Son Dakika




İnkar edemem. Benim de kısa olmakla birlikte son derece katı "ideoloji komiserliği" yaptığım bir dönemim oldu. Bu esas olarak 1974'ün sonu ile 1975 yıllarına denk gelir.

Bunu tanımlamadan olmaz: O dönemde "ideolojik birlik" denilen çok zararlı bir inanç vardı. Bir sol siyasetin başarılı olması için A'dan Z'ye herkesin aynı çizgiyi benimsemesi ve gereğini yerine getirmesi beklenirdi. Farklı görüşlerden hoşlanılmazdı. Hatta, farklılığı fazlaca öne çıkaranlar dışlanır ve düşman görülürdü.

Örneğin, kimse Troçki'nin ne dediğini, niçin ve nasıl muhalefete düştüğünü pek bilmezdi, buna rağmen kendisine Troçkist diyen birkaç kişiye meczup diye bakılır, "zavallı, bunlar kafayı yemişler" denirdi. Sorsan, Troçkizm ile ilgili ne varsa, doğru dürüst anlatabilecek birkaç kişi bile çıkacağını sanmam. Bizim çevremizde kendisine Troçkist diyen birkaç kişi vardı. Önemli konulara karışmamaları şartıyla çalışmalara alırdık. Hani, "iyi çocuktur, yazık olmasın" gibilerden.
 
Sürekli yayın çıkarıyoruz ve ben her yazıyı satır satır kontrol ediyorum. Zındıklık, sapma var mı, ideolojik çizgimize halel gelir mi? Okuyan kişiler yanlış bir intiba sahibi olursa sanki dünyanın sonu gelir. Daha büyük bir felaket düşünmek kabil değil. - Oligarşi tanımını doğru yap! - Emperyalizmin içsel olgu olduğunu eklemeyi unutma! Kötü niyetlilerin eline koz verme! Herkese ideolojik ayarı biz vermeliyiz. Allah korusun, en ufak bir falso olmamalı. Daha sonraki yıllarda yetenekli bir arkadaş karikatürümü yapacak: Stalin masasında oturup çalışıyor ve arkasındaki duvarda benim çatık kaşlı bir portrem onu izliyor. O derece yani. Sanki büyük bir lokantada şefsin ve çıkan her yemeğin usulüne uygun olmasını kontrol ediyorsun. Sosun kıvamı iyi, tadı tuzu yerinde, fazla pişmiş olmasın, tabağa doğru konsun. Eleştiri gelmesin. Haklı eleştiriye boynumuz kıldan ince ama haksız yere eleştiren olursa da dövün. Şimdi, üşenmedim, o dönemde yazdığımız bazı şeylere baktım. İncir çekirdeğini bile doldurmayan klişeler. Zaten değeri olsaydı bugüne gelirdi bir şekilde. Emperyalizm çatırdıyor, dünya halklarının mücadelesi yükseliyor, bizde de sömürü şu, bir de bu gibi konular üzerine çeşitlemeler. Gerçi daha derinlemesine çalışmışız ama gene de aynı şablonları toplumlara oturtmaya çalışıyoruz. Oturmadığının da farkındayız.

Okuyoruz, okuyoruz, bir faydasını görmüyoruz. Hani, "doktor, bu ilaç işe yaramıyor" gibilerden. Ama hani "önerilen çözüm budur" diye ilacı almaya devam ediyoruz. Reçeteyi yırtıp atacak duruma gelmemişiz henüz.
 
Ortada garip bir durum var: Kendi siyasi çizgimizi çok katı savunmakla birlikte, o dönemde dünyada yaygın kabul edilen resmi Marksist çizgiyi eleştiriyorduk.

Yani, Marksistler Marksizmi çarpıtmışlar, biz şematik olmayan "iyi" Marksizmi hakim kılacağız, "kötü" Marksizm çöpe gidecek. Sonraki yıllarımın bir kısmı bununla geçti sayılır. Diyalektiğin kuralları diye ortaya atılan şeylerin doğru olmadığını, keza materyalist tarih anlayışı diye sunulan şeylerin dandik niteliklerini anlatıyorum. Bunları sonradan pek çok yerde yazdığım için burada tekrarlamayacağım. Diyoruz ki, dünyada en doğru bakan biziz!!!. Avrupa solu satılmış, Rusya bürokratik revizyonist ve yayılmacı, Çin aşırı yalpalıyor, Küba iyi ama farklı bir dünyada, Arnavutluk üfürükten tayyare gibisine görüşleri söylüyoruz.

Bunları ilk başta daha çok dar sohbetlerde dile getirip, kabul ettirdikçe daha ileri gidiyoruz. Aklımız sıra, diğer görüşleri çürüttükçe anti-emperyalist mücadelenize katılacak olanları kucaklayacağız, zaten bu anti-kapitalist mücadele ile iç içe geçmiş olarak kesintisiz bir süreç içinde aşamalar halinde ilerleyecek. Zaten aksi olamaz. Madem ki çelişki var, o zaman çözümü de olmak zorunda. Boru değil harbiden çelişki. Mutlaka çatlar, patlar, bir şeyler olur. Mühim olan yönlendirmesini bilebilmek. Eh! biz de aptal değiliz ya. Aptalın hası, kendisini akıllı sanandır. Tabii, benim daha başka eleştirilerim var. Suni denge gibi şeylerin yanlışlığını da kafalara sokuşturmaya çalışıyorum. Zaten kimsenin öncü savaşı yapacak hali yok.
 
O dönemde yakın çevremden farklı bir düşüncem daha var ama pek dile getirmiyorum. İşçi sınıfının mücadeleye hiçbir şekilde öncülük edeceği kanısında değilim. Zaten mücadelenin kentlerden kırlara değil, tersi yönden gelişeceğini düşünüyoruz. İşçiler anti-emperyalist halk savaşına belki son aşamalarında destek verir. Sistem zaten kentleri sıkı denetim altında tutar. İşte o dönemdeki görüşlerim bunlardı. Yani Marksizmin bunalımını çok iyi biliyor, ama Marksizm sol içerisinde çok prestijli olduğu için inkar etmeyi aklımızın ucundan bile geçirmeden alttan alttan değiştirmeye çalışıyorduk ama dar bir çevrede. Öte yandan, mücadelenin kırlardan başlayacağı konusu zaten oldukça yaygın kabul görmekteydi.

 
İşçilerle ilgili görüşlerimin nasıl oluştuğuna değinmek isterim. O dönemde sendikalar gelirlerinin yüzde beşini eğitime ayırmak zorundaydı. Sendika ağalarının ellerinde muazzam fonlar biriktiği için bunların yüzde beşi bile büyük para tutuyordu. Gerçi bunu da bir para yeme mekanizması haline getirmişlerdi. Sendikadan beş kişi, bir uzmanla birlikte lüks bir otele gidiyor, yiyip için sendika eğitim fonundan tüketiyorlar.

Bu arada günde bir saat işçilere sözde seminer veriliyor, artı değer filan anlatılıyor. İlk başta bizden uzman istedikleri zaman "yaşasın! bu arada işçi sınıfını da eğiteceğiz" diye sevinip üzerine atladık. Ben iki yere gittim. Uçakla filan gidiyoruz yani. İşçi sınıfı beklemez. Acilen bilinçlendirilmesi gerekir. Hani, dakika geciktiren idamlık...

Bunların ikisi de büyük sendikalardı. Birincisinde artı değer konusunu kara tahtaya çizgili grafik yaparak anlatmaya başladım. Birden mırıldanmalar, kıpırdanmalar. Ne oluyor dedim. Sendikacılardan biri yanıma geldi, "Hocam, işçiler yuvarlak pasta örneğini biliyorlar" dedi. Meğer her yıl SBF'den bir hoca gelir, yuvarlak pastayı dilimlere ayırıp sömürüyü anlatırmış. İyi dedim. Ben de daire çizip devam ettim. Kafalarını karıştıracak değilim ya. Yani işler böyleydi. Sendikacılar konunun siyasete intikal etmemesi için son derece dikkatle semineri izlerdi. "Sen sadece sömürüyü, ücret mücadelesini anlat, gerisine karışma." Bundan sonra bir daha bu rezil gösteride figüranlık yapmadım ama arkadaşlardan gidenler oldu. Ama işçilere güvensizliğim sadece bu nedenle değildi. Özellikle kamu kurumlarında çalışanlar (ki, o yıllarda işçilerin önemli bir kısmıydı) Türkiye ortalamasının kat kat üzerinde ücret alıyor, ev ve araba sahibi oluyor, hatta bir de yazlık ediniyorlardı. Altı maaş ikramiye, elbise, yakacak, gıda, ayakkabı yardımı, çocuk parası, bayram parası şu bu derken ayrıcalıklı bir kesim oluşmuştu. Bunların sendikacıları ise karun gibi zengin olup, en büyük sıkıntıları paraları koyacak yer bulmaktı. Her ay para akıyordu. Üstelik bütün risk işverene ait. Sendika aidatlarını yatırmak külfeti bile işverene aitti. Bu işçilerden sınıf mücadelesi çıkmazdı.
 
Şimdi, bu ayrıcalıkların sadece sendikalarda olduğunu da sanmayın. Devrimci grupların şefleri de topladıkları paraların büyük kısmını kişisel tüketimlerini artırmak için harcar, çok daha iyi yer, içer, ona göre evlerde otururdu. Biz hiyerarşinin dışında ama her noktaya yakın olduğumuz için her şeyi görüp izlerdik. Solun hiyerarşisi, tam olarak devlet katındaki hiyerarşinin yansıması olarak oluşmaya başlamıştı. Bir benzerlik kurmak gerekirse (ki, iyi olur); siyasal ve hukuk gibi Cebeci okullarından çıkanlar vali ve kaymakam (yani üst düzeyde sorumlu), ODTÜ'lüler müşavir veya uzman (ama bunlardan da üst yönetici çıkardı) , teknik okullardan çıkanlar ise militan olup gece gündüz koştururdu. Diğer okullardaki kişiler de gerçek hayattakine muadil bir konuma geçerdi. Elbette bunun dışında çok kişi vardı ama, yeterince uzaktan bakarsanız, bu şablon çok net şekilde görülebilirdi. Hani, antik bir kent toprağa gömülmüştür, yerden onu göremezsiniz ama hava fotoğraflarındaki gölgelerden orada bir kentin kalıntılarının izi anlaşılır, işte öyle bir şey. Daha ilerideki yıllardan bir şey anlatayım. Çok üzücüdür.

Bir gün Siyasal Bilgiler Okuluna gitmiştim. Belki de bir seminer filan için. Her neyse iş bitti. Hadi acıktık dediler. Hemen yanında, öğrencilerin bildiği bir lokanta vardır. Herkes çorba ve pilav üzeri kuru gibi öğrenci yemekleri yiyor. Bizim masadaki okul ve bölge sorumluları yemekleri beğenmediler, özel ızgara yaptırdılar. Orada artık herkesin gözü önünde yemek mi yedim, dayak mı yedim hatırlamıyorum. "Devrimci hareket" birkaç yıl içerisinde kendi ayrıcalıklı kesimini oluşturmuştu. Tabii, bürokrat veya kapitalist mantıkla bakarsak, daha çok risk daha çok tazminat gerektirirdi. Ama bu bizim istediğimiz şey değildi. Bunun gibi sayısız örmekle karşılaştım. Sendikacılara da sorardık mesela "niçin iyi bir yerli araba değil de en pahalı ithal arabayla geziyorsunuz" diye. Yanıtları şöyle olurdu: "Biz işçiler için sürekli yollardayız, emniyetimizi düşünmek zorundayız." Pekala be adam, o halde Mersedes'in en pahalı modeli yerine ortalama bir modelini de alsan olur. Ama hayır. Devrimci olsun, sendikacı olsun, ellerine geçen paraları içlerinde kalmış lüks özentiler için kullanmaktan çekinmiyorlardı. Tabii, "devrimciler" bunu her zaman aleni yapmazdı. Öte yandan birçok idealist genç de en kötü ve sağlıksız koşullarda yaşıyor ve her gün çatışmalara girerek hayatını riske atıyordu. Yani hem iyi ve fedakar olan, hem de ayıp edenler vardı. Kimimiz öldük, kimimiz nutuk attık bu vatan için. Sonra ... sonrasını ilerideki dönemlerde anlatırım inşallah.
 
1974 affından sonra ülkede bir dernek patlaması oldu. 1960'larda solcu olan kuşak, hemen her meslek kesiminde, odalarda ve derneklerde öne çıkmıştı. Bu arada siyasi tartışmalar da oluyordu ama bunlar dar gruplar içerisinde gerçekleşiyordu. Zaten tabandaki çoğunluğun siyasetin incelikleriyle uğraşmak gibi bir derdi yoktu. Aslında anladıkları da yoktu. Ağzı laf yapan, tabanı her şeye ikna edebilirdi. Önlerinde düzgün şefler olsun, talimat versin, yönetsin istiyorlardı. Yani biat kültürü o zaman da hakimdi. Biz Ankara'da her yere istediğimiz gibi girip çıkar, bütün genel kurullara nezaret ederdik. O dönemde kimse bize karışamazdı. Ama arada sırada kaybettiğimiz birkaç genel kurul da oluyordu. Derneklerde pek sorun çıkmazdı ama sendika ağalarını yerlerinden oynatmak mümkün değildi. Bin bir oyunla yetkiyi alıyorlar, gerekirse adalet mekanizmasını satın alıp kullanıyorlardı. Bizzat uğraştığım bir işyerinde 4 tanesi hariç iki bine yakın işçinin hepsini tek tek notere götürüp tastikli beyan almış olduğumuz halde, yetkiyi bin dokuz yüz küsur işçinin sendikasına değil, sadece dört işçinin üye olduğu sarı sendikaya verdiler. Pislik diz boyuydu.
 
1975 yılı sol siyasetler arasındaki ayrışma açısından önemli bir yıldı. Sonunda herkes kendi tekkesini açtı. Zaten bu başından belliydi. Solcuların tipik özelliklerinden birisi birbirlerini sevmemeleridir. "Bir ve güçlü olalım" demezler, "küçük olsun bizim olsun" derler. Zaten bir araya gelseler de birlikte çalışamazlar. Bu nedenle, kendilerini, bölük pörçük marjinal gruplar halinde kalmaya mahkum ederler. Birlikten anladıkları "herkes bizin peşimizde birlik olsun" dan başka bir şey değildir. Ve tabii, biz de öyle düşünüyorduk. "Madem en doğru biziz, o halde herkes önünde sonunda bize gelecek. Gelmeyenler zaten karşı tarafta olacak." Başkalarından iyi değildik ama kendimizi öyle görüyorduk. Ama hak için daha iyi bir tarafımız vardı: Dogmalardan çabuk kurtulduk. Bu, temel eğitimimizin iyi olması sayesinde gerçekleşti.
 
1975 yılında askere gittim. İlk kısa döneme ucu ucuna yetişmiştim. Böylece hayatımın bir dönemi bitiyor, yeni dertler başlıyordu. Yıllardır bunları karşılamak üzere zihnimi eğitmeye çalışıyordum ama hayat başka şeyler hazırlıyordu.

Mehmet Tanju Akad
GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM