“O sabah bir gariplik vardı üzerimde” diye başladı anlatmaya. Söze başlarken oturduğu sandalyeye iyice yerleşmek istermiş gibi kımıldanmasından, ellerini masanın üzerinde birbirine kavuşturmasından ve gözümün içine bakmasından, konuşmasının uzun süreceği anlaşılıyordu.

“O sabah üzerimde bir gariplik vardı! Sanki kollarım vücuduma görünmeyen iplerle sımsıkı bağlanmış, bacaklarım içimden gelen derin halsizliklerin yüklediği ağır yükün altında tutmaz olmuştu. Gözlerim eşyaları tam seçemiyor, beynim alışageldiği işlevlerini yerine getiremiyordu” dedi.

Nasıl oluyorsa hep taze çay getirilen bir mahalle kahvesinde oturuyorduk. İnsana tuhaf bir esriklik duygusu veren demli çaylar içiyor, sürekli birbirimize sigara ikram ediyorduk. Oturduğumuz yer, bir eski zaman kahvehanesiydi. Kirli mavi badanalı duvarları, Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in, orgeneral üniformalı Kenan Evren’in, genç Türkan Şoray’ın ve kentin bir zamanlar başarıdan başarıya koşan futbol takımının mecmualardan kesilmiş soluk resimleriyle süslenmişti. Sabah erken vakit olduğundan, burunlarının üzerine düşen okuma  gözlüklerini takmış günün gazetelerini kıraat eden birkaç emekliden başka kimse yoktu. Bir köşede en yukarıya duvara dikine çakılmış iki ayağın üzerinde duran televizyonda, çoğunlukla arabesk parçalar çalan bir müzik kanalı izleniyordu. Hem ocakçılık hem de garsonluk yapan askerliğini yeni bitirmiş hafif külhanbeyi görünüşlü genç adam, beline bağladığı önü para cepli, yarım, kirli  siyah önlüğüyle isteyen müşterilere çay  götürüyor, bir yandan da göz ucuyla, art arda ekrana gelen seksi şarkıcıları izliyordu. Kahvehanenin en diplerindeki bir masada oturmuş konuşuyorduk Kemal abiyle. Daha doğrusu, Kemal abi ömrü boyunca söyleyecek bir şeyleri olmuş ama bunları hep kendine saklamak zorunda kalmış gibi, ara sıra heyecanlanıp ağzından damlacıkları yüzüme kadar ulaşan tükürükler saçarak anlatıyor, ben de çaktırmadan yüzümü silmeye çalışırken, zaman zaman onu kızdırmak pahasına da olsa çok kısa soru ya da cümlelerle araya girerek dinliyordum.

Kemal abi, söylediğine göre, sözünü ettiği sabahın önceki gecesinde yine “eşşekler gibi” içmişti. Eşşekler gibi içmek deyimi kendisine aitti; o andaki halinden, çok içmesinden ve hayatta geldiği noktadan büyük  bir memnuniyetsizliği ifade ediyordu. Zaten insan, davranışlarından memnun olmadığında çoğunlukla kendisini hakir gördüğü bir canlıya ya da bir eşyaya benzetmez mi ”eşşek gibi kafa çektim, küp gibi içtim” falan diye? Söylediğine göre, felsefe yapmaya başladığı gün olarak kabul ettiği kırklı yaşlarının ortasında yer alan yıllarından birindeki o 30 yıl öncesinin sabahı, başı fıldır fıldır dönüyormuş. Gövdesinde inanılmaz bir kırıklık, ağzında, kendinden nefret etmesine yol açan ve ne yaparsa yapsın bir türlü yok edemediği kesif bir rakı kokusu, başında ense kökünden başlayıp sırtına ve kafatasının tümüne yayılan “korkunç” bir baş ağrısı varmış. Gecenin nasıl bittiğini bir türlü anımsayamıyormuş. Bölük pörçük anımsamalardan oluşan taşları bir türlü bir araya getirip yerli yerine koyamıyormuş. Yüreğinde ancak “sarhoşken hatırlayamadığı ayıp şeyler yapmış” birinin duyabileceği, insana utanç veren bir eziklik hissediyormuş. Geçmiş deneyimlerine dayanarak,”ilaç aldım, az sonra bütün bu ağrılar ve ruh halimdeki sıkıntılar geçer” diye düşünmeye bile üşeniyormuş. Kimsenin olmadığı evinde, kah yatıyor, sonra yatmaktan sıkılıp oturuyor, iki dakika sonra da kalkıp o odadan bu odaya, kafasında düşünceden düşünceye geçerek, oflaya puflaya, amaçsızca dolanıp duruyormuş. Arada bir banyodaki aynada yine kendi deyimiyle ”çarşamba pazarını” andıran suratına bakıp gözlerini kısarak büyük bir nefretle “tüh allah belanı versin senin” diye görüntüsüne söyleniyormuş. Kimi zaman da sebepsiz sandığı ama derinlerdeki sebeplerini sonradan tespit ettiği bir ağlama duygusu geliyormuş içinden. Aradan bir zaman geçtikten sonra yaptığı tespitlere göre, “geçmişte ulaşamadığı ve trenler çoktan kalkıp gittiği için artık asla ulaşamayacağını bildiği” amaçlarının hazin hatırası için doyasıya ağlamak istiyormuş. Yaşlı, güçsüz, işe yaramaz ve artık “bir bok olmaz” hissediyormuş kendini. Öyle anlattı.

“Tek başına yaşadığım evimde, yine tek başınaydım. Ailemdeki herkes beni bırakıp bir yerlere gideli çok olmuştu. Karım ölmüş, oğlumla kızım başka yerlerde başkalarıyla yaşamak için ayrılmışlardı. Beraber yaşamayı çoktan kabullendiğim yalnızlık duygusunun da hüznünü taşıyarak, önce ağzımdaki kuruluğu def etmek için bardak bardak su içtim, sonra çay yaptım ve vücudumda alkolün yarattığı sıvı kurumasını dengelemeye çalıştım aklımca. Doğrusunu istersen, hayatım boyunca yaptığımdan farklı bir şey yapmıyordum. Hep içimdeki ve dışımdaki bir şeyleri dengelemeye çalışıyor, beni ezmek için üzerime geldiğini sandığım bir şeylere hakim olma savaşı veriyordum. Gizliden gizliye, bir güç kavgasına girmiştim bana zarar vereceğini bildiğim şeylere karşı üstünlük sağlamak için...”

Sadece kendini daha iyi hissedinceye kadar oyalanmak amacıyla salondaki büfenin altındaki dolabın gözünde, tozlanmış bir şeffaf naylon torba içinde duran eski özel fotoğraflarını çıkarmış. Evliliği boyunca “mahrem olanlarını” büyük ustalıkla saklamayı başararak kendisini yapayalnız bırakıp giden rahmetli karısına göstermediği fotoğrafları tek tek incelemeye başlamış. Ana-babası ve kardeşleriyle çekilmiş birkaç bebeklik ve çocukluk fotoğrafı, sonra ilkokul ikide öğretmeni ve sınıfıyla birlikte çektirdikleri, yüzünün yarısı ancak görünen bir fotoğraf. İlk okuldaki yavrukurt, lise çağındaki 19 mayıs ve izci fotoğrafları ve yaşamı boyunca sürdürdüğü gazetecilik mesleğinin gereği ya da sadece anı olarak çeşitli dönemlerin cumhurbaşkanları, başbakanları, bakanları, milletvekilleri, valileri, ünlü sanatçıları ya da sporcuları, tanınmış işadamları ile birlikte verilmiş pozlar. Ve de tabii ki çok eskilerde kalmış güzel günlerde, güzel kızların kendine hatıra olarak verdikleri ya da birlikte çektirmeye razı oldukları, karısı görmesin diye yırtıp atmaya bir türlü kıyamadığı  resimler. Tarih sıralamasına göre önce kahverengi beyaz, sonra siyah beyaz, sonra soluk renkli, sonra da canlı renkler taşıyan resimler. Sanki dünyanın siyah-beyaz renklerden bugünkü abartılı ve içi boş rengarenkliğine dönüşümünün tarihçesini anlatıyorlar; siyah, fotoğraflarda renklere dönüştükçe, kirlenen, acınası, aşağılık yaşamlara doğru durdurulamaz yol alışı simgeliyor sanki! Siyah beyaz fotoğraflarda sureti çıkmış her insanın, eşyanın, mekanın, ağacın, hatta doğanın, ırmağın ve denizin, güneşin ve ayın yaşlanmışlığından, eskimişliğinden, gücünü yitirmişliğinden söz ediyor gibiler!

