İhtiyar gençler genç ihtiyarlar
Dışarıdan ve içeriden Cumhuriyetin yıkımına son noktayı koyma fesadına ve ihanetine karşı, Türk halkı son sözünü söylemedi daha. Üstelik, büyük dip dalgasında kayıtlı, toprağı dürtüp duran daha söyleyeceği çok şeyi var. Şu yaşadığımız tarihsel hesaplaşma sahnesinde söylenecek son söz ise, Devrimci Cumhuriyetçi büyük kitlesel eylemlerin soluk alışında saklı ve olgunlaşmakta. İşçilerin-emekçilerin, kadınların, emeklilerin, doğa severlerin dirençli, kararlı direnişleri bu sürecin kalp atışlarını haber veriyor. Ancak bu kalp atışlarının ritminde, sürekliliği ve genliğinde duraklamalara ve daralmalara yol açan kimi sorunlar, tuhaflıklar söz konusu. O da kanımca gençlik dinamizminin bu düşünsel, toplumsal ve özellikle de kitlesel mücadelede yeterince yer almıyor olmasıdır. Kuşkusuz bu önemli eksikliğin ekonomik, toplumsal, kültürel ve psikolojik birçok nedeni var. Ama şu da çok dikkat çekicidir ki, korkarım bu durum kavranıp aşılmazsa, Türkiye'nin çağdaş geleceğini, onunla ilgili umut ve iyimserlikleri de ters yönde etkileyen önemi bir sorun olmaya devam edecektir. O nedenle sorunu, bizzat gençlerin de aktif olarak düşünme, tartışma sürecine katılımıyla enine boyuna ele almak, incelemek gerekiyor. Gençlikle ilgili Google ve sosyal medyada birçok araştırma ve yorum yazısı okudum. Örneğin, çoğunlukla gençlerin paylaştığı çok anlamlı bir söz ya da yargı şudur: “Yaşlılık bu kadar alçalırsa, gençlik ne yapsın?..” Son elli yılda yaşanan ruhsal, manevi çöküşün, alçalışın, bunun yıkıcı sonuçlarını yaşayan gençlikteki umut yitimi ve karamsarlığın asıl sorumlusu kimdir? Ya da nelerdir? Sınıfsal, kültürel ve siyasal temeline bakmaksızın, asıl sorumlunun gençlerin kendisi olmadığını; bu alçalış, yozlaşma, çöküş kültürünü üreten, yaşayan ve çocuklarına aktaran yaşlılar, ebeveynler olduğunu vurgulayan derin içerikli cümlenin doğruluğunu yadsımak ne mümkün? Ancak, gerçeğin bir de öbür yüzü var. Yaşlı-genç hepimiz, kimliğimizi belirleyen bir ulusun yurttaşları olarak, son derece karmaşık etkileşimler içeren bütünsel bir sürecin içindeyiz. 18 ve 35 yaş arası geniş bir yelpazeyi oluşturan gençlik; çok daha iyi kullanabildiği iletişim araçlarına, yaşlıların bir zamanlar verdiği mücadelelerle kazandığı demokratik ve bireysel özgürlüklere, çoğunun çok daha yaygın olarak yaşadığı üniversite eğitimine, bilimsel bilgi, kavrayışı ve perspektif üstünlüğüne sahip. Bu olanak ve üstünlüklerle, yaşlıların, ebeveynlerin bütün tutucu, bilgisiz, baskıcı tavır ve engellemelerine karşın, sahip olunan üstün olanaklar kullanılarak, vatanına ve ulusuna karşı sorumluluk bilinciyle, neden daha ileri bir bilinç, duyarlılık, irade ve eylemlilik gösterilemiyor? Yaşlıların bütün hata ve sorumluluklarına karşın ve yaşlılarda olmayan, haksızlıklara karşı daha idealist, daha duyarlı ve enerjik özellikleriyle gençlerin de önemli bir sorumluluğu yok mu bunda? Cumhuriyetin yüz yıllık tarihinde gördüğümüz gibi, Türk gençliği; “aman yavrum, başına bir iş gelmesin” diyen ebeveynlerin engellemelerine rağmen, üstelik “Atatürk'ün Gençliğe Nutku”nu klavuz edinerek, tartışmasız toplumsal, siyasal sorunlara, örgütlü dinamik gücüyle müdahale etmiş, toplumsal sorumluluğunu yerine getirmişti. Bugün neden tersi bir ruh halinde, pasif ve edilgen, umutsuz bir konumda kalınıyor veya kalmak tercih ediliyor? Ya da bazı sosyologların belirttiği gibi bir bitmişlik sendromu yaşanıyor. Yüz yıllık gelenekten bir kopuş yaşanıyor sanki. Bütün bunların temel nedeni nedir? Diyelim ki ve gerçekten, gençlerin, iktidarıyla mohalefetiyle, yöneten ve yönetileniyle onlara bu dayanılmaz ekonomik-kültürel koşulları hazırlayan, miras bırakan, yaşlılara, ebeveynlere karşı tepkileri son derece haklıdır. Ama bu haklılık bugün salt geri bir tutum olan, sorunu çözmekten kaçınan bir tepki düzeyinde kalırsa, var olan ekonomik, toplumsal adaletsizlikleri yaratan sistemi değiştirme bilinci, iradesi ve eylemine dönüşmezse, korkarım bir süre sonra haklılığını yitirir. Hatta sistemin kendini meşrulaştırmasına hizmet eder hale gelir. Örneğin, bütün anketlere yansıyan genç kuşaktaki % 65-70'lere varan Türkiye'yi terk etme, Türkiye dışında yaşama eğilimi, bir kısmının gerekçesi temeli ekonomik olan nedenlerle gerçekten haklı olsa da, ülkenin geleceği açısından son derece düşündürücü bir olgudur. Yükselen bireyci kültür ve çözüm anlayışıyla sarmalanmış, neoliberalizmin etkisi altında bir özgürlük yanılsamasına ve toplumsal, ulusal sorunlara karşı duyarsızlığa yol açan bu gerçeklik, sebep ve sonucun birbirinin nedeni haline geldiği, giderek kısır döngüye dönüşen bir durumdur. Bir zamanlar, yakın bir geçmişte, TGB diye umutvar olduğumuz vatansever, Atatürkçü bir gençlik örgütlenmesi vardı. İlk yıllarda devrimci duruşuyla, yürüttüğü, Silivri duvarlarını yıkan eylemleriyle umutlarımızı yeşertmiş, geniş gençlik kitlelerini ve aydınları etkiler hale gelmişti. Ne yazık ki daha sonra bir yanılgının, bir kibrin kurbanı oldu ve Saray kapılarında hadımlaştırma operasyonuna uğratılıp kanatları kırıldı ve Saray müştemilatında evcilleştirildi. Böylece devrimci niteliğini ve enerjisini yitirip uçamaz hale geldi ve eriyip gitti. Kanımca sorunların daha kapsamlı açıklaması, kuşak sorununun, kuşaklar arası farklılık ve çatışma sorununun ötesindedir. Kuşkusuz ana neden, kimliğine yabancılaşmış ve aptallaştırılmış tüketici birey yaratma odaklı “X, Y, Z Kuşağı” gibi yapay farklılıkları üreten emperyalist-kapitalist sistemin kendisidir. Bu anlayış ve siyasetlerle, temeldeki asıl çelişki, sömüren-sömürülen çelişkisi ve yaşanan derin yoksulluk ve açlık tehlikesinin nedenleri örtbas edilmek istenmektedir. Böyle olmakla birlikte sistemin yarattığı genç-yaşlı ayrımının gerisindeki niyeti ve çarpıtmaları da açığa çıkarmamız gerekiyor. Son dönemlerde toplumsal dokunun doğasına aykırı tepkisel veya tepkisiz davranışlara tanık oluyoruz. Örneğin garip bir biçimde birbirini tamamlayan iki karşıt kuşağın, yaşlıların ve gençlerin rolleri, işlevleri neredeyse yer değiştirmiş gibi görünüyor. Bu tuhaf ve insanı huzursuz eden rol değişmesi, elbette toplumsal gelişme yaslarına olduğu gibi doğa yasalarına da geleceğe ilişkin umut ilkesine de aykırı. Türkiye gerçekliğinin aynasında görünen şu: İhtiyarlar, emekliler meydanlarda, ekonomik-toplumsal adaletsizliklere karşı eylem yapıyor. Gençler ise, bu fiziksel eylemlilik karşısında, sosyal medyada, internet, cep telefonu üzerinden bir paylaşım etkinliğiyle yetiniyor. Hayat pahalılığı, işsizlik, açlık tehlikesi, daha da önemlisi ülkenin bağımsızlığı ve bölücülük sorunu, adalet, eğitim, sağlık sorunları, (emekli) dede ve nineyle, baba ve anneyle hepimizin, özellikle de gelecek kaygısını en çok taşıması gereken, geleceğin kurucusu ve sahibi bütün gençlerin temel sorunu değil mi? Ama iş eylemli hak arama, haksızlıklara itiraz etme, haklı ve doğru talepleri dile getirme duyarlılığı ve mücadelesine gelince, daha çok dedeler, nineler, ebeveynler görünüyor alanlarda. Burada bir parantez açıp aklıma takılan şu soruya da birkaç cümleyle değinmek istiyorum. Acaba, birçok gencimizin yok yere ölümüne neden olan 1970'ler terör ortamının acılarını yaşayan 80 sonrasının ebeveynlerinin cahilce ve aşırı korku ve tepkiselliğiyle çocuklarını pamuklara sarıp saksılarda büyüten, onları eve hapseden tutumunda mıydı sorun? Çocuklarını terör vb'den korumak adına, onları korkutup, evine bireysel kabuğuna hapsederek her türlü toplumsal ve siyasal etkinliğe katılmaktan alıkoyan tutumları mı bu sonuca neden oldu? Dolayısıyla, çocuklukta oluşan ve ciddi psikolojik koşullanmışlıklara, önyargılara, korkulara ve ideal yitimlerine yol açan apolitikleşme olgusu olmasın asıl neden? Bütün bunların sonucu olarak, 90'lar ve sonrası gençliğin toplumsal-siyasal duyarlılık ve aktiviteden uzaklaştırılıp, ailenin sıkı korumasında, dönemin moda küreselci-liberal rüzgarının da medya üzerinden derin üflemesiyle toplumsal ideallerden arındırılmış, bireyci, ben merkezci bir kuşağın yaratılması pek akla aykırı olmasa gerek. Üstelik bazı dostların, üniversiteli olsun, olmasın, gençlerin örgütlü toplumsal mücadele ve eylemlere katılmaması konusunda ileri sürdükleri okuldan ve işten atılma kaygısı, yani temelinde ekonomik nedenin olduğu gibi gerekçeler de ikna edici, inandırıcı gelmiyor. Çünkü, internetten ulaştığım bilgilere göre, iş bulamayan, okula gidemeyen... vb evinde “ev genci” olarak oturan, bekleyen, ailesinin imkanlarıyla günlük yaşamını sürdüren yaklaşık 4 milyon civarında gencimiz var. Akıl dondurucu bu sayı, toplumsal olarak bir inanç, umut yıkımının, bir çürüme ve tükenmişlik duygusunun içinde olduğumuzu göstermiyor mu? Y ve Z kuşağı olarak tanımlanan bu gençlerin sosyal etkinliklerinin, yani en büyük pratiklerinin % 60-70'ini internet ve cep telefonu, yani sosyal medya üzerinden iletişim oluşturduğunu da vurgulayalım. Gençlerimizin söz konusu sosyal medya etkinliği ile dolaştığı, hemhal olup bütünleştiği, düşünsel ve duygusal şekillenmesini, hayallerini, gelecek beklentilerini ve değer yargılarını belirler hale gelen kültürel dış etkenlerdir daha çok. Yani Türkiye'nin gerçeklerinin, yaşanan sorunlarının, ulusal kültür ve değerlerinin dışında, sanallaşmış bir dünyadır, bir hayaller dünyasıdır bu. Daha doğrusu belli emperyalist küreselci merkezlerce biçimlendirilen sanal, kurgusal, hayali bir dünya. “Sanal bir dünya” diyorum, çünkü bu dünya, emperyalist iletişim tekellerinin, insanları güdülecek tüketim budalaları yapma amacına yönelik, gerçek dünyayı eğip büküp çarpıtarak ve sahteleştirerek dizayn ettikleri bir dünyadır. Türkiye'de yaşıyor, ama ne eğitime ne üretime ve ne de toplumsal-kültürel hayata aktif olarak katılabilen bu gençlerimiz, her gün, yaşlılara göre çok iyi kullanabildikleri ellerindeki iletişim araçlarıyla, ülkenin somut, canlı gerçekliğinin dışında, böyle bir sanal, yapay dünyayı dolaşmakta. Bunun sonucu, idealler, ütopyalar, gelecekle ilgili plan ve projeler, büyük ölçüde, çoğu kirli bu baskın bilgi ve kültür etkenlerine göre oluşuyor. Bu tablodan, bireysel kimliğin, yurttaş olmanın temel kaynağını oluşturan, kendi ülkesinin, kendi ulusunun, halkının acı-tatlı sorunlarına, sevgi ve nefret, üzüntü ve öfke ya da mutluluk, umut ve iyimserlik nedeni olabilecek gerçeklerine, yaşanmışlıklarına, dolayısıyla ulusal kültürel değerlerine yabancılaşmış bir gençlik eğiliminin oluşması kaçınılmazdır. Elbette duygu ve düşünce olarak bu ters konumlanışın istenmeyen, ciddi yanılsamalar ve tuzaklarla dolu büyük, yıkıcı sonuçları da olmakta ve olacaktır. İnsani ve ahlaki değerleri çürümüş bir Batı uygarlığının hücrelerine kadar yozlaşmış bireyci kültürünün, daha çok gençliğimizde kendini gösteren yıkıcı sonuçları, Sosyoloji, Etik ve Estetik disiplinlerinin en önemli inceleme konusudur. Görüldüğü gibi, bu tabloda cennetteki Tuba Ağacı gibi kökü yukarıda başı aşağıda, kafa ile ayakların yer değiştirdiği, ters duran garip bir şey var. Eyleme çıkan çoğu yaşlı, emekli insanlar soruyor ister istemez: “Nerede bu Atatürk'ün gençliği? Asıl kitleyi onlar oluşturması gerekirken neden biz emekliler bu yaşlı, hastalıklı halimizde onların yerine sokaklardayız?” diye. Soruna bu bağlamda baktığımızda, asıl sorumlunun emperyalizme bağımlı sınıfların iktidarı olduğunu, onların “tüketim toplumu”, “iletişim toplumu” gibi kitleleri avlama ve uyutma projeleri olduğunu belirtmeliyiz. Bu bütünlük içinde tayin edici bir nesnellik olarak, yaşlıların, ebeveynlerin, eğitim, yönlendirme ve denetimlerinin etkisini yitirdiği, onların sorumluluk çerçevesini aşan bir durumla karşı karşıyayız. Gençlerin ve ebeveynlerin sorumluluk paylarını vurgulayıp geçerek şu noktaya geliyoruz: Gençlerimizin, kendi bilgi, birikim, yetenek, vatan sevgisi ve duyarlılığıyla “iletişim çağı”nın bireyci özgürlük tuzağına karşı bilinç ve kararlı bir mücadele iradesi göstermesi gerekmiyor mu? Bu tersliğe kaynaklık eden, küreselci “tüketim toplumu”na özgü yalanlarla, masallarla örülmüş büyük bir yanılgı söz konusudur. O da, aslında taşıdığı bilgilerin % 60-70'inin kirli ve yalan bilgilerden oluşan sosyal medyanın, en kolay, en hızlı, en yaygın ve etkin kamuoyu oluşturma ve muhalefet yapma alanı olarak görülme yanılgısıdır. Bilginin, eleştiri ve tepkilerin hızlı ve çok yaygın paylaşımı açısından ilk bakışta bu doğru ve önemli gibi görünüyor. Ama bunun devamı olmalı; bilgiyi (o da doğru veya yanlış olabilir) paylaştık diyelim. Peki, doğru mu yanlış mı; birinci ve en önemli ve asıl sorun burada başlıyor. En az % 80'inin cep üzerinden ulaşabildiği bu bilgilerin doğruluğu ve yanlışlığını ayırt etme birikimine ve bilincine sahip olanlar ise en fazla % 20'dir diye düşünüyorum. Dolayısıyla, yaşanan, onca yürek paralayıcı, vicdanları isyan ettirici büyük adaletsizlikler, ahlaksızlıklar, yaygınlaşan açlık ve sefalet, ahlaksızlık, kadın cinayetleri, çocuklara yönelik canice uygulamalar, sosyal medyadaki paylaşımlarla ne kadar etkili, sonuç alıcı, suçluları rahatsız eden, korkutan toplumsal bir muhalefet işlevi görebilir? Sorumlu, bilinçli, eleştiren, sorgulayan bireysel kişiliğin henüz tam oluşmadığı, oluşanın da çoğunlukla köksüz, istikrarsız, sığ, özentili ve savrulmalı olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Böyle bir ülkede hâlâ sürü içgüdüsüyle başkalarına bakıp “elle gelen düğün bayram” diyerek tutum alınan anlayıştan pek bağımsız olmayan ve kirli bilgileri ayıklama yeteneğini geliştirememiş bir “sosyal medya” da hâlâ güvenilmez bir alan olmaya devam ediyor. En az 4 milyon gibi önemli bir gençlik kesiminin iş, geçim, evlenme, eğitim gibi en insani gereksinimini sağlayamaması, yani ekonomik ve toplumsal yoksunlukların en temel nedenlerden biri olduğu aşikardır. Ancak öte yandan, zamanı, imkanı ve gerekli enerjisi olduğu halde, hak arama, itiraz etme, tepki gösterme gibi mevcut kötü durumu değiştirmeye yönelik -ki parça parça yapılan kararlı direnişlerin başarısı bunu gösteriyor- bir eylemliliğe katılmamak, bunu önemsememek, daha doğrusu durumun değişebileceği konusundaki kötümserlik yanılgısı, ciddi ve düşündürücü bir toplumsal patolojik sorundur. Gençlikteki pasifliğin, toplumsal ve ulusal sorunlara duyarsızlığın; dolayısıyla, umutsuzluğun ve genç yaşta ihtiyar gibi davranmanın asıl nedenin sadece ekonomik olmadığı açıktır. Yukarıda belirtmiştik, ekonomik sorunlar her yaştan hepimizin ortak sorunudur. Ama şunu da vurgulamıştık bir terslik ve gariplik olarak: Gençliğin büyük bir kısmı kısa ve orta vadede bu sorunların çözüleceği konusunda umutsuz görünüyor. Bu umutsuzluk, bu karamsar tablo, doğal olarak durumu değiştirmek için aktif, eylemli bir mücadeleye yol açmadığı gibi, aksine, sorunun yaşandığı yeri, ülkesini, sırf bireysel refah ve mutluluk için terk etme düşüncesine yol açıyor. Yani çözüm için, yeni bir gelecek yaratmak için toplumu değiştirme bilinci ve iradesi, bunun için belli sıkıntılara katlanma sorumluluk ve duyarlılığı gösterilemiyor. Çok doğal ve sağlıklı olan, kişilik gururunu, yurttaşlık onurunu korumak için yenilsen de bir direnişi, kavgayı göze almak gerektiği, bunun da biricik ölçütü toplumsal duyarlılık ve sorumluluk olduğu halde, neden tersi bir davranış, bireyci bir yaklaşım ve çözüm tarzı baskın oluyor? Can alıcı sorun buradadır. Özetle, yazının içinde yer yer yanıtın verildiği, doğal olmayan bu ters ve çarpık durumun kaynağı, neoliberal, postmodern bireyci Batı kültürüdür. Gençliğin bundan çok daha fazla etkilenmesinin nedeni de çok açıktır. Çünkü bu kuşak, yaşlılardan on misli daha fazla, doğal ve sağlıklı toplumsal dengeleri tahrip eden, dokusal olarak bozulmuş bu kirli ve çürük kültürel değerlerden etkilenmektedir. Üstelik bu etkilenme öyle boyutlara varmıştır ki, gençler bunun farkında olsun olmasın, neoliberal mandacıların teorileştirdiği gibi, kendine ve ulusuna yabancılaşma niteliği taşımaktadır. Sonuç olarak; toplumsal bir ideali olmayan, sadece günlük bireysel peşinde koşanlar, gideceği limanı bilmeyen gemiler gibi yolunu kaybeder, fırtınalarda savrulur gider. Özellikle küresel karşıdevrimle birlikte emperyalizm, sosyalizmin sonu, tarihin sonu, toplumların sonu, ütopyaların, gelecek ideallerinin sonu söylemleriyle insanları sadece günlük tüketime odaklanmış, bencil hazlarının ve çıkarlarının peşinde koşan, sıradan tüketici mahluklara çevirmek istedi. Bunda da son 50 yıldır belli ölçüde başarılı oldu. Ancak insanlık, doğal ve düşünen bir varlık olarak insanlığını koruyacaksa, bilinsin ki çok yüksek bilinç ve iradeyle mücadele edilmesi gereken sorunlarla karşı karşıyadır. Hepsi de Batı kaynaklı, aç gözlü kapitalist uygarlığın ürünü olan, ne doğal insan aklı ve yeteneğinin yerine konmaya çalışılan yapay zeka ne pornoya kadar alçalmış ilkel cinsel hazlar, ne sınırsız bireysel fanteziler için evlilikten ve çocuk yapmaktan vazgeçme, ne tüketim hastalığının sonucu oluşan obezleşme vb, insanlığın doğal gelişimini ve hak ettiği eşitlikçi, paylaşmacı, doğa ile barışık uyum çağına ilerlemesini engelleyemeyecektir. Ancak başkaları için yaşanan bir hayat, yaşanmaya değer bir hayattır. Böyle bir yüksek ideale ancak yüksek bir umut enerjisini canlı tutarak ulaşılabilir. Çünkü, umudun olmadığı yerde yaşam sevinci, yaşam enerjisi tükenmiş demektir. Geleceği kurmak, bütün zorluklara, bütün kahredici olumsuzluklara, haksızlıklara karşın, umudu, iyimserliği yitirmemekle, onları her koşulda yeniden yeniden üretmekle mümkündür. Unutulmasın ki, insan umut ettiği sürece var olduğunu, yaşadığını hisseder. Ve de insan, umut ettiği sürece imkansız diye bir şey yoktur. Gençlik umut emektir; bütün ideallerin, geleceğin tohumlarının taşıyıcısı odur. Dante'nin dediği gibi, “Her karanlık, şafağın tohumlarını içinde taşır.” Mehmet UlusoyUMUT YİTİMİNİN ASIL SORUMLUSU KİM
YAŞLILAR GENÇLER ROL DEĞİŞMESİ
ÇÜRÜMÜŞ BATI UYGARLIĞI
Gercekedebiyat.com