Topal sultanın uyrukları
Önceki yıl sıcak bir bahar günü saat 14.oo sıralarında evden çıkıp sokağı dönünce, şehrimizin akasya, ıhlamur ve çam ağaçlarının gölgelediği geniş alanında, büyük bir kalabalıkla karşılaşmıştım. Bu bir sevinç gösterisiydi ve her birinin elindeki flamalara, sembol ve simgelere bakıldığında, kazanılan bir seçimi kutlama eylemi olduğu da belliydi. Doğrusu tanık olduğum bu manzara beni kendine doğru çekti. Önce kararsız şekilde yürüdüm durdum, sonra tekrar yürüdüm ve kendimi bir anda topluluğun arasında buldum… Hemen yanı başında durduğum orta boylu, uzun kara sakallı, bacakları üzerinde yaylanan, ilk bakışta itici bir izlenim veren adama sordum: -Sizi fazlasıyla coşkulu gördüm. Neredeyse sesiniz kısılacak. Avuçlarınız da alkışlamaktan patlayacak. Çok abartmıyor musunuz? Kuşlar bile kaçıyor gürültünüzden. Adam sert bir bakış fırlattı ve: -Sen nerde yaşıyorsun, diye sordu aynı sertlikte ses tonuyla. Bugün benim günüm. Sevincimi haykırıyorum… Alkışlamayıp da ne yapacağım! Bu cevap içime kapanmama neden oldu. Üzüldüm… Ama adam devam etti: -Kötü bir yönetimden kurtulmanın alkışlarıdır benimkisi ve beni ekmeğimden, evimden eden bu kötü yönetimi sürgüne gönderen şu tepedeki adamı bin defa alkışlayacağım. Bu defa adamın yüzüne ben sert bir bakış fırlattım. Düşünceli bir ifadeyle: -Bence asıl bu toplulukta herkes, her şey sürgün durumda, dedim. Burada şu anda bir yığın görüyorum ve ortak noktaları da kendilerini kendi elleriyle sürgün etmeleri… Sürekli bağırıyorlar, çığlık atıyorlar, birilerine methiyeler diziyorlar ve şunu söylemek zorundayım ki: En çok alkışlayan, en çok kendini aşağılatandır… En çok bağıran, en çok değersiz görülendir… En iyi bağlılık gösteren, en iyi aldatılandır… En iyi hizmet eden, en iyi kaybedendir ve öncelikle bu topluluğun kendini lanetlemesi gerekiyor. Adam tuhaf şekilde, düz bir ifadeyle beni yukarıdan aşağıya doğru süzdükten sonra: - Bunlar ne biçim sözler, dedi kızgın şekilde ve aynı anda da kurtulmak istercesine, “tövbe tövbe” diyerek çekip gitti. Adam gitti ama kalabalık her dakika artıyordu ve sanki burada bugün uyrukluğu kabullenmenin, kötülüğün ve sığlığın sevinç hali yaşanıyordu. Kimi şaşkın, kimi yalnız, kimi av peşinde bir avcı edasıyla oraya buraya bakıyordu. Her biri bir telaş, bir çığlık, saldırganlık içinde, bir merkezden komuta edilmişçesine, birbirlerinin üzerine atlar gibi bağırıyorlar, oraya buraya seğirtiyorlar, gökyüzüne yankılanan garip homurtularla hasımlarına saçıp savuruyorlardı… Bu duruma şaşmamak lazım… Buradaki topluluk kendi ikiyüzlülüğünü kucaklıyordu. Sahte bir kimlik, sahte bir davranış edinme ihtiyacı içindeydiler ve ancak bu şekilde var olabileceklerini kanıtlıyorlardı. Çünkü bataklıklarda kimse kendini kendisine ait hissetmez. Kendini ancak ötekinin sınırları içinde anlamlandırabilir. Daha önemlisi bu ısırgan yaşam içinde her şey yarım yamalıktır ve yarım yamalak bir döngü içinde gidip geliyoruz. Düşüncelerimiz yarım yamalak, aklımız, sözlerimiz, cümlelerimiz yarım yamalak… Yarım eğitimli aydınlar, yarım eğitimli yöneticiler… Bataklıklar içinde şekillendirilen eğitim-öğretim, terbiye, düzen- düzensizlik, ahlak-ahlaksızlık ve daha birçok şey… Yarım doğuyoruz, yarım ölüyoruz. Tam bir yarım akıllı budala yaşamı ve ne yazık ki budalalık da bir yaşam biçimi olmuş durumda. Topal sultanların başımıza taç olması da işte bu yarım akıllılar sayesinde… Saçma sapan kurgular, değerler, semboller arasında tükenip gidiyoruz ve hazin olan gerçek ise şudur: Bir yarım akıllı her şeyi bildiğini sanır ve bu durumuyla hem kendisini hem yanındakini yakar. Böyle olunca da bana göre bir manda güdücü, bir yarım akıllı aydın veya okur-yazar olduğunu iddia edenden daha muteberdir. En azından manda güdücü dürüsttür, birden fazla yüzü yoktur. Doğru ve yanlışın, zararlı ve yararlının sınırlarını bilir, yalanı şaka olarak sunmaz. Haydar Uzunyayla Gercekedebiyat.com