Fotoğraflara baktıkça hüzünlenmiş, hüzünlendikçe bakmış. Geçmişin yaşanmış ya da yaşanmamış hayallerine dalmış. Her fotoğrafın çekildiği anı anımsamaya çalışmış, doğal olarak çoğunu hatırlayamamış. Çok eskilerde sıradan insanlar seyrek fotoğraf çektirdikleri, bunu da neredeyse törenle yaptıkları için fotoğrafla belgelenen anlar hafızalara nakşedilirdi. Şimdi artık “an”lar o kadar çok resimleniyorlar ki, hangi fotoğraf ne zaman çekilmiş, o sırada neler olmuş, insan pek hatırlayamıyor. Kemal abinin de en eski fotoğrafları az sayıdaymış. İki tane anası babası ve bir yaş büyük ağabeyiyle çekilmiş kundaktaki bebeklik fotoğrafı; dört-beş yaşlarında ağabeyiyle birlikte çekilmiş rötuşlu bir resim; ilkokulda öğretmenle birlikte sınıfça çektirilmiş, siyah önlük-beyaz yakalı çocukların bir kısmının önde çömeldiği, arkalarda ayakta duranların  nedense tümünün kollarını kavuşturdukları iki-üç fotoğraf. Erkek çocuğun cinsel organının kendine göre büyük acılar içinde sünnet edilmesini yılışık bir gururla gülümseyerek izleyen koca insanların resimleri Sonra büyüdükçe çoğalıyormuş fotoğraflanan anları.

Kimi fotoğrafların çekildikleri anlar da yaşadığı  sürece silinmeyecek anılar bırakmış belleğinde, onu farketmiş Bir şey daha fark etmiş: En çok özlem duyduğu günler, nedense, en eski fotoğrafların çekildiği günlermiş; kiminin çekildiği zamanları anımsamasa bile.

Lakin asıl fark ettiği, fotoğraflardaki görüntüsü ile  objektiflere bakışlarındaki değişkenlik olmuş. Bebekliğinin hiçbir şeyin farkında olmayan, hiçbir şeyden korkmayan ve umursamayan, sadece meraklı olarak tanımlanabilecek bakışları! Çocuklukta, merakın yanına eklenen ve gülümserken bile kendini gösteren kaygılı hava! Mesleğinde başarılı olduğu yıllardaki kendinden emin, hiçbir şeyi sallamayan küstah bakışlar! Yaşlanıp her şeyden el ayak çekmeye başlayınca gözlere gelip oturan “başaramamışlık” duygusu. İşte bu duygu çok belirginmiş; yitirilen bir gücü, özgüvenini yitirmişliği ve bundan sonraki hayattan gizli bir korkuyu barındırıyormuş.

“Bir gün ölünce” dedi, "bu fotoğraflar ne olacak, onu merak ettim. Herhalde bir süre, geride kalan ve resimlerimi miras bıraktığım çok yakınlarım, yani çocuklarım, bir iki kez beni hatırlamak için bakacaklar. Eski hallerimi görecekler. Ama,aslında eğer o fotoğrafa ilişkin özel bir ilgileri yoksa, o anda nasıl olduğumu asla bilemeyecekler. Sonra, fotoğraflar, eğer atılmamışlarsa, bir köşede sararmaya ve üzerindeki şekiller silinmeye terk edilecek. Kimse bakmayacak; bakan olursa bile o enstantaneleri bilmeyecek, anlamayacak. Bunun için en ufak bir çaba bile göstermeyecek. Anlamak için yaşamak gerek. O fotoğrafların çekildiği anları da sadece ben yaşadım. O sıralardaki düşüncelerimi, duygularımı yalnız ben biliyordum. Bütün hayatım boyunca, her şeyi aslında tek başına yaşadığım gibi. Sevdaları ve kavgaları, sıkıntıları ve sevinçleri, gücü ve güçsüzlüğü, başarıları ve başarısızlıkları, en büyük aşkları bile. Herkes tek başına yaşar hayatını; kimi azıcık paylaşır kimiyse daha çok. Ama, anamızın karnından tek başına çıktığımız gibi, tek başına yolcu oluruz öbür tarafa.”

“Ne kadar kötümser ve bencil görünüyorum değil mi?” diye sordu.” Ama hayat insanı çoğu zaman bu noktaya getiriyor. Bir tarihte ikinci Ramses'in mumyasını görmüştüm Kahire müzesinde. 70-80 yıl hükmettiği söylenen, nice savaşlara karar verip nice insanların hayat çizgisinin değişmesine, on binlerce kişinin ölümüne yol açmış bir iktidar sahibiydi kendisi. Binlerce yıldan beri, yalnızca bir mumya olarak öylece yatıyor işte. Ha gerçek mumya ha bir fotoğraf. Hareketsiz, güçsüz, savunmasız; yaptıkları ya da yapamadıkları yanına kar kalmış. O görkemli iktidarı, mumyasının binde biri kadar bile yaşayamamış. Aslında, kim bilir, en güçlü günlerinde, herkesin onu en kudretli sandığı günlerde en büyük güçsüzlükleri yaşamıştır. Bir mide bulantısı, hayatı dar eden bir karın ağrısı, tüm gücünü kendi gözünde silip atıvermiştir. Herkes önünde yerlere kapaklanırken, o, belki de en güçlü günlerinde, açıklayamadığı bir zavallılığı en yoğun biçimde yaşamıştır. Gerçekte iktidar falan olmadığını, içten içe bir kendi bilmiştir.”

“Kanuni Sultan Süleyman öyle değil mi sanki” dedi, ”ben ki Anadolu’nun ve Rumelinin ve şarkın ve garpın sahibi diye başlayıp başka hükümdarlara yazdığı mektuplarda öve öve bitirememiş kendi gücünü, sonra da, belki de dayanılmaz bir karın ağrısının ardından, ‘olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi’ deyip çıkmış. Herhalde bu büyük iktidar sahiplerinin çevreleri de çanak yalayıcılarla doluydu; o mutlak hükümdarların gölgesinde kendini iktidar olarak görenlerle. Kendi küçük dünyalarının iktidarını sürdürmeyi onların büyük gücünün devamında görenler; tapar göründükleri bu güçlerin büyüklüğünü sürekli övenler! Aziz Nesin’in deyişiyle, kağnının altına girip, kağnıya ait gölgeyi kendi gölgesi sanan itler gibi. Çok az bir kısmı tarih kitaplarına girse de, bunlar, pek çoğunun yaşadığından bile haberdar olmadığımız iktidar sahiplenicileri. Bunlar, gücünün gölgesine sığındıkları kişileri, ilahi mertebeye yükselterek, aslında  sahip olamayacakları güçleri bulunduğuna inandırmaya çalışmışlar, bundan rant sağlamaya kalkışmışlardır. Keşke kerametimiz olsa da o zamanlara geri gidip hepsinin kafasının içine girebilsek, ne düşündüklerini, başkasının gölgesinde neler hissettiklerini görebilsek! Kim bilir nelerle karşılaşırdık.”

“Aslında güç dediğin nedir ki? İktidar nedir Allahını seversen? Galiba her insan dünyaya iktidar için geliyor. Başkalarının üzerinde güç kazanmak, bu gücü kullanmak için. Bu, ’İktidar Allahındır’ diye sonsuz bir dini teslimiyet duygusuyla kendini bırakmış görünenlerde de böyle, bol yaldızlı liderlerin peşinden koşup onlara biat edenlerde de böyle. Kimi tanrıyı kullanarak bu dünyada olmazsa öteki dünyada güç kazanma peşinde, kimi iktidara, mevcut iktidar sahiplerinin iktidarına ucundan kıyısından ortak olma, ondan yararlanarak kendi küçük iktidarını kurma peşinde. Toplumsal yaşam dediğin bireylerin küçük iktidarlarının zincirinden oluşuyor. En yoksul, en zavallı, toplumun en alt katmanlarında yaşayanlar en küçük iktidarlar! Onların da kendilerine göre hükmedeceği bir küçük dünyaları var. Karısına hükmeder, çocuğuna hükmeder. Karısı da yaşlanınca deli-dolu çokbilmiş bir kocakarı olup aile fertlerine hükmeder, çocuğu askerde onbaşı olur, olamayanlara hükmeder. Herkes hükmedecek bir şeyler bulur neticede. Herkes, kendinden daha gariban bulduğuna hükmetmeye çalışır. Aşağıdan yukarıya böyle gider işte.”

Kemal abi,felsefe yapmayı abarttıkça abartıyordu.

“İnsan iktidarının doruk noktası, doğduğu andır. Anamızın karnından çıktığımızda, ciğerlerimizde tuttuğumuz havayı bir hıçkırık halinde koyvermez miyiz? En özgürce, asla engellenemeden başka insanlara hükmedebildiğimiz an, işte bu andır. İkinci ağlayışımızda, artık çevrede hükmettiğimiz insanlar gücümüzü sınırlandırma denemelerine girişmişlerdir bile. Bir ana memesi ya da bir emzik tıkıştırılır ağzımıza, bir kucakta sağa-sola sallanır, pışpışlanırız. Ve yavaş yavaş gücümüzün sınırsız olmadığını öğrenmeye başlarız. Doğrusu, hayat denen oyun böyle başlar. Önce kandırarak sustururlar, sonra azarlayarak, tehdit ederek, kimi zaman döverek, olmazsa yok ederek! O ilk ağlayışın gücü, zaman içinde yok olur gider, yerini yaşadığımız toplumsal çevreye göre sınırlandırılmış ve biçimlendirilmiş kişilikler alır. İktidarı kullanmanın her iktidar sahibi için sınırları vardır. Bu sınırlar, giderek daralır ve bir gün gelir aralarında hiçbir aralık bırakmadan birbirine geçerler. Vah önceleri büyük güce sahip olup da sonradan o sınırlar arasında sıkışan iktidar sahibine, vah!”

Çaylarımız tazelendi. Bu saçı başı ağarmış, üstü başı dökülen, günlerdir jilet yüzü görmemiş sakalları ve günde içtiği bilmem kaç paket sigaradan zifir rengi almış iğrendirici eksik dişleri olan adam, karşısında iyi bir dinleyici bulduğundan emin, bir ömür boyu biriktirdiklerini bir çırpıda söylemek için acele ediyormuşçasına anlatıyor, anlatıyordu. Araya girip bir şeyler söylemeye çalıştığımda kızgınlıkla sözümü kesiyor, sanki konuşmasına ara verirse bir daha hiç anlatamayacakmışçasına bir telaşla sürdürüyordu sözlerini. Daldan dala atlıyor, ben iki konu arasındaki ilintiyi bulmaya çalışırken bir üçüncü konuya giriveriyordu. Konuşma ilerledikçe ipin ucunu kaçırmış, kendimi kaderin akışına bırakır gibi sadece dinlemeye vermiştim. Bir yerlere varmak istiyordu belli ki ama ben aslında nereye varmak istediğini bile hatırladığından emin değildim.

“Güce, yani iktidara kendi başlarına kolayca ulaşamayacağını anlayan insanlar aidiyet ararlar” dedi.” Herhangi bir şeye ait olmak isterler. Bir dine, bir partiye, bir futbol takımına, bir sanatçının hayran kitlesine, bir milliyete, bir tarikata, insanların bir arada olduklarında kendilerini güçlü hissedebildikleri her hangi bir topluluğa. Bu tür aidiyetler koca bir yalandır, içsel bir savunma mekanizmasından başka hiçbir şey değildir. Ama, önlerindeki engelleri şu ya da bu şekilde aşıp iktidara sahip olanlar, güçlerini sürdürmek için öteki insanların ait olma duygularından yararlanırlar. Oysa ki, bir toplum içinde yaşayan her insanın tek bir gerçek aidiyeti vardır: Sınıf aidiyeti. İşçiysen işçisindir, burjuvaysan burjuva!”

Bir şey söyleyecek oldum. “Sözümü kesme de dinle!” dedi kaşlarını çatarak süslemeye çalıştığı bir otorite gösterisiyle, “Böyle yaparsan olmaz, benim kafa artık biraz gel-git anlıyor musun? Çabucak unutuveriyorum diyeceğimi.”

Ne tepki vereceğini bilmediğim için, korka korka gülümsedim.

“Dinliyorum hocam!” dedim, birbirlerine böyle hitabeden üniversite öğrencilerinin yayık ağzıyla. Bu kez o güldü:

“Bana meslektaşlarım hocam derdi, biliyor musun?” dedi, "Ama ben gerçek bir meslek hocasıydım. Bu aleme ne yetenekler hediye ettim. Bugün, bir çok büyük gazetenin başında benim yetiştirdiğim çocuklar var. Hepsi saygın, sözü dinlenen gazeteciler oldular. Ama nasıl saygın, nasıl sözü dinlenen? Kime karşı saygın, sözü kimler tarafından dinlenen? İşte burası tartışılır. Yetenekli çocuklardı, önlerine çıkan fırsatları çok güzel değerlendirdiler. Onlara hep, ’açın kafanızı’, derdim. ’Beyniniz, olayları ve düşünceleri algılarken hiçbir sınır, hiç bir önyargı, hiçbir geleneksel değer koymayın! Önce bütün bunlardan uzak algılayın, beyninize yerleştirin her şeyi, sonra bunları haberlerinizde, yorumlarınızda yansıtırken kullanırsınız kendi değerlerinizi! Bence gazeteciliğin en temel ilkesi budur’ derdim. Bu hayatın temel felsefesini hepsi değişik yorumlarla öğrendiler. Kimisi birer doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık abidesi gibi hayatlarını geçirirken, kimi yanlarında birlikte koşan ve bir yere varmaya çalışan arkadaşlarını ittiler, kaktılar, çelmelediler, düşürdüler. Aslında bunlar da eskiden bir evsiz çocuk gördüklerinde gözleri yaşaran, o çocuğun dramını anlatırken göz yaşartıcı kompozisyonlar yazan, temiz yüzlü, pırıl pırıl masum çocuklardı. Haksızlığa karşı mücadele ettiklerini sanırlar, sendikalarda-meslek örgütlerinde sazı ellerine aldılar mı, faşizme karşı önceliklerimizden başlayıp patronların sendikasızlaştırma eylemlerine karşı alınması gereken inisiyatiflerden çıkarlardı. Korkusuz, gözlerini budaktan esirgemeyen çocuklardı. Onları gördükçe, bu gençliğin bizi kurtaracağını bile düşünürdüm zaman zaman. Kim bilir, belki de kurtarırlardı, eğer önlerine serilen iktidar nimetlerini, bol parayı, kadınları, kral saraylarını, beş yıldızlı otellerin suit odalarını, başbakanlarla birlikte yola çıkılıp samimi sohbetler edilen makam uçaklarını filan görmemiş olsalardı. Demin anlattığım gibi, mesleğe adım attıkları, yani doğdukları anda ciğerlerindeki havayı büyük bir ağlama sesiyle dışarı çıkardılar, sonra ikinci ağlamaya kalktıklarında meme-mama verildi, yavaş yavaş susmayı öğrendiler. Oyunu kavramışlardı; ya bir parçası olacaklardı ya da benim gibi sürüneceklerdi. Sürünmemeyi tercih ettiler.”

Sözün burasında kendimi tutamadım, gelebilecek her türlü otorite gösterisini göze alarak;

“Yapma Kemal abi” dedim, ”niye sürünmeyi tercih edeceklerdi ki? Bu çağda, sürünmeyi tercih edecek kaç Don Kişot çıkar böyle kişiler içinden?”

Dedim ya kopuk kopuk anlatıyordu konuları. Daldan dala uçuyordu. Dinlerken zorlanıyordum. Yine öyle yaptı huysuz herif! Ben “ne alaka şimdi?” demeye bile fırsat bulamadan geçiverdi bir başka konuya:

“Akşam eğlence yapılıp öylece bırakılan bir odanın sabahki halini bilir misin?” dedi .”Gecenin ışıltıları sönmüş, üzerinde her türlü iştah açıcı yiyeceğin bulunduğu pırıl pırıl porselen tabaklar, iğrenç yiyecek ve sigara artıklarıyla dolu birer bulaşık halini almıştır. Gece boyunca içki parlatılan kadehler kirli parmak izleriyle dolu mide bulandırıcı kokular yayan birer cam parçasına dönmüştür. Duvarlara içki ve sigara kokusu sinmiş, koltukların üzerindeki tek buruşukluk bulamayacağın örtüler, üzerlerine kusulmuş ya da osurulmuş bez parçalarından ibaret kalmıştır. Şen kahkahalar yerlerini baş ağrılarına bırakmış, kahkahalarla gülünen muhabbet mevzuları alkol sislerinin ardında unutulmuştur. Geçip gitmiştir her şey!”

“Kim bilir” dedi, ”Ramses ne kadar çok şey yaşamıştır. Ramses'le birlikte çanak yalayıcıları da yaşamışlardır elbet. Üstelik, onlar bu muhabbetlerin ertesi günkü enkazını görmemişlerdir bile. Ama, onlar görmeden kaldırılıp temizlenmiş olsa bile o enkaz hep olmuştur. Tercih dedin de oradan aklıma geldi. Benim bazı öğrencilerim gibi, böylesi bir sürünmemeyi tercih edenler, iktidar sahiplerinin yanında iktidar olduklarını sanırlar, ama ziyafet masasının kurulduğu odanın işlevini yerine getirmekle, yanına sığındıkları için birer eğlendirici aksesuar olmakla yükümlüdürler. Bir gün sonra muhabbet ertesi enkazı, hatta çoğu zaman sahibi görmeden temizlenen enkaz kendileri olacaktır, bunun farkında bile olmazlar.”

“Kemal abi be” dedim, alaycı sayılabilecek bir sesle ve doğrusu bu kızgın adama karşı büyük bir cesaret göstererek, "senin de pırıltılı günlerin olmuştur elbet, böyle pırıltılı gençler yetiştirebildiğine göre. Sen kimlerin öğrencisi oldun kim bilir, nasıl girdin o aleme, Allah bilir neler yaşadın?”

“Anlatıyorum ya ulan?” dedi nezaketini bozarak, ”daha da anlatacağım. Bildiklerim bana kalmasın istiyorum oğlum! Zaten bunlar bana kalırsa yaşanmamış demektir. Her öğrendiğim, her başarım, her başarısızlığım, her doğru işim ya da her hatam eğer başkaları tarafından bilinmeyip de yalnızca bana kalırsa, geçmişte bırakılmış silik hayallerden başka hiçbir şey olmazlar.”

“Eskiden” dedi, buruk bir gülümsemeyle “eskiden gülüp geçerdim böyle düşüncelere. Geçen zamanın gücümüzü asla bir daha geri getirmemek üzere alıp götürdüğünü bilir, geçmişe özlem duymanın ve onu yeniden yaşamaya çalışmanın ne kadar abes olduğunu düşünürdüm. Ama yıllar öyle hızlı geçip gidiveriyor, çocukluk, gençlik, orta yaşlılık o kadar büyük bir hızla akıveriyor ki, eski güçlü günleri aramamak, onlara geri dönmeyi istemek kadar doğal bir şey yok gibi geliyor şimdi bana. Tıpkı, ilk ağlayışından sonra gücüne sınırlamalar getirilmeye başlayan bebeğin hep ilk gücüne ulaşmak için sürekli yeniden ağlamaları denemesi gibi. Bebeğin de her yeni ağlayışında, ilk ağlayışının gücünü yeniden elde etme çabası vardır, ama bunu asla başaramaz. Ve hep özler o ilk ağlama anını evlat; masum, zalim ve sınırsız gücü ve özgürlüğü hep özler. Hep içinin bir yerlerinde saklar o özlemi. Saklar ama, bir türlü çıkaramaz bir daha. Gelecek güzel günlerin beklentisiyle, iyi yaşam hayalleriyle ya da hayata dair bin bir umutla avunur durur.”

“Eğer şanslıysa, başkalarına göre daha güzel bir hayat sürdürür ya da başkalarına göre daha şanslı kılmaya çalışır kendini. Bunun için bin bir türlü yol vardır önünde denenecek. Birinde karar kılmak zorundadır ve kimileri üzerinde gitmeye karar kıldığı yolun onlar için ışıltılı bir yere gittiği düşüncesiyle, o yolun yolcusu olmak için ellerinden geleni yaparlar, ahlak - mahlak tanımadan sonuna kadar gitmeye çalışırlar. Kimileri ise ucu ucuna ama rahat vicdanlarla yürürler kendi yollarında. İşte bunlar, hayat denen o devasa manastırın ruhunu satmayan keşişleridir.”

Kemal abi, bu bir baltaya sahip olamamış, sahip olanları da kıskanıyor görünüşlü gazeteci eskisi, bu neyi anlattığının farkında olup olmadığı belli olmayan  huysuz ihtiyar, o gün, o eski zaman dekoruyla süslü mahalle kahvesinde anlattıkça anlattı. Anılara hayallerini kattı kimi yerde, kimi yerde yaşadıklarını zararsız yalanlarla abartarak aktardı. Fark etsem de sesimi çıkarmadım, yaşına, mesleki kıdemine ve de üzerinden dökülen çile çekmişliğine hürmeten ve de doğrusu onu kızdırmaktan korkarak.

“Bir gün” dedi, "reddedildiğim bir iş görüşmesinin dönüşünde, umutsuzluk içinde İstanbul’dan dönüyordum. Tam Boğaziçi Köprüsünün üzerinde otobüsü durdurup kendimi boğazın soğuk sularına fırlatıvermek geldi. Otobüsü durdurabilir miydim bilmiyorum ama durdursam da atlayamayacağımı düşündüm sonradan. Çünkü aynı anda, köprüden geçip yola çıkınca her şeyin geride kalacağını, hayatımın yeni bir bölümünün başlayacağını düşündüm. Köprü, sanki yaşamın kötü günlerini geride bıraktığım ve güzel günlere açılan bir geçit gibiydi. O yeni bölümün nasıl olacağını merak ettim ve bir an önce otobüs şu köprüyü geçsin diye, hiç inanmadığım tanrıya dualar ettim. Dua ederken gözlerim yaşardı. Aslında kendime, geçip giden yıllarıma ve yitirilmiş gücüme ağlıyordum. Hani teşbihte hata olmaz derler ya, mezarından kalkıp takla atmaya çalışan cenazeme ağlıyor gibiydim.”

Kemal abiyi hayatında etkileyen en büyük sözlerden birini, dişiyle tırnağıyla mücadele edip sonunda hayatta hedeflediği noktaya ulaşan bir arkadaşı, çıkardığı kitabın kendisine yolladığı sayısının iç kapağına yazmış: ‘Bu yola birlikte çıktık’ demiş, bir yere varabildik mi bilmem?’

“Bugün şen tonton kahkahalar da atsan, saçını da boyatsan, yağlarını da aldırsan, söyle bana, net olarak anımsayabiliyor musun 50 yıl öncesini? Eğer evet diyorsan, artık o hayran olduğun 20 yaşındaki kız çocuklarına o zamanki kadar sevdalı bakamayacağını biliyor musun? Sevdalı bakabilmek de bir iktidar meselesidir be çocuk. Kişisel iktidar meselesi. Kişisel iktidar dediğin gelir ve gider. Sana da geçip giden  her şeye ağıt yakmak düşer. Her şeye! Bu durum, hayata gözlerini kapayacağın ana kadar sürer. Ve tam o anda, son nefesini verirken yanında bulunduğum insanlardan biliyorum, insan ilk doğum anındaki sonsuz gücü ve özgürlüğü bir kez daha yaşar. Çünkü o anda artık yitirecek hiçbir şeyin kalmadığını hissedersin. Çevreye ilgin ve sana zarar verebilecek hiçbir şey kalmaz. İnsanın en zayıf olduğu gibi en güçlü anları olur doğum ve ölüm anları. Gerçek iktidar, ya yitirecek şeylerin varlığından henüz haberdar olmadığın ya da kaybedilecek hiçbir şeyin kalmadığı anlarda vardır.”

Kahvenin bir köşesinin en üst kısmında duran televizyonda, vıcık vıcık görünüşlü bir kadın, insanın içini bayan bir müzik eşliğinde, vücudunu, ağzını ve sesini eğip bükerek, sözleri ne kadar dikkat etsen de tam olarak anlaşılamayan bir şarkı söylemekteydi. Kemal abi, birer çay daha içmek istedi ve gözünü televizyona dikmiş, şarkı dinlemekten çok kadının etek yırtmacından görünen bacağını seyreden garsona seslendi. Garson duymayınca, sesini yükselterek bir daha bağırdı. Seyir zevkinin bozulmasından rahatsız olan garson, bıçkın bir bakışla,

“Ne bağırıyorsun dayı,sağır mıyız?” diye yanıt verdi.

Kemal abi, garsonun bu tehdit edercesine yanıtından ürkmüş  ve o anda sağlamaya çalıştığı egemenliğe boyun eğermiş gibi yaparak,

“İki çay daha isteyecektim evladım!” dedi. Garson,

“Tamam dayı” dedi,”patlama, şimdi getiririz!”

Kemal abi bozuldu bu kez, yüzü kıpkırmızı oldu, ayağa kalktı. Eli ayağı titriyordu:

“Ulan zırtapoz” dedi, ”sen benimle ne biçim konuşuyorsun öyle? O dilini alır kıçına sokarım senin!”

Önce şaşıran garson, kendisine böyle alenen posta konmasının yarattığı öfkeyle Kemal abinin üzerine hamle yaptı. Ben ve yan masalardan bir-iki kişi araya girdik. Garson, bu sözleri, başkaları duymuş olmasa, belki de sineye çekecekti ama herkesin içinde böylesi aşağılanmayı içine sindiremiyor ve hesabını sormak istiyordu. Bir istediği de, sanırım, oranın kendisinden sorulduğunu kanıtlamaktı.

Biz garsonu durdurmaya çalışırken, Kemal abi de ayağa kalkmıştı. Kendisinden 40-50 yaş küçük, üstelik sosyal durum bakımından çok aşağılarda gördüğü  bir veledin güç göstermeye çalışmasını hazmedemiyor, kıpkırmızı yüzüyle garsonu korkutacağını düşündüğü sözler sıralıyordu.

“Senin gibi çok iti yola getirdim ben. Şimdi emniyet müdürünü, hatta valiyi arayacağım, o zaman göreceksin gününü, puşt oğlu puşt. Buraya polis yığacağım görürsün, sen kiminle dans ettiğini sanıyorsun ulan hıyarağası.”

Garsonu zor-bela çay ocağının yanına götürdüler. Hala  ayakta olan Kemal abinin eli-ayağı titriyordu. Kolundan tuttum, azıcık oturup soluklanmasını istedim. Bir eliyle tahta sandalyenin sırt yaslayacak bölümünden tuttu, sandalyeye ilişti önce. Derin derin nefes almaya çalıştı, zorlandığını fark ettim. "Başım döndü birden” dedi. Alnında boncuk boncuk terler belirip, nefesi giderek düzensiz hale gelirken. "Bir ambulans çağırın, bir şeyler yapın!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Kemal abi, bir eliyle hala sırt dayayacak yerini tuttuğu sandalyeden yavaşça yere kaydı, kolundan tutmaya çalıştım ama yere oturmasını önleyemedim. Önce beni ilk kez görüyormuş gibi merakla, sonra eski bir tanıdığını görmenin sevincini yansıtan gözlerle yüzüme baktı. Başımıza birileri gelmişti. Az önce saldırısını güçlükle önleyebildiğimiz garson, siyah yarım önlüğünün eteklerini değdirerek Kemal abinin yanına çömelmiş, ”amca iyi misin?” diye endişeli ve suçluluk taşıyan bir sesle soruyordu.

Kemal abi, hafif, bağışlayıcı bir gülümsemeyle baktı garsona:

“İyiyim evladım, sağol!” dedi.

Tam bu sözü söylerken Kemal abinin gözlerinin parladığını gördüm. Doğrusu, daha önce hiçbir insanın böyle baktığını görmemiştim. Bu Ruhunu Satmayan Keşiş’in gözlerinden insanı ürperten, aynı zamanda asla engellenemeyeceği ya da sınırlanamayacağı duygusu veren inanılmaz bir güç yansıyordu.

Coşkun Kartal

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)