Sen de Arama Beni / Özgen Ergin
Beş yıl önce geldim buraya. Politik sığınma dilekçesi verdim ama Allah’a şükür hiç politik değilim. İki yıldır bir kadınla birlikteyim.
Ben Almanya’ya bizim Türkler gibi Anadolu’dan gelmedim.
İstanbul’dan geldim, Sarıyerliyim. Sanatım var, elektrikçiyim. Birlikte olduğum kadınla geçen yaz önce evlendim. Oturma, çalışma izini aldım.
İşte bu kadınla, ansızın bozuştuk.
Üç haftadır bir Alman’la kalıyor. Haftada ancak bir gün eve geliyor, banyo yapıp gidiyor. O adamla kaldığı evde duş bile yokmuş. Beş yıldır polisle en küçük bir olayım olmadı. Hem ben sahte evlilik yapmadım ki! Sevişerek evlendik. Şimdi de seviyorum. Geri dönmesini çok istiyorum. Gelmiyor. Çok ısrar ettim, gelmedi.
Benim sevdiğim bir kadının, bir başkasıyla kaldığını, yattığını, seviştiğini düşündükçe kahroluyorum. Geceleri ısıtılmamış yatağıma girince, bu dünyada yapayalnız kaldığımı düşünüyorum. Düşündükçe sabahlara kadar uyuyamıyor, delireceğimi sanıyorum. Korkuyorum elimden bir kaza çıkacak. Evet, korkuyorum, hırsımdan ağlıyorum... Bak şimdi de tutamıyorum kendimi. Otuz sekiz yaşıma geldim, dünyada dikili bir ağacım yok. Hiç olmazsa bir çocuğumuz olsaydı.
Geçenlerde, beraber kaldığı adamı getirdi eve. Efendi bir insan. Karım ise hiç utanmadan, “İkiniz anlaşın, benim için hava hoş” dedi. Aklı sıra beni kıskandırmak istiyor. Kendini dövdürmek, başımı derde sokarak benden kurtulmak istiyor. En küçük bir kavga-gürültüde, Yabancılar Polisi’nin beni içeri alacağını sonra da Türkiye’ ye yollayacağını, iyi biliyor. Benim soyadımı taşıyor. Dört yıl aynı yatağı paylaştık. Bir kadın nasıl böyle duygusuz olabiliyor? Ben Türküm. Böyle hakaretlere dayanamam! Ben başkaları gibi... Kavga edip adam dövmem. Geçti o günler. Ben öyle bir insan değilim. Anadolu’dan gelmedim buraya. Sarıyer’den geldim. Dünya incisi İstanbul’un, Avrupa yakasından. Akşamları Boğaz’a karşı rakı içer, sabaha karşı balığa çıkardık. Neydi o günler!
Boşanma davası açsam, “Neden evlendin, neden boşanıyorsun? Demek sen de burada kalabilmek için sahte evlilik yaptın,” diyerek, Yabancılar Polisi oturma ve çalışma iznimi iptal eder. Gidip kapısına dayansam, gözdağı vererek “Gel eve, sen benim karımsın!” desem, saçından tutup eve getirsem, gider polise “Yaralandım, dövüldüm” diye şikâyet eder. Hadi bakalım Türkiye’ye. Ne yapayım ben Türkiye’de? Buranın hayatı bambaşka.
Gündüzleri, daha iyi bir iş arayarak bitiriyor, geceleri düşüne düşüne bitiremiyorum.
Evet, dört yıl en ağır işlerde köpek gibi çalışırken, kumrular gibi seviştik. Yine işsiz sayılmam, elektrikçi olduğum için ev sahibi, ölen kapıcının yerine beni aldı. Burada kapıcılık, Türkiye’deki gibi zor değil. Evde oturanların, ekmeğinden rakısına kadar getirmek zorunda değilsin. Yalnızca küçük tamiratları yapmak, merdivenlerini silmeyen kiracıları ev sahibine şikâyet etmek, eve bekçilik etmek gibi bir şey. Zaten evde hiç Türk kiracı yok...
Semtimiz Sülz, güzeldir. Buralarda, daha çok üniversite öğrencileri ve Alternatif Solcular oturuyor. Bu öğrenci ve Solcular’da güzel bir moda var. Yalnızlıktan bıkanlar, üç kadın dört erkek ya da dört kız üç erkek, beraber oturuyorlar. Onlara imreniyorum. Hiçbiri benim gibi yalnızlık çekmiyor. Bir iki öğrenci, ev tutmaya kalksa para mı yeter? Bir küçük oda, altı yedi yüz Euro. Bunlar, dört beş oda tutuyor, herkese bir oda düşüyor. Mutfak, banyo ortak. Kirayı aralarında paylaşınca, çok ucuza geliyor. Kapıcılığa yeni başladım ama İstanbul çocuğuyuz, çabuk öğrendim her şeyi. Kimin işi gücü yok, zamanı varsa o kişi kadın olsun erkek olsun, çocuklara bakıyor. İşe, ya da üniversiteye giden anne ve babaların gözleri arkada kalmıyor. Evde kimlerin oturduğunu ben bile tam bilmiyorum. Her gün ayrı ayrı, yeni yüzler görüyorum. Kimin kaçıncı katta, hangi odada oturduğu belli değil. Hangi çocuk hangi kadının, seçemiyorum.
Bu Alternatif Almanlar yabancılara karşı değiller. Beni de çok severler. Ara sıra Dürener sokağındaki çayevine giderim. Bizim komşularla karşılaşırım. İçlerinde bir Rosa var, çok kafa dengi bir kadın. Ayda bir, orada toplanıp yer içer, konuşur tartışırlar. Öyle günlerde çayevinin önü bisikletten geçilmez. Kimi gencecik kadınlar, toplantılara bebeklerini de getirirler. Erkekler bebeklere bakarken, kadınlar toplantı boyunca kazak örer. Bunlara bir türlü alışıp uyamıyorum. Ama Rosa bir başka, çok sıcak bakışlı bir insan. Ne zaman beni görse Türkçe: “Arkadaş meraba” diye selam verir. Bir gün yine birlikte çay içerken ona derdimi açtım, çok güldü. O güldükçe, ben daha çok üzüldüm. Sonra beni avuttu, beraber kaldığı Ute’yı yanımıza çağırdı. Kendi aralarında, uzun uzun konuştular. Bana hak verdiler, “Ayrılmalısın” dediler. Ben, Yabancılar Polisi’nin oturma ve çalışma iznimi elimden alacağını söyledim, inanmadılar. “Burası demokratik bir ülke, kimse zorla evli kalamaz” diyerek bana umut verdiler. Ute’ya dönerek, benimle Yabancılar Polisi’ne gelirse, kendi kulaklarıyla duyabileceğimi söyledim
Ertesi gün Ute’yla Yabancılar Dairesinde buluştuk. İkinci kattaki uzun koridorda, Türkler ve öteki yabancılar soyadlarının baş harfleri yazılı odaların önünde bekliyordu. Yarım saat bekledikten sonra, biz de içeri girebildik. Ute durumu kısaca anlatınca, görevli polis benim dosyamı bulup çıkardı. Uzun uzun inceledi. Beni göstererek: “Bunlar daha yeni evlenmiş. Ancak, bir yıl üç ay olmuş. Bu kadar erken ayrılamazlar. Zaten biz bunların çoğunun, normal evlilik yaptığına inanmıyoruz” dedi.
Ute kıpkırmızı oldu. Bizimle komşu olduğunu, üç yıldır tanıdığını, birkaç haftaya kadar evliliğimizin çok düzenli yürüdüğünü, ancak ben fabrikadan çıkarıldıktan sonra, karımın beni terk ettiğini, sözün kısası, her şeyi çabukça anlattı. Görevli, iki dudağını birleştirip öne doğru uzatarak, “Hımm... hımm...” diye diye, inanmazcasına dinledi. Sonra, Ute’nın sözünü keserek, “Ben hiçbir işlem yapamam” dedi. Sözünü bitirir bitirmez, bizim tek söz söylememize fırsat vermeden, elini Ute’ya uzatarak, “Güle güle!” dedi.
Yabancılar Dairesinin önüne çıktığımızda, öğlen olmuştu. Ute’nın çilli burnunun üzerinde küçücük ter tanecikleri vardı. Onun kızgınlığına, üzüntüsüne karşı çaresizdim. Onu avutacak tek söz söyleyemedim. “Bir şeyler yiyelim” diyerek, konuyu değiştirdim. Bisikletini yedeğine aldı, Innere Kanal caddesinden Ehrenfeld semtine doğru yürümeye başladık. Karnındaki üç dört aylık bebeğiyle, benden hızlı yürüyordu. Küçük bir Türk lokantasında, ikişer lâhmacun yedik. Ne zaman lâhmacun yesem, yedikten sonra pişman olurum. Acılı yemekler yerken, midemde ülser olduğunu hep unuturum. Geceleri mide ağrısıyla uyandığımda, “Bir daha acılı yemekler ve lâhmacun yemeyeceğim!” diye yeminler ederim. Zaten mide ağrısı nedir ki, üzüldükçe ağrır, ağrıdıkça üzer ve sinirlendirir insanı.
Türk lokantasından çıktıktan sonra, Ute önümüze çıkan ilk telefon kulübesine girdi. Yanıma geldiğinde, tanıdığı bir avukattan söz aldığını söyledi. Üstümde param olmadığını söylediğimde, “Fark etmez, o da bizden” dedi. Üniversiteye yakın, Bachemer caddesindeki avukatın bürosuna ulaştık. Sekreter odası ve sekreteri yoktu. Çalışma odasındaki masa ve sandalyeler, aynı çayevindekiler gibi eski ahşap ve gösterişsizdi. Üçü yeşile, ikisi kırmızıya, boyanmıştı. Avukatın kalın yuvarlak camlı küçücük gözlüğü, göğsüne dek uzayan hiç kesilmemiş sakalı vardı. Saçlarını sıkıca arkaya taramış, ensesinin bitiminde kadınlar gibi bağlamıştı. Bizim gençliğimizde atkuyruğu modası derlerdi ya, aynı öyle.
İkimizi de ayrı ayrı güler yüzle selamladı. Ute, Yabancılar Dairesinde olanları sesini yükselterek çabuk çabuk anlattı. Avukat, sesini çıkarmadan dinledi.
Ute’nın gözlerinin içine bakarak: “Ne yazık ki doğru, hiçbir şey yapamayız. Boşanamazlar. Boşanırlarsa, bu Türk’ün çalışma ve oturma izinleri geçersiz sayılır” dedi. Bana dönerek ekledi: “Siz ancak eşinizle evlendikten sonra, oturma ve çalışma izninizi, kolayca aldınız. Daha sonra eşinizin Alman olmasına güvenerek, politik sığınma isteğinizden vazgeçmişsiniz. Yabancılar Dairesi’ndeki görevli polis, Ute’ye her şeyi anlatmış. Ben avukat olarak yeniden söylemek zorundayım, siz eğer boşanırsanız, burada politik sığınmacı olarak kalamazsınız. Evliliği böyle sürdürüp, üç yıl sonra süresiz oturma izini alabilirsiniz. Süresiz oturma izniniz olduktan sonra, boşansanız bile sınır dışı edilmezsiniz.”
O günden sonra, neden bilmem, çayevine bir türlü gidemedim. Uzun zamandır, Rosa ve Ute’yi göremiyorum. Dün sabah yine mide ağrılarıyla, ağzım kupkuru uyandım. Son günlerde sık sık yaptığım gibi, kendi kendimle yüksek sesle konuşmaya başladım.
“Günledir böyle pezevenk gibi yaşıyorsun, bir gün olsun, erkek gibi yaşa!” diye bağırdım.
Bir bardak çay bile içmeden, attım kendimi dışarı. Soluk soluğa koşar adım yürüyerek, karımın oturduğu evi buldum. Elim ayağım sinirden titriyordu. Merdivenleri ikişer üçer çıktım. Çatı katına ulaştığımda, yorgunluktan mı, sinirden mi bilmiyorum, neredeyse bayılacaktım. Kapıyı yumruklayarak seslendim:
Anna!.. Aç kapıyı... Aç diyorum sana!..”
Uzun bir sessizlikten sonra, uçuk mavi geceliği üstünde, uykuya kanmamış gözlerle açtı kapıyı.
Dişice güldü bana. Sanırsın gece beraberdik.
O anda kendimi kaybettim, yüzüne karşı bağırdım:
“Seni bir daha, hiç aramayacağım!... Sen de arama beni!..”
İşte böyle, salıverdim gitti...
Özgen Ergin
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR