Son Dakika

mustafa-bilgin-14122024215323.jpg


Bu şansızlığın, ‘iki dedesini’ de tanıma şansı hiç bulamamış bencileyin duyduğu burukluğa neredeyse eş bir burukluk olduğunu samimiyetle söyleyebilirim.

Schneidertempel Sanat Galerisi’nde açılan Yalçın Çetin karikatür sergisini, benliğimde yeniden çiçeklenen bu duygularla gezdim.

 

Bugün kapılarını ‘sanat galerisi’ işleviyle sanatseverlere açan bu tarihi yapı bir zamanlar sinagog imiş…

“Aşkenaz Terzi Birliği” adıyla bir araya gelen, çalışkanlıkları su götürmez terziler 1894’lerde inşa edip, ibadete açmışlar Schneidertempel sinagogunu…

Bu terziler denli çalışkan yurttaşımız, gezgin, yazar, karikatürcü İzel Rozental, günümüzde bu sanat galerisinin her şeyi…

İzel Rozental’ın son kitabı; ‘Talihsiz Anjel Hala ve Edirne Kuşatması Günleri’, tanıma şansı bulamadığı için -tıpkı benim dedelerimde olduğu gibi- ömür boyu buruk bir yürekle yaşayacağından emin olduğum, halası Angele Gueron ile ilgili…

İyiliğe ve güzelliğe dair ne kadar dua varsa tamamına şahit bu eski mabedin duvarlarında sergilenen Yalçın Çetin karikatürlerine bir selam daha çakıp ayrılırken galeri kitaplığından kitabı edindim.

Hemen ilk satırlarda bile göze çarpan bir gerçek var; “Talihsiz Angel hala” da tıpkı Yalçın Çetin gibi; diğerkâmlık mayasıyla yoğrulmuş çok güzel bir insan.

 

Angele Gueron 1909’dan 1915’e kadar, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en büyük Yahudi kız okullarından Edirne’deki Alyans Okulları’nın yöneticisi imiş. Hem bir kurum yetkilisi olarak hem de kendi halinde bir Osmanlı vatandaşı olarak Balkan Savaşları yıllarında, ‘Edirne Kuşatması’nda “kalem sahibi” bir yazar gibi günlükler tutmuş.

Tadımlık seçtiğim üç ayrı güne ait şu satırlara bakar mısınız:

“Ve zavallı ülkemiz… Birleşmiş bunca düşman ve Avrupa’nın kayıtsızlığı karşısında ne olacak? Üstelik bu toprak hırsızlığına, mükemmel araçlarla gerçekleştirilen bu katliama “yirminci asır uygarlığı” deniyor. Çağdaş uygarlığın getirdiklerini büyük bir heyecanla karşıladım, ama şimdi düşündükçe acı acı gülüyorum. Ülkemizi Polonya gibi parçalara ayırmak istiyorlar ve Avrupa susuyor, bunu doğru buluyor, zira içten içe bana da bir şeyler düşecek diye düşünüyor.”

 “Ölmek üzere olan hasta adam” demişti satılmış basın; hanelerinde erdemin hâlâ çiçek açtığı, Doğu’ya özgü ataerkil düzeni görmezden gelerek…”

“Bu kuşatma esnasında çektiğim manevi sıkıntıların beni en fazla rahatsız edeni, benden daha genç ve güçlülerin ekmek yokluğundan ölmelerine karşın benim hâlâ karnımı doyurduğum duygusu. Günlük ölüm sayısı 30-40 olarak tahmin ediliyor. Bir kesim açlıktan ölürken, kimileri de kuşatmayla yaşamanın ilginç olduğunu, dahası, o kadar da tatsız olmadığını söyleyebiliyor! İnsan sağduyusu buna nasıl izin verir!”

Edirne Kuşatması’nın birbirinden acı olaylarını, keskin bir bakışla gözlemleyerek, yer yer mizah duygusunu kattığı güçlü kalemiyle günlüğüne aktaran “Hala” Angele Gueron ile ne kadar gurur duysa az İzel Rozental…

Aynı acı zaman dilimi içinde, Anadolu’nun bir başka güzel köşesi Bafra’da, Şadi isminde bir genç askere çağrılır.

Bırakın bir günlük tutmayı, günlük sözcüğünü, yumurtadan bahsetmenin dışında duymamış, hele “günlük tutmak” diye bir şeyi hiç duymamış bir ailenin ferdi olarak, hakkında bilgi yok denecek kadar azdır Şadi’nin.

Bildiklerimiz ise; babamın anne tarafından akrabası olarak; “dayı”sıdır ve vatani görevini Erzurum’da yapar. Dönemin özelliği gereği askerlik süresi çok uzun olur. Nihayet tezkeresini alınca yine memleketi Bafra’ya, mesleği terziliğe geri döner.

Evet, o da bir “schneider”dir, bir terzidir fakat “meslek birliği” gibi şeylerden habersiz bir terzi!

Şadi küçücük dükkânında ömrünü geçirecektir…

Sıradan bir Anadolu çocuğu olarak kendini, tıpkı ülkesi gibi, adım adım onararak 1952’ye varılır.

Nispeten sakin bu yıllar arasında, 1932’de doğan babama gelmiştir artık askerlik sırası…

Babam, dağıtımdan önceki izin süresini tamamlamıştır ve birliğine dönmek üzere olduğu son saatlerde Şadi dayısını da ziyaret eder.

“Bafralı dayı-yeğen” arasında, bugünlere kadar kalan şöyle bir konuşma geçecektir:

 

-Hadi, hakkını helal et dayı, artık ben gidiim ama yol gözümde büyii valla, nasıl gidecem o yolu…

-Nereye gidiin yeğenim?

-Erzurum’a…

-Nasıl gidiin?

-Trenle gidilii ya dayı Erzurum’a…

-Trenle gidiin ama yol gözünde büyii?.. Hey gidi yeğenim hey, ben seferberlikte iki defa yayan gittim Erzurum’a… Yaa… Şaşuma niye şaşiriin... Sivas üzerinden yüriince kestüme (kestirme) olii.

 

Bu coğrafyanın çocukları çileyi bölüştüler, kan kardeşi oldular…

Fakat, Anjel halaların, Şadi dayıların da dâhil olduğu “büyük insanlığın” daha çok gidecek yolları var…

Görünen o ki yalçın kayalarla çevrili, çetin bir yol bu...

“Kestüme” bir yol bulunursa ama, ne iyi olur…

“Toprağın tavından sezip, kemikleri şenlenir” o zaman Yalçın Çetin ustamızın!

Mustafa Bilgin
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM