Leopar Adam’ın öyküsü / Jack London
Çeviri: Haluk Erdemol
Güzel bir düş görürcesine uzaklara dalıp giden bakışları vardı. Bir kadınınki gibi yumuşak bir ses tonuyla konuşuyordu. Hüzünlü ve tekdüze sesi, kök salmış bir tür melankolinin somutlaşmış biçimi gibiydi. O Leopar Adam’dı, fakat öyle biri gibi görünmüyordu. Yaşamını kazandığı işi, büyük seyirci kalabalığı önünde bir kafes içindeki leoparlarla gösteriye çıkmak ve cesaret isteyen bazı numaralarla seyircileri heyecanlandırmaktı. İşverenleri uyandırdığı ilgi ve heyecan ölçüsünde ödüllendiriyordu onu. Söylediğim gibi, Leopar Adam unvanıyla bağdaşık bir görünümü yoktu. Dar kalçalı ve dar omuzluydu. Kanlı canlı biri değildi. Hüzünlü ruh halinden dolayı baskı altında gözükmüyor, yumuşak tavırlarıyla bu durumunu dengeliyordu. Bir saattir ağzından bir öykü almaya çalışıyordum. Fakat hayal gücünün zayıf olduğu anlaşılıyordu. Görkemli meslek yaşamında çekici duyumlar, cesur eylemler ve heyecan yoktu onun için. Yalnızca renksiz bir monotonluk ve bitmek bilmeyen sıkıntı vardı. Aslanlar mı? Evet, aslanlarla da karşı karşıya gelmişti. Çok kolaydı. Yapacağınız tek şey sakin olmaktı. Herhangi bir kişi basit bir sopayla bir aslanı muma çevirebilirdi. Bir keresinde bir aslanla yarım saat boğuşmuştu. Her saldırıda aslanın burnuna vurmak yeterdi. Kurnazlık yapıp başını eğerek saldırıya geçerse bacağınızı uzatırdınız; pençe atmak üzereyken de bacağınızı çekip gene burnuna vururdunuz. Hepsi buydu. Uzaklara dalıp giden bakışları ve yumuşak ses tonu ile konuşurken yara izlerini gösterdi bana. Çok yara almıştı. Son aldığı yarayı dişi bir kaplana borçluydu. Omzuna pençe atmış ve kemiğe kadar sıyırmıştı etini. Giysisinde düzgün biçimde dikiş atılmış yırtık izlerini görebiliyordum. Sağ kolunun dirsekten aşağı kısmı bir biçerdövere girmiş gibiydi. Kaç öfkeli saldırıyı savuşturmuştu kim bilir. Önemli değil, diyordu, sadece yağmurlu havalarda eski yaralar biraz rahatsız ediyordu, o kadar. Birden bir şey anımsamış gibi yüzü aydınlandı. Bir öykü beklediğimi bildiği için o da baskı altında hissediyordu kendini. “Bir aslan terbiyecisinden nefret eden adamdan söz edildiğini duydun mu?” diye sordu. Durakladı ve karşıdaki kafeste duran hasta bir aslana baktı. “Dişi ağrıyor” diye açıklamada bulundu. “Sözünü ettiğim aslan terbiyecisinin en önemli gösterisi kafasını bir aslanın ağzına sokmaktı. Ondan nefret eden adam da aslanın çenelerini kapatacağı anı görmek umuduyla her gösteriyi izlerdi. Gösteri neredeyse o da oradaydı. Gösteriyi izlemek için ülkenin her köşesine giderdi. Sonunda bir gün, en ön sırada otururken beklediği şey oldu. Aslanın çeneleri kapandı; doktor çağırmaya gerek kalmamıştı.” Leopar Adam sürdürdü konuşmasını: “İşte sabır diye ben buna derim. Benim izleyeceğim yol da bu olurdu. Fakat tanıdığım biri böyle yapmadı. Kılıç yutma, bıçak atma ve el çabukluğu numaraları yapan ufak tefek, De Ville adında bir Fransız’dı bu adam. Güzel bir karısı vardı. Kadın trapezciydi, çadırın tepesinden yere yakın bir ağa dalış yapar ve atlarken de seyircilerin çok hoşuna giden bir dönüş hareketiyle süslerdi gösterisini. “De Ville’in eli ne kadar çabuksa – bir kaplanın pençesi gibi çabuktu – huyu da o kadar değişkendi. Bir gün sahne amiri kendisine ‘kurbağa yiyen’ veya daha kötü başka bir isimle seslendiği için adamı seyircilerin önünde, gösterisinde kullandığı yumuşak çam panoya doğru itmiş ve adam daha ne olduğunu anlamadan bıçak yağmuruna tutmuştu onu. Adamın her yanını kuşatan bıçaklar vücuduna öyle yakın saplanmıştı ki elbisesinden panoya çivilenip kalmış, bıçakların çoğu saplandıkları yerde kesikler oluşturmuştu. “Adamın serbest kalması için palyaçolar bıçakları çekip çıkarmak zorunda kaldılar, öylesine mıhlanıp kalmıştı tahtaya. Bu olaydan ötürü herkes DeVille’den çekinir oldu. İşvebaz karısıyla karşılaştıklarında da nezaketin ötesine geçmeye cesaret edemediler. “Fakat Wallace adında bir adam vardı. Hiçbir şeyden korkmazdı o. Aslan terbiyecisiydi. Kafasını aslanın ağzına sokma numarasını o da yapardı. Sirkteki aslanların herhangi biriyle yapabilirdi bu numarayı, ama o her zaman güven duyduğu iyi huylu Augustus’u tercih ederdi. “Dediğim gibi, Wallace – biz ona Kral Wallace derdik – canlı ya da ölü hiçbir şeyden korkmazdı. Bir Kral’dı o; hata yoktu bu unvanda. Bir keresinde onu sarhoş bir halde bahse tutuşurken görmüştüm. Bahsin konusu saldırganlaşmış bir aslanın kafesine sopasız girip onu sakinleştirmekti. Yaptı bunu; içeri girip hayvanın burnuna bir yumruk atıp bahsi kazandı. “Bayan De Ville – ” Tam o sırada arkamızda bir gürültü koptu. Leopar Adam sakin bir tavırla dönüp baktı. İki bölmeli bir kafeste bir maymun ön ayağını ortadaki bölmenin dışına çıkarmıştı, komşu bölmedeki bir kurt da onu yakalamış olanca gücüyle çekiştiriyordu. Maymunun ayağı neredeyse kalın bir plastik boru gibi uzamıştı. Diğer maymunlar bağrışıp duruyorlardı. Hiçbir bakıcı yoktu ortada. Leopar Adam birkaç adımda kafese ulaştı ve yanında taşıdığı hafif bir bastonla kurdun burnuna sert bir darde indirdi. Sonra yanıma dönüp hiç kesinti olmamış gibi yarım kalan konuşmasını sürdürdü. “Evet, Bayan De Ville Wallace’a bakıyordu, Wallace da ona. Bay De Ville de asık suratla her ikisine. Wallace’ı defalarca uyardık, ama hiç aldırmadı. Yüzümüze güldü. Bir gün Bay De Ville’i gülünç duruma düşürüp ona da güldü. Canı kavga etmek istediği için De Ville’in kafasını içinde hayvan yemi olan bir lapa kovasına sokmuştu. “De Ville’in üstü başı berbat olmuştu. Temizlenmesi için yardım ettim. Çok sakindi. Tehdit falan savurmadı. Fakat vahşi hayvanların gözlerinde sık sık gördüğüm türden bir öfke parıltısı gördüm gözlerinde. Wallace’ı son kez uyarmaya gittim. Yine güldü, fakat Bayan De Ville’den yana pek bakmaz oldu artık. “Birkaç ay geçti. Hiçbir şey olmadı. Olayın unutulduğunu düşünmeye başlamıştım. O sıralar Batı’da bulunuyorduk. Gösteri yerimiz San Francisco’ydu. Öğleden sonraki gösteri sürüyordu; koca çadır kadın ve çocuk doluydu. Çakımı alıp geri vermeyen çadırcı Kızıl Deny’yi arıyordum. “Giysi değiştirme çadırlarından birinin yanından geçerken Denny’yi görebilmek umuduyla bir delikten içeri göz attım. Orada yoktu, ama tam önümde Kral Wallace duruyordu. Giyinmiş, kafese gitmek için sırasının gelmesini bekliyor, bu arada da büyük bir keyifle birkaç trapezcinin ağız dalaşını izliyordu. Çadırdaki diğer kişiler de aynı olaya yoğunlaşmışlardı, De Ville dışında. Onun gizlemeye gerek duymadığı bir nefretle Wallace’a baktığını gördüm. Wallace ve diğerlerinin tartışmadan başka olup biten bir şeyi görecek halleri yoktu. “Fakat ben o çadır deliğinden De Ville’in ne yaptığını gördüm. Cebinden mendilini çıkardı, terini kurulayacakmış – o gün hava sıcaktı – gibi yaparken aynı anda Wallace’ın arkasından geçti. Hiç durmadı, mendilini bir an sallayıp doğruca çıkışa gitti. Çıkmadan önce orada durup arkasına baktı bir an. Bakışı beni tedirgin etmişti, çünkü yalnız nefret değil, zafer de vardı bakışında. “De Ville’i seyretmek iyi olacak diye düşünürken onun sirkin giriş kapısından dışarı çıkıp şehir merkezine giden bir arabaya bindiğini görünce biraz rahatladım. Birkaç dakika sonra büyük çadıra girip Denny’yi buldum. Wallace gösterisine başlamıştı. Seyircileri heyecandan heyecana sürüklüyordu. Özellikle kötü adamı oynuyordu. Aslanlar iyice öfkelenip dişlerini gösterinceye dek kışkırtıyordu hepsini, yani Augustus’un dışındakileri. O hayvan hiçbir şeyle kışkırtılmayacak kadar yaşlı, şişman ve tembeldi. “Sonunda Wallace kamçısıyla yaşlı aslanı dizlerinin üstüne çökertti ve esas numarası için hazır konuma geçirdi onu. Yaşlı Augustus, uysal bir tavırla gözlerini kırparak ağzını açtı ve Wallace da rahatça soktu başını. Sonra çeneler kapanıverdi, bir çatırtı çıktı, hepsi bu.” Leopar Adam dalgın dalgın gülümsedi ve uzaklara dalmış bakışlarına büründü yine. “İşte Kral Wallace’ın sonu böyle oldu,” dedi. “Ortalık sakinleşince bir fırsatını kollayıp Wallace’ın başını kokladım. Ve hapşırdım.” Hemen atıldım. “Yani o şey – başındaki ...” “Enfiye vardı; çadırdayken De Ville’in Wallace’ın saçlarına serptiği enfiye. Yaşlı Augustus böyle bir şey yapmak istememişti. O hapşırmıştı sadece.” Çeviri: Haluk Erdemol Jack London Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR