiren yollar, bir dervişin kendini bulması kadar doğaldı. Kendini ararken kaderine de yaklaştığını biliyordu. Kader denilen o toz bulutunun ötesindeki bilinmezlik bilincini bir kurt gibi kemiriyor ve gün be gün ona yaklaşacak yollar arıyordu. Hüseyin bilerek ve isteyerek kendi yazgısına yaklaşıyordu.

Harp okulunu bitirmişti. İyi bir eğitim almış ve kendini iyi yetiştirmişti. Okul döneminde gününün yarı zamanında dersler alırken kalan zamanını bedenini ve beynini terbiye etmeye çalışarak geçirmişti. Ardından ODTÜ’de Sosyal Politikalar yüksek lisans programını tamamladı. New York’da tam üç yıl savaş psikolojisi alanında yüksek lisans programı yaptı ve Türkiye’ye döndü. Hayatını üzerine kurguladığı veya daha doğrusu kendisini adadığı tüm programları belli bir disiplin içerisinde bitirmişti.

Bedeninin ve beyninin olgunlaştığını hissettiği bir dönemde kendi talebi üzerine Güneydoğu Anadolu’ya görevlendirildi. Mardin Kızıltepe Tugay’ına bağlı sınır bölük komutanlıklarından birinde görevlendirildi. Bölüğüne bağlı tam yüz on komandonun aslan yürekli komutanıydı. Bölgeye neden gittiğini ve ne yapacağını çok iyi biliyordu. Sosyoloji biliminin insana kazandırdığı geniş bakış açısı ile oradaki yaşamı çok açık bir şekilde analiz ediyor, neredeyse yirmi yıldır devam eden bu uzun soluklu kavgada tüm kurguyu birey üzerinden yöneteceğini düşünüyordu. Asırlardır birlikte yaşamış bir toplumun devamı adına kazanılacak her bireye, her kadına ve her çocuğa zamanını, emeğini ve sevgisini harcıyordu. İletişimin tümü iyilik kurgusu üzerineydi. Hüseyin komutan, aldığı eğitimi o kadar içselleştirmişti ki bunu bir yaşam şekline dönüştürmüştü. Onu bazen bir hastayı hastaneye ulaştırırken, bazen yaşlı bir kadının evini onarırken bazen de bir çocuk gurubuyla top oynarken görebiliyordunuz. Hüseyin aylarla tanımlanacak kısa bir süre içerisinde bölge halkı tarafından tanındı. Adına türküler yakıldı, şerefine silahlar sıkıldı. Mardin’in ceylan gözlü kızları onu anlattılar, onu yaşadılar. Onun servi boyuna, esmer tenine, hülyalı bakan gözlerine kara sevdaya utuldular, kapı aralarında adını anıp kıkırdadılar. Hüseyin komutan, bir duygu fırtınasına tutulmuş gibiydi. Asil ruhunun derinliklerindeki insana, insan sevgisine, kardeşliğe ve dostluğa karşı aç olduğunu düşünüyordu. Hayatında insana ait, insanca yaşamaya ait her kurguya, her kavgaya vardı, hazırdı. Canını vermeye de hazırdı. Aklını karıştıran, belini büken, ruhunda inanılmaz çatlaklar oluşturan tek şey ama tek şey yaşanan silahlı kavgada ölen insanlardı. Her ölenle birlikte ruhundaki sızıyı bastırmak adına daha çok daha fazla insana yardım ediyordu. Hüseyin diyordu ki bir gün evet bir gün bu yaralı coğrafyada bu kan kusan coğrafya da insan vicdanı ölüme galip gelecek diyordu. Her ölen insanın ruhunda, her kan gölünün ortasında ve her akan gözyaşında kurguda bir hata olup olmadığı şüphesi kurt gibi beynini kemiriyordu…

Ertesi gün Cizre’ye sevkiyat vardı. Mardin yolunda mayın ihbarı verilmişti.. Hüseyin komutanın, şüpheli bölgeye yakın olduğu anlaşıldı. Görev emri ulaştırıldığında sırtında haki elbisesiyle yola çıktı. Karakola dönüp giyinmek en az üç saatlik kayıp demekti. Hiçbir kaybı göze alamazdı. Sekiz askeriyle yola çıkmıştı. Şüpheli bölgeye yaklaştıklarında ellerindeki iki dedektör ile etrafı taramaya başladılar. Askerlerden biri asfaltın bir yerde kabardığını fark etti. Yüz metre arkadaki Hüseyin’e sesini duyurarak durumu bildirdi. Hüseyin askere geldiği noktadan geri geri en az on metre gelmesini ve kıpırdamadan beklemesini emretti. Emir harfiyen yerine getirildi. Hüseyin askerini güvenli bölgeye çekti. Dedektörü yaklaştırdı. Dedektör ötmedi. Hüseyin kabarmış toprağı milim milim temizledi. Plastik şişedeki mayını çıngıraklı yılan yakalar kadar keskin hareketlerle yakaladı. Fünyeyi çekti. Her şey ama her şey bittiği bir an Hüseyin’in bedeni bir mayının bünyesine iletkenlik yaptı.

Hüseyin varlığını algıladığında asfaltın sıcağını hissetti. Tek kurtuluş vardı, tek çare, tek yazgı, tek derman. Ruhunun derinliklerinde beyaz suyun kendini çağırdığını algıladı. Beyazsu Hüseyin’in yaralarını yalamak istercesine iniltilerini Hüseyin’in kulağına gönderiyordu. Hüseyin beyaz suyun sesindeki daveti anında algıladı. Sürünerek ona yaklaştı ve bedenini Beyazsu'nun ihtiraslı kollarına bırakırken ruhunun bir tek ona ait olduğunu bir kez daha algıladı. Beyazsu onun yaralarını yalarken gerçek bir sevdayı yaşadığı için ne kadarda şanslı olduğunu düşünüyordu. Artık Mezopotamya’nın bereketli topraklarına gözyaşlarından sonra kanını da karıştırmıştı…

***

Üç ay sonra Ankara… Hüseyin farklı hayatlardan artakalan yaşamını toparlamaya çalışıyordu. Bu beden, bu mekanik ayak, bu yatak, bu koku, bu insanlar her şeye her bir şeye yabancıydı. Sevdalısından zorla, bedeni ve ruhu koparılarak Ankara’ya getirilmişti. Tanıdık tek ses Nurgül’e, tek temas da ellerine ve tek koku onun bedenine aitti. Kaçıncı hayatından kopartılarak geldiğini düşünüyordu. Açlıkla biçimlenen bir çocukluk, onurla bütünleşen bir gençlik, sevdayla bütünleşen bir yaşamdan sonra bu kuru, ruhsuz, kör sağır bir şehirde yeni bir yaşam nasıl kuracaktı ki Hüseyin? Bazen koca bedenini su tanklarına koyuyorlardı Hüseyin’in. Suyu hissettiğinde ruhunda bir kıvılcım çakıyor, bedenine bir anlık bir alev yayılıyor ve elleriyle Beyazsu'yun kıvrak bedenini arıyordu. Elleri su tankının metal duvarlarına çarptığında içine içine ağlıyordu, ruhunun en gizemli yerlerinde sakladığı Beyazsu'ya dokunabilmek için dış dünyaya kapanıyor, yalnız ve yalnız kara sevdası, yazgısı, ihtirası her şeye ama her şeyi beyazsuya varlığını öylece bırakıyordu. Gerçekle tek bağlantısı Nurgül idi.  O asil, nadide çiçek Hüseyin’in mutluluğu için Beyazsu'yla kadınlığını dahi paylaşmaya hazırdı. Ama Hüseyin’in ruhunu ona bırakamayacak kadar kararlıydı. Bu kıvrak bedenli, ihtiraslı aşüfteye Hüseyin’i bırakmayacağına yemin etmişti. Hüseyin iki sevdanın arasında kalmıştı. Ne olmayan gözleri, ne de kopmuş bacağı umurunda değildi.

Ruhunu Beyazsu’da bırakmıştı…

Gülümser Heper

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM