Kurban / Ali Günay
-Günaydın çocuklar! -Günaydın! Sınıftan çıkan cılız ve isteksiz ses şaşırttı Zehra öğretmeni. Yeniden denedi: -Nasılsınız çocuklar? -Sağ ol! İlkokul üçüncü sınıf korosundan aynı cılız, dağınık ve uyumsuz ses şöyle bir yükselip söndü. Ne olmuştu bu çocuklara? Hükümetin iki gün katkısıyla tam dokuz günlük Kurban Bayramı tatili yapmışlardı. O gün tatili izleyen ilk günün henüz ilk saatiydi. Onları dinç, okulu özlemiş ve şen şakrak bekliyordu. Oysa yaramazlık bile yapmıyorlardı. Tümü birden geceyi uykusuz geçirmiş gibi yorgun ve bezgindiler. Birçoğu sıraya dayadığı koluna yatmış veya çenesini avucuna dayamış düşüncelere dalmıştı. Hiçbir şey olağan görünmüyordu. Ders yapmamaya ve bu gizemli ortak sıkıntıyı çözmeye karar verdi Zehra öğretmen: -Evet çocuklar, isterseniz bayram tatilini konuşalım, olur mu? -... -Efendim, kim konuşmak istiyor? “Kimse”, “konuşmayalım”, “üff” karışımı bir homurtu dolandı sınıfta. Üstlerine gitmeği seçti Zehra öğretmen tek tek üzerlerinde dolaştırdı gözlerini. Tümü de gözlerini önüne dikmiş, durgun ve sessizdi. Aralarından Cemre çekti dikkatini; gözleri taştı taşacak dolu dolu, dudakları ağlayacak gibi kıvrık ama kendi kendine konuşuyormuş gibi kıpırdanıp duruyor. -Sen parmak mı kaldırdın Cemre? Peki canım, seni dinliyoruz. -Canım sıkılıyor öğretmenim. -Neden, kötü bir şey mi oldu bayramda? -Hem de çok kötü! -Ağlamaya başladı birden. -Cemre, ne oldu kızım? Bir yakınını mı yitirdin yoksa? -Evet, arkadaşımı. -Arkadaşını mı, kimi? Ağlamayı kesmeden birden bir su şarıltısı, bir kuş cıvıltısı hızıyla içini dökmeye başladı Cemre: “Bayramı sevmiyorum ben. İstemiyorum. Annemi, babamı da sevmiyorum. Onlar ikisi de yalancı. Yalan söylediler işte, yalan. Yalancılar, yalancılar! Bayramlar çok güzel günlerdir dediler, hiç de bile. Çocuklar bayramlarda çok eğlenir, çok mutlu olur dediler, kandırdılar, kandırdılar. Kandırıkçı onlar, yalancı.” Tüm çocuklar dikkat kesilmiş Cemre’ye bakıyordu. Arada bir burnunu çekerek, iç geçirerek veya göz yaşlarını silerek sürdürdü konuşmasını: “Onlar öldürdüler arkadaşımı; Karagöz’ü onlar öldürdüler. O benim arkadaşımdı. Küçücük bir kuzu iken bana almışlardı. Yalancılar, onu kesip yemek için almışlar. Gözleri kapkaraydı. Zoro gibi kara maskesi vardı. Burnu da öyle kara; çikolatalı pastaya batmış gibi. Ben onu çok seviyordum, o da beni. Okuldan çıkınca koşarak gidiyordum eve, onunla oynamak için. Şimdi eve gitmek istemiyor canım. O yok çünkü. O kurbanlık koyun değildi, Karagöz’dü, arkadaşımdı. Dediklerimi anlardı, benimle konuşurdu. Dediklerini ben de anlardım. Acıktıysa bana söylerdi, ellerimi yalardı. Susadıysa bana söylerdi, yüzüme doğru melerdi. Oyuna çağırıyorsa minik boynuzlarıyla karnımı gıdıklardı. O zaman oyun başlardı. Kovalamaca oynardık, birinde ben onu kovalardım, birinde o beni kovalardı. Ellerimi havaya kaldırdığımda arka ayakları üzerinde insan gibi kalkardı, ellerime tos vurmaya çalışırdı. Saklandığımda meleyerek beni arardı. Kokumu tanıyordu herhalde, nereye saklansam bulurdu. Salıncağa oturduğumda kafasıyla sallıyordu beni.” Kısa bir ara verdi konuşmasına. Onun burun çekmeleri dışında sınıfta ses yoktu. Tüm arkadaşları bu acıklı öykünün gerisini nefeslerini tutarak bekliyorlardı. Yeniden duyuldu sesi Cemre’nin: “Ona elbise dikecektim. Taktığım kolye de boynundaydı. Ona çok yakışmıştı. Annemin boyalarından gizlice sürüyordum, gözlerine, dudaklarına. Çok yakışıyordu. Hırkamı giydiriyordum, sonra, eski okul yakamı takıyordum boynuna. O zaman daha iyi arkadaş oluyorduk. Evimizin oradaki parkta dolaşırken abiler alay ediyordu, olsun, büyükler çok beğeniyordu Karagöz’ü, bu ne güzel koyun, hiç bu kadar süslüsünü görmemiştik diyorlardı. Ben de o zaman daha çok seviyordum onu. Birinde dedemin şapkasını taktım kafasına. Dedemi de sevmiyorum artık, o da kurtarmadı Karagöz’ü, anca dua okudu keserlerken.” Bir an duraladı. Nerede kaldığını anımsayınca anlatmayı sürdürdü. “Bir gün dedemin şapkasını taktım Karagöz’ün kafasına, güneş gözlüğünü de lastikle tutturdum gözlerine. Ben de annemin çantasını aldım, sokağa çıktık. Herkes bize baktı. Şu gözlüklü beyefendiye bak, dediler, şapka da yakışmış, dediler, şu yanındaki küçük hanıma da bak dediler, ne kadar güzel. Ne de yakışmışlar birbirlerine dediler, çok güldüm. Biz arkadaşız dedim, evli miyiz sanki diye bağırdım. Bir kız Karagöz’ü öpecekti “öpme” dedim, izin vermedim, onun arkadaşı mı da? Allah, Allah! Ama onu okşayan yaşlı teyzelere bir şey demedim, amcalara da. Bir tek kasap kızdırdı beni. Kötü adam, Karagöz’ün belini yokladı, kuyruğunu kaldırdı, iyi et var bunda dedi. Et göz ne olacak! Belki de ‘Karagöz’ü kesin, onda çok et var’ diye babama o söyledi. Zaten babamla birlikte ayaklarını bağladı, sonra kocaman bıçağıyla Karagözümü o kesti. Ama görecek o. Onunla konuşmuyorum işte! Anneme de küstüm. Ben Karagöz için ağlıyorum o ne diyor? Kurban Bayramı’nda koyun kesmek dinimizin emridir diyor, sevaptır, diyor, sevap işleyen cennete gider, diyor. Tamam, siz de koyun kesin, niye Karagöz’ü kesiyorsunuz? Bir de Karagöz’ün etinden pişirip ye dedi annem, delirmiş, insan arkadaşının etini yer mi? Ben yemem, yemedim, yalvardılar yemedim, babam kızdı, ye diye bağırdı, ağladım, git arkadaşını sen ye, dedim. Beni sofradan kovdu. Karagöz’ü sen öldürdün dedim, babam çok kızdı, üstüme yürüdü, annem engel oldu. Odamda uyuyakalıncaya kadar ağladım. Karagöz’ü çok özledim öğretmenim. Sustu. Uzunca bir süre diyecek söz bulamadı Zehra öğretmen. Tüm çocuklar yeniden hüzünlü bir sessizliğe gömülmüşlerdi. Kendini topardı, sessizliği bozdu: -Evet çocuklar, Cemre kötü bir bayram geçirmiş, ya siz? Siz ne yaptınız bakalım? Art arda parmaklar kalktı havaya. Sırayla söz alan her çocuk onu sarsan bir kurban kesme töreni anlattı. Birkaçı belediyenin belirlediği kesim alanlarına babalarıyla gitmişlerdi. Filmlerdeki kanlı savaş alanlarına benzetmişlerdi kesim yerlerini. Kimileri evlerinin bahçesindeki veya balkondaki kurban kesimine tanık olmuşlardı. Bu nedenle sarsılmış, üzülmüş ve tatsız bir tatil geçirmişlerdi. Büyüklerin verdiği bayram harçlıkları ve luna park gezintileriyle bir parça avunmuşlardı. Buna karşın henüz dinmeyen iç sıkıntılarıyla okula geldikleri apaçıktı. Çoğu ailelerine kırgındı. Bu konuyu onlarla irdelemeye karar verdi Zehra öğretmen. -Ara sıra sizin yanlış şeyler yaptığınız oluyor mu çocuklar? Eveeet! -Aileniz sizi sevmekten vazgeçiyor mu? -Hayııır! -Cemre senin yanlış yaptığın olmuyor mu? -Oluyor öğretmenim! -Peki, annen baban seni sevmeyi sürdürüyor mu? -Evet öğretmenim! -Peki, büyükler yanlış yapamaz mı? -??? -Yapabilir elbette. Örneğin size kurban kesilmesini izletmeleri çok yanlış. Kurbanlıkla çocukların arkadaş olmasına izin verip sonra onları kesmek de yanlış. Bu konuda yaptıkları başka yanlışlar yok mu? Var, ne yazık ki. Örneğin, deneyimsizlikten, hayvanı keserken ona çok acı çektirenler oluyor. Örneğin balkonlarda, avlularda, yol kenarlarında ulu orta kurban kesenler var. Bunlar hep yanlış. Parasını ödeyen adına kurallara uygun kurban kesen kurumlar var. Hayvanların bayıltıldıktan sonra kesilmesi de din kurallarına aykırı değil. Bu yolla hem çocukları üzülmesi hem de kurbanlık hayvanların acı çekmesi önlenir. Üstelik çevre de kirletilmemiş olur. Üstelik kurban kesen kurumlar etlerini en başta kimsesiz çocuklara ve yoksullara dağıtıyorlar. Tamam da, yanlış yaptı diye anne-babaya küsmek mi gerekir çocuklar? -Hayııır! -O zaman, büyüklerimizin yanlışlarını eleştirelim ama onları sevmekten vazgeçmeyelim, anlaştık mı? -Eveeet! Zil çaldı. Fişek gibi fırladılar. Birbirlerini ezerek, bir gürültü çağlayanı halinde bahçeye aktılar. (Dünya Adlı Gemide kitabımdan) Gercekedebiyat.com