Atatürk’ün anlatımıyla çağdaş Türkiye’nin ve CHP’nin kuruluş öyküsü
CHP’nin Samsun’da yapacağı büyük halk buluşması kapsamında temel insan haklarının, anlatım özgürlüğünün ve hukuk devletinin savunulması etkenliklerinin sağlam temelleri olduğunu bir kez daha bütün açıklığıyla ortaya koymak için, bu yazıyı yazmayı gerekli gördüm.
Atatürk, devrimleri ve uygarlaşma atılımlarını sürdürmek için, tüm ülkede örgütlenmiş, bilimi ve eleştirel düşünmeyi temel alan bir politik partinin kurulmasını gerekli görmüştür. Söz konusu nedenle, CHP kuruluş ilkelerini gerçekleştirdiği ölçüde, Atatürk’ün özlediği parti olabilir. 19 Mayıs 1919 Samsun’a Çıkış ve Amasya Bağımsızlık Bildirgesi Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktıktan sonra 21/22 Haziran gecesi Cevat Abbas Bey'e, 'Amasya Genelgesi'ni yazdırır. "Tam ve koşulsuz bağımsızlık ve özgürlük bildirgesi" olarak adlandırdığım bu bildirgede şu ilkeleri özellikle vurgular: Atatürk'ün Amasya Bildirgesi'nde dile getirdiği bağımsızlık ve özgürlük bilincinin ve istencinin, tüm Anadolu halkının en geniş katılımıyla gerçekleştirilmesinin yolu ve yöntemleri, Erzurum ve Sivas Kongresi'nde ayrıntılı tartışmalarla belirlenir. Atatürk, tüm halkın özgür istenci, anlatılamaz özverisi ve etken katılımıyla kazanılan Kurtuluşu Savaşı'nın büyük utkuyla bitimiyle birlikte, tam bağımsızlık ilkesini sağlam temellere dayandırmak için, eğitim, ekonomi, eşit yurttaşlık ve kadın-erkek eşitliğine dayalı çağdaş bir hukuk düzeni kurulmasını sağlamak amacıyla yoğun ve kapsamlı bir çalışma yürütür. Ülkenin önemli kentlerinde halkla buluştuğu toplantılarda bir toplumbilimci yetkinliğiyle Anadolu toplumunun yapısını çözümler. Örneğin, Mustafa Kemal Atatürk bu kapsamda ‘İstanbul’dan Gazetecilerle İzmit Kasrında Söyleşinde (16- 17 Ocak 1923), Kurtuluşu Savaşı’nın büyük bir utkuyla sonuçlandırılmasıyla, ‘Misakı Milli’ ve 1921 Anayasası temelinde ulusun tam bağımsızlığı ve egemenliğinin sağlandığını vurgular. Tam Bağımsızlık Ekonomik Bağımsızlıkla Olanaklıdır Tam bağımsızlık, ekonomik bağımsızlıkla olanaklı olduğu için, ekonomik kalkınmaya öncelik verileceğini dile getiren Atatürk’ün anlatımıyla, bu amacı gerçekleştirmek için, tarımı canlandırmak zorunludur ve çiftçiye para, araç-gereç gereç ve hayvan verilecektir. Anadolu’nun her yanı yıkım içindedir. Öyle ki “kasaba, şehir denilebilecek bir yer yoktur.” Ülkenin en gelişmiş ve uygar kısmı olan İstanbul, Anadolu’ya uzak olduğu için, “doğal kaynaklara” da uzak kalmıştır. Ülkeyi yönetmek isteyenler, ülkenin içine girmeli, “bu zavallı ulus ile aynı koşulları yaşamalı ki, ne yapmak istediğini ciddi biçimde” duyumsayabilsin (Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 14, s. 275). Yaşam koşullarının ve bulunulan yerin, insanın düşünce ve duygularını belirlediğini söyleyen Atatürk’ün anlatımıyla, “bir insan Ankara’da başka türlü düşünür; İstanbul’da başka türlü düşünür. Hele Paris’te büsbütün başka türlü düşünür.” Dolayısıyla, Anadolu halkını anlayabilmek için, yönetim merkezinin Ankara’da olması gerekir. Nitekim “olaylar ve koşullar, Ankara’yı merkez yapmıştır.” Ülkenin her yerinde bilgi ve bilim merkezleri oluşturmak gerekir. Ekonomik Kalkınmanın Kaynağı Emektir Kalkınmanın temeli ya da önkoşulu, üretim yapacak insan gücüdür. Bu nedenle, ülkenin ekonomik kalkınması ancak yeterli işgücüyle olanaklıdır. Oysa nüfus azlığından kaynaklanan işgücü yetersizliği o dönemde Çağdaş Türkiye’nin en önemli sorunlarından biridir. Atatürk bu durumu şu sözlerle değerlendirir: “Ülke nüfusu üzüntü verecek bir durumdadır. Öyle sanıyorum ki, bütün Anadolu halkı sekiz milyonu geçmez. Fethedilen her yere Anadolu halkını götürdük ve öldürdük.” Örneğin, Süveyş Kanalı açılalı 45 yıl olduğu halde, bu süre içinde “Yemen’e gidip ölen Anadolu çocuklarının miktarı 1,5 milyondur. Suriye’yi, Irak’ı, Afrika’yı elde tutmak için öldürdüğümüz Türklerin sayısının toplamı milyonlara varacaktır.” Artık bunu gidermenin zamanı geldiğini vurgulayan Atatürk, bunun için insanları “ulusal sınırlar içinde ‘gönençli’ bir durumda yaşatarak, nüfusumuzu” artırmak gerekir. Makedonya’dan ve Batı Trakya’dan bütüne Türklerin Anadolu’ya getirilmesini gerekli gören Atatürk’e göre, bir daha Avrupa’ya ya da bir başka yere “sefer” düşünülmemelidir. Anadolu halkını öldüren bir başka önemli etmen, koyu bilgisizliktir. Bunun aşılması zorunludur. Ayrıca askerlik “köy için, köy halkı ve yaşamı için yararlı olma anlayışıyla” yeniden düzenlenmelidir. Ülke çok geniştir; ancak nüfus ülkeyi işlemeye yetmemektedir. Toprağı işleyebilmek için “makine gücü” gerekmektedir. Makine gücü arttıkça, ülke nüfusu da çoğalacaktır. Örneğin, Amerikalılar böyle yapmıştır. Atatürk: Devrimleri Sürdürmek İçin Bütün Ülkede Örgütlenmiş Bir Partiye Gereksinme Vardır Uygar bir yaşam kurmak ve geliştirmek için, bir ‘emek mücadelesi’ başlatmak gerektiğini düşünen Atatürk’ün belirlemesiyle, bu amaç gerçekleştirildikten sonra bir ‘emek andı/sözleşmesi’ yapılması ve bütün ulusun onu izlemesini sağlamak gerekir. Bu amaca ulaşmak ve çalışmak isteyenlerin çalışmasını ve varsıllaşmasını sağlamak için, “bütün ülkede örgütlenmiş bir fırkaya/partiye” gereksinme vardır. Bu ‘emek sözleşmesi ya da andı’, ülkenin tümünün çıkarlarına hizmet eden bir ‘ulus programı’ olacaktır. Bu partinin programı ‘ulusal emek programı’, adı da ‘ulusal emek grubu’ ya da partisi olabilir. Er ya da geç ‘dayanışmacı bir düşünce ve devinim’ oluşturulacaktır. Yapılan ve sürdürülen devrimler, Türkiye’ye saygınlık kazandırmaktadır. “Başarı umudu” canlı tutularak, devrimler sürdürülmek zorundadır; Büyük Fransız Devrimi’nin “yüz yıl” sürdüğü unutulmamalıdır. İdare maslahatçılar “asla devrim yapamaz”; bu nedenlere onlara fırsat verilmemelidir. Ülkedeki büyük sefalet ve yoksulluk içinde kimseyi hoşnut etmek olanaklı değildir. Bu nedenle, “hocaları hoşnut edeyim; İslam dünyasını hoşnut edeyim, dersek, devrim yapamayız” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 14, s. 299- 303). “Çoğunluk olmadan devrim başarılı olamaz” diyen Atatürk’ün nitelemesiyle, kurulması düşünülen partinin adı ‘halk fırkası’ olmalıdır. Devrimin yasası, “var olan yasalardan üstündür. Bizi öldürmedikçe ve bizim kafamızdaki düşünceyi boğmadıkça başladığımız yenilikçi devrimler bir an bile durmayacaktır.” Partinin programının oluşum ve gelişimine bütün “aydınlar ve uzmanlar” katkı yapmalıdır ve bu program tüm ulusun gereksinmelerine uygun olmalıdır. Tüm ulus, o programla kendini özdeşleştirebilmelidir. Ayrıca, geri kalmış bir toplum yalnız kendi bilgi birikimiyle yetinemez; çeşitli uygar ulusların birikimlerini ve "yaşam aşamalarını" da bilmek gerekir. Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı Verilmesi, Uygarlaşmanın Gereğidir Kadınların seçme ve seçilme hakkını kamuoyu önünde dile getiren Atatürk'ün anılan konuşmasındaki anlatımıyla, kadınlar da "gerekli oyu aldıkları takdirde seçilebilir." Böylece kadınlara da "seçim hakkı" verilmiş olur. Ülkenin ve toplumun kalkınmasını sürdürmesini sağlamak için, bir parti kurulmalıdır; "ulus örgütsüz ve hedefsiz" bırakılamaz. Üç yıl süren ulusal savaşın, çalışmanın ve özverinin sonuçları "tam bağımsızlık" ve "onun kadar önemli olan "yeni hükümettir" (Atatürk'ün Bütün Eserleri, cilt 14, s. 263- 306). Emeklerinin gasp edilmeyeceğinden emin olan halk çalışmaya başlamıştır Atatürk, İzmir İktisat Kongresi'nin açılışında dile getirdiği bazı önemli düşünceleri, 'İstanbul Gazetecileri Temsilcileri' (18 Ocak 1923) ile yaptığı ayrıntılı söyleşide kamuoyuyla paylaşır. Atatürk'ün belirlemesiyle, "emeklerinin gasp edilmeyeceğinden emin olan" insanlar "güvenle ve çok büyük umutlarla" tarlalarında ya da zanaatların başında etkinleşmiştir. Ekonomi, eğitim ve toplumsal etkinlikler şimdiden somut sonuçlar vermeye başlamıştır. Bursa, Balıkesir, İzmir, Adana ve Erzincan'da yeni açılan beş yeni tarım okulu mevcutlara eklenmiştir. Savaştan ve olaylardan olumsuz etkilenen Ziraat bankaları yeniden etkenleştirilmiştir. Köylülere ve çiftçilere önemli ölçüde "tarım araç-gereçleri" dağıtılmıştır. Ayrıca, "araç-gereç sağlayan ve bunların onarımını" yapan ve sermayenin %70'ine katılacağımız bir şirketle anlaşma sağlanmak üzeredir. Ülkeye gelen birçok göçmen uygun yerlere yerleştirilmiştir. Atatürk'ün açıklamasıyla, ulaşım altyapısı hızla oluşturulmakta, var olanlar onarılmaktadır. Böylece, ülkenin önemli merkezleri kara ve demiryollarıyla kısa süre içinde birbirine bağlanacaktır. Önemli maden hazineleri açılmaktadır. Çalışmak ve mutlu olmak isteyen bütün halk için, işçiler/emekçiler için geniş ve güvenli çalışma alanları açılmaktadır. Tüccarların yüzlerini güldürecek günler yakındır. Özellikle ekonomik etkinliklerin esasları, doğrudan doğruya "bilgi ile birlikte", ülkenin "topraklarını koklayan ve bu ülkede bizzat çalışan insanların görüş ve önerileri" doğrultusunda belirlenecektir. YENİ TÜRKİYE BİR EKONOMİ DEVLETİ OLACAKTIR! Sanayi ve ticareti geliştirmek amacıyla, "15 Şubat'ta İzmir'de belki 5000 kişinin katılabileceği bir kongre" yapılacaktır. Böylece, Yeni Türkiye'nin "ekonomi üzerinde kurulmasının" ilkeleri belirlenecektir. Ülkedeki ekonomik kalkınmayı canlandırmak amacıyla, Yeni Türkiye'nin yasaları ve duyarlılıklarına saygılı olan yabancı şirketler çalışabilecektir. Ulusun "sermayesi yetersizdir." Bu nedenle, yabancı sermayeden, araçlarından ve uzmanlıklarından yararlanmak gerekmektedir. Ulusal Kurtuluşu Savaşı ile kurulan TBMM hükümeti ulusaldır; "tümüyle maddidir; gerçekçidir." Hayal peşinde koşarak ulusu "bataklıklara batırmaktan ve sonunda kurban etmekten" kesinlikle sakınan bir yönetimdir. Ulusun istencinin özgürlüğünün güvencesi olan iki ilke vardır: TAM BAĞIMSIZLIK VE KOŞULSUZ ULUSAL EGEMENLİK. "Egemenliğin tek bir zerresi bile terk edilemez!" (Atatürk'ün Bütün Eserleri, Cilt 14, s. 315- 316). Öte yandan tüm ulus çalışmalıdır; Refah ve mutluluk, "yalnız çalışanların hakkıdır." Muhtaç olunan tek şey "çalışmak, çalışkan olmaktır." İlk iş, "ulusu çalışkan yapmaktır." ATATÜRK’E GÖRE, CHP'NİN KURULUŞ NEDENİ Ulusu oluşturan bireyler çalışmaya isteklidir; ancak "uygar bir anlayışla, çalışmanın ürünlerini", bir başka anlatımla üretimi ve üretkenliği artırmak gerekmektedir. Ulusun toplumsal-kültürel gereksinmeleri ancak bir "politik örgüt" ile karşılanabilir. Çıkarları çatışmayan bütün halkın "ortak çıkarlarını ve mutluluğunu güvence altına almak için 'HALK FIRKASI' adıyla" politik bir parti kurulmalıdır. Kurulacak Halk Fırkası "tüm halkın ortak çıkarlarını artırmayı" amaçlayacaktır. Karanlık geçmiş geride bırakılacaktır (Atatürk'ün Bütün Eserleri, cilt 14, s. 318). Osmanlı Döneminde Ülkenin Durumu Nasıldır? Atatürk ‘İzmit Konuşması’nda[1] (19 Ocak 1923) Osmanlı Devleti’ne ilişkin görüşlerini açımlar. Bu büyük devrim önderinin çözümlemesiyle, Fatih Sultan Mehmet “azametli, kudretli” ve “bütün İslam ve Türk dünyasının hakkıyla iftihar edebileceği” bir padişahtır. Bu padişah, “kendi büyüklüğüyle orantılı azametli bir siyaset” izlemiştir. Doğu Roma’yı ele geçirdikten sonra “Batı Roma İmparatorluğu’nun tacıyla başını süslemek” istemiştir. Batı’ya doğru “geniş bir cephe üzerinde yürümüş ve başarılı olmuştur.” Dıştaki bu başarılara uygun düşen, “güçlü bir iç siyaset, güçlü bir iç örgütlenme, özellikle de sağlam, esaslı bir iç yönetim” gerçekleştirememiştir. Fatih iç politikada başarılı olabilmek için ele geçirdiği ülkelerdeki başka dinlerden ve ulusal kökenlerden olan halkların “her birine ayrı özerklik vererek, bunların tümünü korumak ve bunların her birini kendi fetihlerine katmayı” yeğlemiş ve bunda da “başarılı” olmuştur. Fatih’in izlediği bu politika “kendisine özgü, kişisel bir siyasetti”; ancak “devlet siyaseti” değildi. Özellikle “o devleti kuran asli unsurun gerçek refah ve mutluluğuna yönelik bir siyaset sayılamazdı.” İzlenen politikanın “devlet politikası” durumuna gelebilmesi için, “Fatih’ten sonra gelenlerin de aynı siyaseti yıllarca, hatta yüzyıllarca” izlemeleri gerekirdi. “Hâlbuki böyle olmadı”; çünkü devlet politikasının “bir kişinin beyninden değil, asli unsurun vicdanından çıkması lazımdı.” Böyle olmadığı için, Fatih’ten sonra gelenler “kendilerine özgü, fakat başka başka siyasetler” izlemiştir (Cilt 14, s. 331). Atatürk’ün belirlemesiyle, Sultan Selim, “Batı’yı bıraktı; Doğu’ya yöneldi. Hilafeti eline aldı ve İslam birliği siyaseti yaptı.” Kanuni, kendini ‘daha büyük bir kişi’ olarak gördü ve “hem Doğu ve hem de Batı’da fetihler yaparım dedi.” Atatürk, Fatih, Selim ve Kanuni’yi ‘büyük yetenek ve güce’ sahip padişahlar olarak niteler. Daha sonra onlarla karşılaştırılabilecek padişahlar gelmemiştir; gelenler “kişisel keyifleri, arzuları ve hırslarını” öne çıkarmış ve ‘zorba, mutlak yönetim’ uygulamıştır. Bu zorba ve tek kişi yönetimi, Osmanlı Devleti’ni yıkıma götürmüştür (cilt 14, s. 331). Atatürk’ün deyişiyle, ‘hükümet şeklinde amaç, ulusun ve ülkenin korunması, refah ve mutluluğunun sağlanmasıdır.’ Osmanlı yönetiminin yola açtığı durum şudur: Ülke, Anadolu baştan sona haraptır; ‘memlekette yol yoktur; hiçbir uygar kurum yoktur.’ Ülkenin durumu ‘acı’ vermektedir. Halk ‘yoksul, sefil ve çıplaktır.’ Çağdaş Türkiye'nin İzleyeceği Yön ve İlkeler Nelerdir? Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması, bağımsız yeni Türkiye devletinin kurulaması sonucunda, yoksulluğu ve ilkelliği ortadan kaldıracak devrimler başlatılmıştır; ulus ‘mutlu olabileceği’ konusunda ‘büyük umutlar’ taşımaktadır; çünkü bağımsızlığını ve egemenliğini eline almıştır. Atatürk aynı söyleşide ekonomik gerilemenin nedenlerini şöyle açıklar: Ulusumuzun ‘çoğunluğu çiftçidir, çobandır.’ Bunlar ‘çalışkandır, girişimcidir; her türlü sıkıntıya katlanırlar.’ Ancak çiftçilerimiz bütün bu seçkin niteliklerini ‘tarlasında çalışmakla ürüne’ dönüştürememiştir; çünkü engellenmiştir. Üretmek yerine ‘seferlere’ gönderilmiştir. Sürüp giden savaşlar, ‘çiftçilerimizi geri bırakmıştır.’ Bundan sonra bu tür yanlışlıklardan sakınarak, çiftçiler etkinleştirilecektir. Ulus, halk ve çiftçiler ‘yalnız ulusal sınırlar içinde yaşam, bağımsızlık ve egemenlik için’ silaha sarılacaktır. Yeni Türkiye’nin askeri politikası, ‘savunma’ olacaktır. ‘Fetihler sevdasında bulunmayacağız’ (s. 340). Bu geniş ve verimli ülkeyi işletmek ve onun ‘cevherlerini, ulusun mutluluğunu sağlayacak servet durumuna getirmek’ zorunludur. Bu bakımdan nüfusun azlığı, ‘makine’ ile giderilmek zorundadır. Hemen yapılması gereken şey, tarımın makineleşmesidir; ‘bütün çiftçilerimizin makine sahibi olması, makine kullanmasını bilmesi ve makine yapmaya özgü kurumlara’ sahip olmasıdır. Üretimi artırmak ve çeşitlendirmek gerektiğini sürekli vurgulayan Atatürk’e göre, elde edilen ürünün verime dönüştürülmesi için, ‘yollar ve şimendiferler, otomobiller, motorlu taşıtlar’ olması gerekir. Ülkede tarım alanları vardır; çalışmak ve üretmek isteyen insan vardır. Üretim, ülke gereksinmelerini karşıladığı gibi, yurtdışına da satılabilir. Ancak ne yazık ki, ürün, ‘yol ve uygar taşıt araçları’ olmadığı için bir kentten öbürüne taşınamamaktadır. Ekonomik kalkınmanın önündeki en büyük engel, en büyük eksik, ‘yolların ve taşıma araçlarının’ olmamasıdır. Ülkede kağnı ve deveden başka taşıt yoktur (cilt 14, s. 340- 341). Çiftçiyi Kalkındırmak Zorunludur Üretimi artırmak için, alınması gereken önlemlerden biri, ‘doğrudan doğruya köylüye nakden yardım etmektir.’ Bunun için de Ziraat Bankaları gerekmektedir. Var olan bu bankalar canlandırılmaktadır; ancak sayıları yetersizdir. Bunları genişletmek gerekmektedir. Hükümetin yanı sıra, halk da küçük sermayeleri birleştirmek suretiyle ‘birtakım küçük yerel bankalar’ kurmalıdır. Bunlar, köylüye yardımı temel almalıdır. Bunun yanı sıra, üretimi artırmak için, çiftçilere, köylülere tarımın önemini anlatmak için, ‘onu eğitmek, ona bilgi ve bilim’ vermek gerekir. Bunun için ise, tarım okulları gerekir. Bu amaçla, var olanlara ek olarak ‘Bursa, Balıkesir, İzmir, Adana ve Erzincan’da’ yeni tarım okulları açılmaktadır. Halkın çoğunluğunun çiftçi ve çoban olması nedeniyle, ülkemizde ‘hayvan yetiştirilir ve bu çok verimlidir.’ Ancak ülkede hayvan varlığı çok azalmıştır. Yapılması gereken ilk iş, hayvan sayısını ve niteliğini yükseltmektir (s. 341). Ayrıca, tarımın olduğu yerde zanaat olmak zorundadır. Ulusumuzun çok nefis sanatları vardı; bugün ne yazık ki o da bitmiştir.’ Yabancılara verilen ayrıcalıklar sonucunda, ‘küçük tezgâhlar’ yok olmuş, ‘ayrıcalıklı ithalat sonucunda sanayimiz sönmüş, yok olmuştur.’ Dış ayrıcalıklar kaldırılmıştır; artık sanayimiz canlandırılmalıdır. Ulusun gereksinmelerini karşılayabilmek için, küçük tezgâhların üretimi artırmanın yanı sıra, ‘büyük sanayi kurumları, fabrikalar’ kurmak zorundayız. Tarımda ve sanayide üretim artırmak ve çeşitlendirmek ve niteliğini yükseltmek için, ürünlerin ve paranın dolaşımı gerekir. Dolaşımı sağlamak ise, ticaret demektir. Bu nedenle, tüccarları etkenleştirmek için gerekli önlemleri almak zorunludur. Kara ve demir yollarını, limanları ve gemileri yapmak için, ‘para ve uzmanlık’ gerekir. Bizde olmayan da budur. Bu durum, ‘üzüntü ve acı vericidir.’ Ancak asla umutsuz olmamak gerekir. Bu denli geniş ve çok doğal olanaklara ve insan gücüne sahip bir ülke ve ulus, ‘ulusal bağımsızlığını ve egemenliğini’ elinde tutarak sermaye de, uzmanlık da bulur (s. 342). Yaşam, Ekonomi Demektir Atatürk’ün belirlemesiyle, “çalışarak kısa sürede uygarlaşacağız.” Bunun için ulusu oluşturan bütün öğelerin katılımıyla, Şubat’ın 15’nde İzmir’de bir kongre düşünülmektedir. Bu kongreye, köylü, çiftçi gelecektir, ‘her türlü sanayi erbabı ve tüccarlar’ katılacaktır. ‘Yaşam, ekonomi demektir.’ Yaşayabilmek için bol üretmek ve tutumlu olmak gerekir. Bu ulus, “imparatorluklar kurmuştur; cihangirler yetiştirmiştir”; fakat “iktisadi devlet olamamıştır.” Ekonomiyle, sanat, zanaat ve ticaret ile uğraşmayı küçümsemiş ve bunları yabancılara bırakmıştır. Bunun sonucu olarak da “o yabancı unsurlar, asli unsurun efendisi olmuş, bütün ülkeyi sömürge olarak, kendi evladıyla, kendi parasıyla yönetilir bir sömürge” olarak görmüştür. Dolayısıyla, yaşamak için ekonomi esastır. Bu nedenle, “bütün çalışmalar, ekonomide başarılı olmaya” yoğunlaştırılmalıdır. Söz konusu çalışmalar, “bir programa” dayandırılmalıdır. Örneğin, bir “eğitim programı” olmalıdır ve verimli olmak için, “çiftçi, çoban, tüccar, kunduracı, güzel iş yapanlar” onu izlemelidir. Eğitim programı, ekonomi programını, ekonominin temellerini ve kurumlarını öğretmelidir. Eğitim ve ekonomi programı, çokbilmişler tarafından değil, “özünü, yaşamı, gereksinmeleri”, yaşamak için gerekli olanı bilen insanlarca yapılmalıdır. Bu nedenle, bu ülkede “aydın olmak demek, okumuş olmak, çokbilmiş olmak” demek değil, “yoksulluğu ve sefaleti” ortadan kaldırmaya çalışmak demektir. Dolayısıyla, toplum önce “genel olarak bulaşıcı ve yayılmacı cehaletten, gafletten” kurtarılmalıdır ve böylece gerçek dışı şeylere inanmaktan, aldanmaktan” kurtarılmalıdır (cilt 14, s. 343). Tüm Halkı Eğitmek, Uygarlaşmanın Zorunlu Önkoşuludur Atatürk’ün çözümlemesiyle, bu amaçlara, yalnızca çocuklar eğitilerek ulaşılamaz; onları yararlı yurttaşlar olarak yetiştiren “analar, babalar, kardeşlerin tümü aydınlatılmalıdır.” Bunun için gazete ve benzeri yayınlar köylere değin ulaştırılmalı, köylerde okuma bilenler, bilmeyenler için bunları okumalıdır; çünkü mutluluk, tüm ulusun mutluluğuyla olanaklıdır. Azınlık, “çoğunluğun bilgisizliğinden yarar çıkarmaya” uğraşırsa, “felaket kaçınılmazdır.” Şimdiye değin izlenen yol/yöntem, ne yazık ki “azınlığın refahına” yönelik olmuştur. Ulus ve ülke, “beş on kişinin mutluluğu ve serveti” yüzünden bu duruma gelmiştir (cilt 14, s. 344). Eğitimin her aşaması “mutlaka insanlığın ve uygarlığın gerektirdiği bilimi ve tekniği” kazandırmalıdır. Bu bilim ve teknik, yalın ve işe yarar olmalıdır; “üstün mesleki nitelikler “kazandırmalıdır”: Çocuk okulu bitirdiğinde, “aç kalmayacağını” bilmelidir. Uzmanlaşmış insan gücüne gereksinme vardır. Bugün madenlerimizi yabancılar işletmektedir. Ulusa “yaşam ve sağlık” gerekli olmasına karşın, öldürücü ve bulaşıcı hastalıklar, ulusu tehdit etmektedir. Bu tehlikeyi gidermek için, bilimsel anlayışla yetiştirilmiş uzmanlar gereklidir. Eğitimde “var olanı iyileştirmeye çalışma” anlayışı hemen terk edilmelidir. Ülke ve ulus için yapılması gereken kararlılıkla “pervasız” yapılmak zorundadır. Toplum Yaşamında Adalet Egemen Olmalıdır Öte yandan, bütün bunların yapılabilmesi için, “insanların huzur ve vicdan özgürlüğü” gereksinmesi vardır. Devlet ve toplum yönetiminde “adaletin mutlak egemen olması” zorunludur. Adaleti sağlayacak kurum ise, yargıdır. Adaletin olmadığı yerde keyfilik ve anarşi olur; orada “hükümet yoktur, orada hiçbir şey yoktur.” Adalet yasalarla dağıtılır. Bu nedenle, ülkenin yasalarının adaleti “hızla ve güven ile” dağıtmalıdır. Adalet dağıtımı, “bağımsızlığı temel direğidir.” Ulusun adalet ve merhamet duygusu yüksektir; ancak uygulama zaman zaman bunu zedelemektedir. Zamanın değişmesiyle, hukuk da değişir; “hükümler de değişir ve değişmelidir.” Toplumsal gereksinmeler, koşullar gözetilerek ve ileri dünya ile karşılaştırılarak hukuk birikimi, çağdaşlaştırılmalıdır. Uygar Dünyayla Bütünleşmek Gerekir Atatürk’ün deyişiyle, “Türkiye halkı, insanlık dünyasından soyutlanarak başlı başına yaşayamaz.” Türk ulusu, “bütün dünya ve bütün insanlık ile beraber yaşar ve yürür. Hiç olmazsa onlarla birlikte yürümeye zorunludur.” Yargı ve hukuk düzeni, bu ilkeye göre kurulmalıdır. Kurtuluş Savaşı’nı kazanma ve bağımsız Türkiye’yi kurma, başlangıçtır, “elif demek için, ilk adımı atmak” için fırsat vermiştir. Dolayısıyla “asıl yapılacak şeyler barıştan sonradır.” Halkçılık İlkesi ve Halk Partisi Atatürk’ün anlatımıyla, tüm ulus için yararlı bir programı geliştirmek için, her bireyin bilgisini ve uzmanlık birikimini birleştirmesi gerekir. Eğitim ve ekonomi programları başta olmak üzere, tüm ulusun refahını ve mutluluğunu sağlayacak program mutlaka en geniş katılımla oluşturulmalıdır. Bunun için bir politik parti gereklidir. Ancak politik parti, toplumun bir sınıfının değil, “bütününün çıkarlarını” savunmalıdır. Böyle bir politik parti kurulacaktır. Ulusumuzun “asli unsuru köylüdür, çiftçidir, çobandır. O halde bunlar dayanmaya değer bir sınıftır.” Bir politik örgüt, fırka, “bir başına bu sınıfa dayanabilir ve onun çıkarlarını yüceltmek için çalışabilir.” O halde buna “muhalif olacak sınıfı” aramak gerekir. Böyle bir parti, hangi sınıfın çıkarlarına zarar verir? Köylünün karşısında hangi toplumsal kesim olabilir? Örneğin, “çiftlik ve büyük arazi sahipleri bundan endişelenir mi?” Peki, ülkede “kaç çiftlik sahibi vardır ve bunların arazilerinin büyüklüğü nedir?” Arkadaşlar, ülkemizde “çıkarları zarar uğratılacak büyük arazi ve çiftlik sahibi yoktur.” Orta halli toprak sahiplerinin arazilerini “paylaştırmak” yerine, “köylülerin arazinin genişletilmesi gerekir.” Köylülerin, evlerini ve köylerini iyileştirmeliyiz; çünkü köylü sınıfı temeldir. Bundan başka “ilçelerde ve illerde sanayici erbabı” vardır. Sanayicilerinde çıkarlarına zarar verilmez; çünkü bunlar “köylü için gereklidir.” Bu nedenle, sanayiciler “yükselmeye” özendirilmelidir. Halkçılık bakımından düşünüldüğünde, “bunların hakkı verilmek zorundadır.” Sonra kasabalarda “orta tüccar vardır” ve bunlar da o köylü sınıf için “gereklidir.” Bunlar da zarara uğratılamaz; bunlar da korunmalı ve ülke çıkarı nedeniyle, zenginleşmelidir. Bunların üzerinde yer alan “büyük tüccarlar, büyük sermaye sahipleri” vardır. Bugün ülkede “kaç tane milyoner vardır ve en zengin adamın kaç parası vardır? Üzerine saldıracağımız” kapitalistler bunlar mıdır? Hayır. Bu ülke ve insanları “daha fazla zenginleşmelidir ve bu hakkıdır.” Dolayısıyla, onların servetine “göz dikilmemelidir.” İnsanlarımız çok daha fazla zenginleşmeli, “bankalar, demiryolları, fabrikalar” kurmalı ve böylece ülke “yabancı sermayeye” muhtaç olmamalıdır. Bu bakımdan onlar da “halktır.” Geriye işçi/amele kalıyor. Tüm ülkedeki işçi sayısı toplansa “belki 20.000’den fazla işçi” bulunmaz. Dolayısıyla, 20.000 kişiye dayanan bir politik parti, bunların “çıkarlarını” ne ölçüde savunabilir? “İşçiye düşman olamayız.” Bu ülke “işçiye muhtaçtır.” Kurulacak sanayi kuruluşlarında “çalışacak” insan gereksinme vardır. İşçi gereklidir ve “onu koruyacağız, daha mutlu duruma getireceğiz.” Diğer yandan, işçi ile tarlasında çalışan köylü arasında ne fark vardır? Bunlar aynı durumdadır. Dolayısıyla, işçiler de halktır. Başka bir “sınıf” bulamazsınız. Öte yandan, “aydınlar, ulema denilen” insanlar vardır. Aydınlar “başlı başına kendi çıkarlarını düşünen bir sınıf olamaz!” Eğer bunlar, “Meclis’te yalnız bizim çıkarlarımızı temsil edenler bulunsun derlerse, bilakis bütün umdukları çıkarları da” yitirirler. O halde “başlı başına aydın/ulema sınıfı yoktur.” Fakat aydınlara ve bilimcilere düşen “çok önemli görevler” vardır. Aydınlar ve bilimciler, “halkın içine girmek, onlara öncülük etmek, mutluluk ve refaha ulaşmaları için yol göstermek, onları aydınlatmak, uyarmak ve başarılı” kılmak görevini yerine getirmelidir. Partinin Adı 'Halk Fırkası' Olacaktır! Atatürk’ün çözümlemesiyle, “bütün halkımızın, bütün üyeleri bir diğerinin yardımcısı ve destekçisidir.” Diğerlerinin çalışmasına muhtaçtır. Bütün halkın “mutluluğunu sağlamak ve bunun düzeyini sürekli yükseltmek, ileri götürmek için, gerekli politik örgütün adına ‘Halk Fırkası’ demeyi uygun gördüm.” Şimdiye değin, “girişimcilerimizin, aydınlarımızın ve özellikle bilgin ve bilimcilerimizin en büyük günahı, namuslu olmamaktır.” Ulusun karşısında “namuslu olmak, namuslu hareket etmek” gerekir. Biz ulusu “aldatmayacağız; ulusa daima hakikati söyleyeceğiz. Belki hata ederiz; hakikat sanırız; fakat ulus onu düzeltsin.” Kendimizi “kimsenin üzerinde görmeye hakkımız yoktur.” Bu politik partinin adına ‘ulusal emek birliği (heyeti)’ diyebilirdim; fakat efendiler, “radikal yürümek ve esaslı olmak gerekir.” Yapılacak işin, kurulacak bir kurumun bir “anlamı” olmalıdır. Bütün dünya, Yeni Türkiye’nin ne yaptığını ve hangi ilkelere göre yürüdüğünü bilmelidir. “Hakikatte aldatmak kolay değildir. Hiçbir zaman uygar dünyayı aldatabileceğimizi” sanamayız. Böyle bir sanı, yalnızca “dünyanı en büyük gafleti” içinde olduğumuzu gösterir. Bu bakımdan ‘halk Fırkası’ denildiği zaman, uygar dünya, örneğin İngiltere, Fransa, Almaya, İtalya anlamını anlayacaktır; çünkü bu “bilimsel e toplumsal” anlatımdır. Yeni bir aşamaya girilmektedir ve yeni gereksinmelere göre yeni bir program hazırlanmaktadır. “Bu yenilikler karşısında bütün ulus”, Atatürk’ün gözünde eşittir. Önemli olan, bu ülkeyi, bu ulusu “kurtarabilecek beyinlerin, yurtseverlerin bir araya gelmesini” sağlamaktır. Bu erdemleri taşıyanları bulup çıkarmak ve “ulusun yazgısını belirleyen Meclis’in içine koymak” gerekir. “Akıl, bilim ve deneyim” hareket hattının belirlenmesinde egemen olmalıdır (cilt 14, s. 347- 350). [1] Yayım hazırlayanlar: Nevzat Kaymaz vd. (2007). ‘Atatürk’ün Bütün Eserleri’; cilt 14, s. 321- 351, Kaynak Yayınları İstanbul. Prof. Dr. Onur Bilge Kula
Şimdiye değin aydınlar, bilimciler ve yöneticiler bir şeyler yapmak için didinmiştir; ancak “başarı” sağlanamamıştır. Bunun nedeni, “kişisel programlar” izlenmesidir. Artık kişisel program bırakılacak, “bir devlet politikası, bir devlet programı” uygulanacaktır. Devlet programının “kapsayıcı, olumlu ve bağımsız biçimde herkes tarafından ileriye götürülmesi” zorunludur. Zaman, böyle bir programın temel ilkelerini geliştirme zamanıdır. Zaman bütün ulusun ortak çalışmasıyla böyle bir program oluşturma zamanıdır (cilt 14, s. 346).
Gercekedebiyat.com