Son Dakika



Dış kapıdan içeri adım atarken yağsı bir çürük kokusu yüzümüze çarpmıştı. Emin olamadım, ama biraz rutubet, hatta ter. Uzun açlık grevlerinden hatırlıyorum, ağız kokusu gibi de. Kapıyı bize açan hanım, farkında olsa gerek, açıklamalar yapmaya başlamıştı. Yutamadığı için hiçbir şey yiyemezmiş arkadaşım, yapay gıdayla besleniyormuş. Bu tuhaf koku, onun kokusuymuş. Seruma benzer bir besleyici, koluna ya da eline değil de doğrudan boğazına bağlıymış.

“Tahin kıvamında, yağlı bir şey. Ter yapıyor bolca, ilaçları da içinde.”

Sırtüstü yatıyordu arkadaşım. Kafası yastığa gömülmüştü. Sağındaki pencereden odaya dolan ışık, yüzünün bize yakın olan yanını gölgede bırakıyordu. Kirpi gibi sert saçları yumuşamış, beyazlamış, seyrelmişti. Yakası açık duran pijamasından sarkmış göğüsleri görünüyordu. Gözlerinin yumukluğunda, şefkat uyandıran bir zavallılık vardı. Solgun bir kahverengilik, suratında. Gözleri derinlere kaçmış gibiydi.

Bu hasta yatağında, eşi ve çocukları dahil hiç kimseyi tanımadan yatan insan, yıllar önce mezuniyet töreninde bıraktığım arkadaşım mıydı? Hatları da benzemiyordu! Belki çukurlarına çekilmiş gözler, katmerli burun, haydi haydi ayrık kaşlar, biraz da köşeli yüzü. Bu tanıdık çizgiler dışında hiçbir şey çağrıştırmıyordu onu. Aynı yurt odasında yıllarca bir arada kalmıştık. Yatışını, uyanırkenki mahmur hallerini, poğaça büyüklüğündeki kantin ekmeğini iki lokma edişini ve hemen arkasından yaktığı sigarayı… Gözlüklerini kazağına silişini, dişlerini temizlerken herkese laf yetiştirmesini nasıl unuturum… 

“Sabah kalktığında ilk işi kendini soğuk suyun altına atmak olurdu. Yaz kış demeden hem de.”

Başıyla sessizce onaylıyor eşi.

“Kalkmayı bir becerebilse, iki saniye durmaz. Yapar aynısını.”

Eskimiş yüzleriz. Eskimiş ilişkileriz.

Çocuksu bir umutla bakıyor, bakıyorum. Birlikte geldiğimiz arkadaşıma, Dilek’e anlatıyordu eşi. Önce eşyaları, sonra giysileri unutmaya başlamış arkadaşım. Saati, evin yolunu… Derken, yüzleri.

Kadının sesindeki vurgular, içimi acıtmıştı.

“En kötüsünü yaşadığımızı düşünüp hayıflanırken, felç geldi…”

Konuşmalar, eşinin çaresiz bakışları ve yanı başımızdaki duruşu, kendini bilmeden yatan arkadaşım ve yanımda kendini paralayan Dilek’in yakaran sesi… Şu birkaç dakikalık buluşmada her şey çok acımasız gelmişti bana.

Hastalığının ortaya çıkışını ve evrelerini Dilek de anlatmıştı eve gelirken. Parayı tanımamaya başlamış önce. Kuruşları, hayatında ilk kez görüyormuş gibi evirip çevirmesi sonra da...

Hayatı hiçbir yere sığmayan arkadaşım, gelmiş bu daracık odaya sığınıvermişti demek. 

Yaşamakta olduğu korkunç yalnızlığı anlamaya çalışmak boşunaydı. Her gün sabahtan akşama, akşamdan sabaha kımıldayamadan yatan, hani, sağa sola dönüp ileri uzanmanın, geri kaykılmanın bile ne olduğunu bilmeden yatan, sadece yatan arkadaşım.

Gözleri tuhaf bir şekilde kapalıydı. Uyuyor muydu? Uyumanın ne anlama geldiğini, uyukluyor olmanın tatlı teslim oluşunu biliyor muydu? Karşımda, açılmayan, solgun iki karanfil gibi gözler…   

 Eşi, kısa aralıklarla uzanıp alnının terini siliyordu. Elini saçlarında gezdirirken şefkât dolu, aşk doluydu. Bakışlarında, küçücük bir çocuğu seven annenin dokunuşları vardı. Ağlamasa da gözlerinin yaş dolu olduğunu, çektiği acının çok büyük olduğunu hissetmek zor değildi.

Birden, arkadaşımın, bizim orada olduğumuzun farkına vardığını hissettim. Gözleri aralanmıştı. Başını bizden yana, seslerin geldiği yana çevirmeye çalışıyordu.

“Benim,” dedim. “Ben…” Kendime doğru bakmasını sağlamaya çalışarak, adımı söyledim. Sonra bir daha, bir daha söyledim. Her keresinde daha yüksek sesle, daha vurgulu ve heceleyerek. Sonra soyadımı söylemek geldi aklıma. Defalarca söyledim. “Hatırladın mı beni…” diyecekken susuverdim. Diyemedim. Denmezdi. Suçlamak gibi olurdu.

Nasıl da heyecanlıydım! Gözleri, anlamaztanımazbilmez gözleri, anlamaz, tanımaz bilmez bakışlarla bakıyordu bana.

“Tanıdın mı,” dedi yanımdan bir ses. “Bizim okuldan.” Dilek’in çaresiz sesi.

Sordu, bekledi ve açıklamalar yapmaya başladı Dilek. Çarpıcı kelimeler söylüyor, küçük cümlelerle, arkadaşımın hafızasındaki kırıntıları bir araya getirmeye çalışıyordu. Onu tanıyan başka arkadaşlarını da getirmişti daha önce. Üniversiteye girdiği yıl yurtta aynı odada kaldıkları arkadaşlarını arayıp bulmuştu. İzmir’den, Antalya’dan, İstanbul’dan Ankara’ya getirdikleri olmuştu birkaç saatliğine bile olsa. Okul takımında futbol oynadığı arkadaşlarını toplamıştı bir keresinde de. Yaşamında iz bıraktığını düşündüğü insanları belirlemiş, sıraya koymuş, her hafta ikişer üçer getiriyordu başucuna.

Doktor, her an, mucizevi değişikliklerin olabileceği müjdesini vermişti. Aylarca hiçbir şey olmayabilir, ama zihni birden, cam gibi berraklaşabilirmiş de.

“Tanıdıysan aç kapa gözlerini…”

Çaresizliğin tutarsız itirafıydı halbuki sözler. ‘Aç’ı da, ‘kapa’yı da anlamıyor olduğunu unutuvermişti. Kapanmadı açık olan gözler. Sadece baktı.

Eşinin heyecanı benimkinden az değildi.

“Olmazsa, parmaklarını oynat. Aaa nerede parmakların?”

O da kaptırmıştı kendini bu basit oyuna, ama bu yumuşacık ses de yanıt bulamamış gibiydi.  Uzanıp yorganın altından çıkardı ellerini. Yorganın altından çıkıp çağla rengi desenlere düşüveren ellere bakıyordum. Parmakları açılmamıştı. Birinde yumruk büyüklüğünde, doktorun, parmaklarını çalıştırması için verdiği sarı, plastik bir civciv vardı.

Gözlerindeki tek duygunun korku olduğunu üzüntüyle izliyordum. Bir göz kırpma, dudak bükme, alaycı ya da küçümseyici bir bakış, razıydım hepsine. Ciddiyet, ciddiyetsizlik, yapaylık… Ondan beklediğim bunlardan en azından biriydi.

Ellerini tutsam, kavrayıp sarsmaya başlasam.

”Arkadaşım…” desem, “benim, ben! Neler yaşamadık ki birlikte? Nasıl tanımazsın beni? Söyle, ne oldu sana,” desem…

Diyemedim. Diyemezdim. Denmezdi!

Bir uzun düşüş içindeydim. Sert, derin, umutsuz.

Boşalmış zemberek gibi anlatmaya başlamışım, Dilek’in sonradan söylediğine göre.

Yurtlarda kalırken büyük arkadaş grupları olarak gerçekleştirdiğimiz sabah yürüyüşlerini ve koşularını, gece gezmelerimizi, kuru fasulye partilerimizi, saatler süren çizim derslerimizi ve laboratuvardaki muzipliklerimizi, sınavları ve final dönemlerindeki sabahlamalarımızı, kafeteryadan dışarı taşan uzun kuyruklardaki şamatalarımızı, yemek boykotlarımızı… Yurtların ortasındaki basket sahasında binlerin bir araya geldiği gece forumlarını, ülke sorunları üzerine yaptığımız ateşli tartışmaları, ortada yanan dev ateşin kızıla boyadığı isyankâr yüzleri ve hep bir ağızdan söylediğimiz devrim şarkılarını, sloganlarımızı…

Trafik kazası geçiren ve bacakları kırılan, çok sevdiği Öğrenci İşleri Dekanı’mızı anlattım sesimi alçaltarak. Dekan’ın, dernekteki son yapılan Mezunlar Günü yemeğine İstanbul’dan gelip katıldığını ve onu sorduğunu anlattım.

Kendi kendimle konuşuyor olduğum düşüncesine sürüklendim neden sonra. Konuşmalarım boşa gidiyor gibiydi. Yıllarca bir arada yaşamış da olsak, üstü örtülü hayatlarımız, gözlerimizde kalmış gizler, saklı ilişkilerimiz vardı. Ama şu an görünen o ki, hepsi çoktan unutulup gitmişti.

“O yıl Bahar Şenlikleri kapalı spor salonunda yapılacaktı. Aranıyorduk, ben ve Zafer. Jandarma bölümlerin arasında sıkıştırmıştı ve yakın bölümlerden gelen arkadaşlar kurtarmıştı bizi. İtiş kakışta okuldaki karakola yeni atanan iki pırpır kıdemli taşla yaralanmıştı, hem de ağzından! Sonra sen gidip karakol komutanıyla konuşmuştun da, biz de katılmıştık şenliklere. Yaralanan iki pırpırla yan yana izlemiştik şenlikleri…”

Yine ses vermemişti. Sorsaydı Zafer kim, sen kimsin, Bahar Şenlikleri ne, jandarma ya da her neyse komutan kim, kim… Kim?

Sormadı. Korku dolu gözlerle bakıyor, bakıyordu.

Burnunun kıvrımları, iri birer su damlası gibi canlıydı. Kendimi biraz toparlasam ve neredeyse sakal olmuş yüzünü okşasam. Birazcık cesaret! Gıdıklanan bir çocuk gibi kıkırdasa. Odadaki kasvet dağılsa, eşi de, Dilek de kahkahalarla gülmeye başlasa...

Gözlerini sağa sola çevirirken ve derin nefesler almaya çalışırken, ağzı sağa doğru eğriliyordu. Yetişkin erkek gitmiş, içindeki sevimli oğlan çocuğu kalmıştı, ama ne yazık konuşamıyordu bu yaramaz ufaklık.

Hangi duygular saklıydı bu sessizlikte?

Senelerle boğuşmaya başlamıştım ve ayrıntılar silinip gitmişti. Neleri geride bırakmıştık yıllardan, dağarcığımıza kalanlar neydi?

Bizi tanımamıştı, ama umut bu, bir umut, varlığımızı algılamış görünüyordu. Yüzündeki boşluk azalmamıştı ve insanın içine işleyen ürkek bakışları ürkütücüydü. Kontrolsüz, bilinçsiz, ahraz.

Durmaksızın yineliyordum ve her cümleyi iki üç kere söylüyordum. İnadına, dilsiz bir tanık gibi susuyor, yüzümüzdeki gülümsemeyi, mimikleri ya da her neyse anlamaya bile çalışmadan, sadece bakıyordu.

Bir kaybetmişlik duygusu içinde sürüklenerek uzanıp yeniden ellerini tuttum. Elleri titriyordu ve hareketlerinin yavaşlığı, titremesine engel olamıyordu.

“Bak sana ne getirdim,” dedim yüzüne eğilerek ve katlanmış gazete kağıdı büyüklüğündeki fotoğrafı eline tutuşturdum. Bir futbol maçı sırasında çekilmiş fotoğraftı bu. Tutamadı. Tutması gerektiğini bilemedi. Bez bebeğinkiler gibi ayrık kaldı parmakları.

Oynadığımız sahanın çevresini anlattım. Topu gösterdim. Formamızın renklerini, yanımızdaki arkadaşlarımızı…

Konuşacağı ümit edilen bir duvara karşı, ne kadar ısrarcı olabilir insan?

Ellerini uzun uzun sıkıyordum. Nerede okumuştum, “sarıldığınızda ilk bırakan siz olmamalısız!” Bırakmadım. Sonra bir daha, bir daha!

Çok defa yapardık bunu. Eşine ve Dilek’e anlatmaya başlamıştım ki, bir kımıltı elimde! Tırtıl debelenmesi gibi.

Parmaklarımı tutmuştu! Boşta kalan civciv yuvarlandı ve parmaklarımın, elinin içinde eriyip kayboldu.

“Hey,“ diye bağırdım. Çocuksu bir sevinç çığlığı.  ”Hey!”

Kirpiklerinde, gözlerine duman kaçmış gibi kıpırdanmalar olmuştu. Yüzümü daha iyi görebilmek için mi ne, kafasını kaldırmaya çalıştığını fark ettim. Bakışları tuhaftı, ama diriydi, korku gitmiş merak gelmişti şimdi.

Bütün huzursuzluğum bir anda uçup gitmişti.

Odadaki çürük kokusu dağılıverdi. Yorgandaki çağla rengi yapraklar birer birer zıplayıp eline, kollarına, omuzlarına, yüzüne konmaya başladı. Dilek de ben de gülüyorduk. Sesi yaşlanmamıştı ve muzip sesler çıkartarak gülücükler dağıtmaya başlamıştı. Söylediklerini anlamaya çalıştım. Mutlu gibiydi.

“Haydi arkadaşım var mısın bir korsan koymaya? Polislerle kovalamaca oynarız. Taşkınlık yapanları ufalarız. Hatırlatayım, o zamanlardaki mertlikten eser yok! On kişiyi bir arada gördüklerinde gazlamaya başlıyorlar artık. Öyle korkuyorlar ki, bire yüz saldırıyorlar.”

Buruk da olsa, eşi de gülmeye başlamıştı. Sesini tanıyor olmalıydı, söylediklerini onaylayan tuhaf sesler döküldü dudaklarından arkadaşımın. Konuşmaya çabalarken boğazını zorlayan hırıltılar,  bir türlü sözcük olamayan sesler, yine içimi acıtmıştı.

“Hatırlıyor musun, on iki Eylül’den on gün sonraydı. Beşer kişiden otuz grup oluşturmuştuk ve her gruba üçer afiş vermiştik. Tüm gruplar aynı anda afişlemeye başlamış ve 10 saniye içinde bitirmişlerdi işlerini. İkişer üçer devriye gezen polisler ne olduğunu kavrayamadan bütün Kızılay’ı afişlemiştik. Üstelik, bir tek kişi yakalanmadan…”

Doktorun söylediği o mucizevi an, birden geliverecekmiş duygusu içinde, durmaksızın konuşuyordum. Anlayıp anlamadığını bilmeden, kişileri ya da yerleri hatırlayıp hatırlamadığını sormadan… Jandarmanın sivil giysilerle katıldığı, öğrenci örgütümüz önderliğinde altı bin kişiyle gerçekleştirdiğimiz ağaç dikme törenini anlatmaya başlamıştım ki, dikkatinin dağıldığını fark ettim.

Yorulmuş olmalıydı. Yazgısına boyun eğer gibi susmuştu. Yanaklarındaki kırmızılık kayboluyordu, gidiyordu odadan.

Sohbetimizdeki kör dövüşü, yerini ölgün sessizliğe bıraktı. Yüzündeki, omuzlarındaki yapraklar sarardı ve yavaş yavaş yorganın üzerine düştü. Vişne çürüğü, nevruz kırmızısı yapraklara dokundu yorgun parmaklar.

Televizyonun üzerindeki, küçük siyahbeyaz fotoğraflara kaydı gözlerim. Önceki haftalarda gelen arkadaşları getirmiş olmalıydı. Tanıyordum birçoğunu. Aylak aylak bize bakıyorlardı şimdi.

Karakolun üst tarafındaki sakınımlı araziden kaçak giriş yaptığımız gece gelip çöreklenivermişti içime. Bulutsuzdu gökyüzü, kapkara gölgeler ve hışırtılı bir esinti vardı. Bodur sarıçamların kuytuluklarında saklanıyorduk. “Devriye, şimdi geçer,” demişti fısıltıyla. “Sonrası rahat…”

Öğrenci yurtları, uzakta sayılmazdı. Derinlerdeki sesler, yurtlardan geliyor olmalıydı, Sezen Aksu, Rahmi Saltuk, Cem Karaca, Zülfü Livaneli şarkıları birbirine karışıyordu.

Halil Genç

(Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım, Öyküler, Akılçelen y. s.53)

 

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM