Yukio Mişima ve Altın Köşk Tapınağı / Zeki Kırmızı
45 yaşında seppuku yapan (törensel olarak karnını keserek kendini öldüren) Yukio Mişima’nın (1925-1970) Türkçe’ye çevrilmiş tüm kitaplarını okudum.
Bunlar Mişima olarak kendisini dünyaya tanıtan önemli kitaplarıydı.
Ben gerçi Hemingway’de olduğu gibi öykülerinden yanaysam da romanlarının öyle yabana atılacak şeyler olmadığını, güçle, etkiyle (uzaktan, dolayımlı, devimduyumsal, kinestetik etkileri özellikle düşünüyorum) birebir ilgili olduklarını, böyle yapılandırıldıklarını biliyorum.
Mişima yapıtının fiziksel güç ve etkisini her yerde ve her zaman aynı düzeyde geçerli olarak düşleyebilmişti.
İlk romanını (Bir Maskenin İtirafları, özgün dilde 1949) 24 yaşında yayımlayan Mişima, 50’lerden sonra arka arkaya yazdı ve yayımladı kitaplarını.
1956 yılında, yani 21 yaşında yazıp yayınladığı romanı ise Altın Köşk Tapınağı. Öncesinde ve çağdaşı olan Tanizaki gibi yazarların ‘beden’ soruşturmalarını daha ilk yapıtıyla aşırılığı gösteri (performans) yapıyormuşçasına zorlayarak ivmeleyen Mişima, arkasından sanırım aldığı tepkilerle de bağlantılı olarak, biraz düzey düşürdü, ikinci, üçüncü raundda daha edilgin bir yazı siyaseti izledi, (ki bu taktik bir geri çekilişti), izleklerini eski-yeni, geleneksel-çağcıl, yerel-evrensel, yalın-karmaşık gibi gergin kavram çiftleri üzerinden anlatılaştırdı. Çift akaklı (kanal) genç Mişima arayışları Altın Köşk Tapınağı’nda da sürdü.
*
Daha önce Mişima üzerine yazılarımda tıpkı yazarın kendi gibi benim de takılıp döne döne üzerine vurgu yaptığım bir şey vardı. (Gerçi bu yazı, bir bölüm olarak yazarın yapıt zamansırasına uygun biçimde araya girecek, dolayısıyla yazılma zamanına özgü göndermeler okura tuhaf gelebilecektir. Ama bir açıdan bu göndermeler, pekişmiş kanı ve yargıları bir kez daha güçlendiren kanıtlar olarak aynı zamanda toplamın, totalin, sonul bakışın parçaları…)
Demek istediğim şu. Altın Köşk Tapınağı’ndan daha güzel anlatıları öncesinde, ama daha çok da sonrasında zaten var ve hele büyük dörtlüsü (kuartet) olan son yapıtı, daha doğrusu yaşamına son verdiği gerçek yapıtı seppuku’dan bir önceki anıtsal yapıtı (Bereket Denizi, 1969-71) Mişima’nın tüm yazınsal (poetik) tezlerini en son sınırlarına taşıyor.
Onun tüm çalışmaları son yapıtına (seppuku) hazırlık çalışmalarından öte gitmez ve son derece donanımlı, ekinlerarası birikimi yetkin yazar, bedeninden bir imge, bir değişmece (metafor) yaratamadıkça, bir beden-yapıtçıkaramadıkça yaptığı hiçbir şey onu doyuramazdı. (Bunu anlamak için bilgisunarda yazar adıyla görüntü araması yapın, göreceksiniz.)
Kendisine öyle güçle söz verdi ve yalnızca usunu, anlığını değil bedenini bu söze (vaad) öylesine bağladı ki yaşamak gösterişli biçimde ölmekten, bu gösteriye hazırlanmaktan başka bir anlama gelemezdi ve yazmak ölüme giden yolda (patika) güç toplamaktan başka bir şey değildi.
Erken dönem romanı sayılacak Altın Köşk Tapınağı 15-20 yıl öncesinden imlerini gelecek zamanın arkasına, zamanın kristalleşip katılıp kalacağı (bir tür kastrasyon) yere açık göndermelerle dolu.
Bakın, geleneğin çağcıl yaşamla kesiştiği varsıl toplumsal yaşam karmasında (mozayiğinde), romanımızın kahramanı genç insanı önemli sınavların eşiğine sürükleyen, ataklara zorlayan, saltık kötülükle saltık iyilik arasında yalpalatan gelecekteki görevi nasıl sözceliyor Mişima: “Dünyanın bir yerlerinde beni bekleyen, henüz benim kendimin bile bilmediği bir görevim olduğu hissine kapılıyordum.” (12)
Zaman devrilmiş, genç adamın psikopatolojik kavranılışından koparak eskil (arkaik) tragedyanın kucağına fırlatılmış olduk bir hamlede. Tragedyaların çağı geçmemiş miydi? Hani yazgımızı düşe kalka yapan bizlerdik? Oysa Mişima romanında, (tanrısal) yazgı genç insanı öngörülmüş yazgısına güçle çağırıyor, karşıkonulamaz bir dehşet duygusuyla. Antik tragedyadan Mişima’nın ayrıştığı yerlere odaklanmak Mişima eleştirisinin ilk sorusu olmalı.
Dikkat. İzleyen alıntıda ‘daha sonra yapacağım eyleme’ üzerindeki vurgu benim.
“O yazar ve felsefecilerin adlarını burada vermekten çekiniyorum. Bunların beni etkilediğinin ve daha sonra yapacağım eyleme ilham verdiklerinin farkındayım ancak bu eylemin sadece benim yaratıcılığımdan kaynaklandığına inanmak istiyorum; her şeyin ötesinde bu eylemimin kurumsallaşmış bir felsefe sayesinde gerçekleşebildiği düşüncesinden hoşlanmıyorum.” (142) Aynı şey şu alıntıdaki vurgu için de söz konusu: “Çakıyı kabından çıkardım ve bıçak kısmını yaladım. Çelik hemen buğulanırken dilimde önce belirgin bir soğukluk sonra belli belirsiz bir tatlılık hissettim. Tatlılık, ince çeliğin içinden, çeliğin ulaşılması mümkün olmayan özünden dilime yansımıştı. Bu belirgin şekli olan, denizin derinliğindeki demirin parıltısına benzeyen şeyhin tükürüğümle birlikte sonsuza dek dilimin ucunda kalacak duru bir tadı vardı. Sonunda tat zayıfladı. Etimin bir gün bu tatla mest olacağını düşündüm keyifle. Ölümün göğü açıktı ve bana yaşamın göğüyle aynı görünüyordu. Karanlık düşüncelerden uzaklaştım. Bu dünyada hiç ıstırap yoktu.” (248-9)
Yazgının çağırdığı insan-kişi (Adam diyeceğim, çünkü yazgı adamı çağırmıştır dünya genelinde, çok enderdir kadını çağırdığı Jeanne d’Arc benzeri.) izleği, Mişima’yı ilk kitabından başlayarak (Bir Maskenin İtirafları, özgün dilde 1949) huzursuz etmiş, bunun takınaklaşması büyük tarihsel saplantılara odaklanmasını kaçınılmaz kılmıştır.
Altın Köşk Tapınağı gerçekten bir Budist (Zen) Tapınağı ve aşağıda fotoğrafta görünen ise bir tıpkılaması. Çünkü “2 Temmuz 1950 tarihinde, gece saat 02:20 sularında, sonradan akli dengesinin yerinde olmadığı bildirilecek olan Hayaşi Yoken adlı bir rahip tarafından ateşe verilen tapınak, içindeki bütün değerli nesnelerle birlikte yanmıştır. Bu olayın ardından Japonya Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı ile Kyôto Eyaleti Eğitim İşleri Müdürlüğü yetkilileri bir araya gelerek Kinkaku-ji'nin ‘Milli Hazine’ statüsünün kaldırılmasına ve bu arada yapının yeniden inşasına karar vermişlerdir”. (Vikipedi, Haziran 2018).
Mişima tapınağın yakılmasından 6 yıl sonra tapınağı yakan genç rahip adayını ve yakma öyküsünü romanlaştırma isteği duymuş belli ki ama kendi kişisel sorularının olayda ve romanında birçok boyutuyla yankılandığını biz bugün, yazarın belli başlı yapıtlarını okuduktan sonra anlayabiliyoruz.
Hangi delilik (belki de çılgınlık) saltık güzelliği yok edebilirdi? Mişima sorusu öz olarak buydu. Yazar tıpkı romanındaki genç adam gibi güzellikle (kavram olarak) dengesiz denebilecek ama özgül yordamlar, algı ve kavrayışlar üzerinden ilişkilendi, bunu biliyoruz.
Kendisinden Nietzschemsi bir oradaki (kundakçı), yapılmış, kurgulanmış, salınmış çılgın (deli), en büyük başkaldıran, isyancı, meydan okuyan (Ki Tanrıya, yazgıyadır ve Tanrı’ya, yazgıya meydan okumanın anlamı onların yerine oynamaktır, tanrılaşmak, yazgıyı yönetmektir.), bakışıyla baskın yapan ya da başkalarının bakışıyla suç üstü yakalanan (Kanı dökerken, yok ederken, Tapınağı yakarken, zemzeme işerken…) kişiyi, karakteri çıkarmak ve sahnelemek istedi. Altın Köşk Tapınağı’nda bunu kanıtlayan birkaç alıntıyı sıralamanın tam yeridir. Yazgının seçtiği kişi: “Karanlık yolda dosdoğru koştum. Taşlar ayağıma takılmadı, karanlık önümdeki yolu bana serbestçe açtı.” (16)
Bakışı kilitleyen karanlık nokta: “Ben hiçbir şey görememiştim. Hatırladığım kadarıyla Uiko, önce korkmuş, sonra karşısındakinin ben olduğumu fark edince ağzıma bakmıştı. Muhtemelen, şafağın alacakaranlığında anlamsız bir şekilde kıpırdayan; sıkıcı, karanlık, küçük deliğe; küçük bir vahşi hayvanın ini kadar kirli, çirkin küçük deliğe, yani benim ağzıma bakıyordu. Ve oradan beni dış dünyaya bağlayacak gücün hiç çıkmayacağından emin olunca, rahatlamıştı.” (18)
Büyük suç, kıyamet beklentisi: “Ben insani duygular konusunda son derece zayıf biriydim. Babamın ölümü de, annemin yoksulluğu da benim iç yaşamımı neredeyse hiç etkilemedi. Ben sadece bir felaketi, büyük bir afeti, insanüstü trajedileri getirerek, insanları ve maddeleri, çirkin ve güzel şeylerin hepsini hiçbir ayrım gözetmeksizin aynı şartlar altında ezip parçalayacak büyük bir göksel kompresör gibi bir şeyi hayal ediyordum. Böyle olunca da, erken bahar göğünün o alışılmadık parlaklığı bana dünyanın üzerini kaplayacak kadar büyük bir baltanın soğuk keskinliğinin ışıltısı gibi görünüyordu. Sadece o baltanın inmesini bekliyordum; insana düşünecek zaman bile bırakmayacak kadar hızlı bir düşüş olacaktı bu.” (55)
Tanrısızlığın, tanıksızlığın bir ölümcül bakışa dönüşmesi, eylemin (edim) sonsuzlaşması, her şeyin yapılabilir, suç ve kötülüğün kaçınılmaz olması:
“Ona bunları söylerken yüreğimdeki sevinç arttı ve bu sevinç giderek içimde kök saldı. ‘Tanık yok. Şahit yok.’ Sevinmiştim.” (92) Kötülük yapma, yapabilme bilincinin yaşam sahnesinde sağladığı hazcıl, saltık yer: “Öyle! Ufacık bir kötülük bile olsa, kötülük yaptığıma dair bu net farkındalık bir anda beni ele geçirdi. Bir nişan gibi göğsüme iliştirilmişti sanki.” (92) Güzelliğin ulamsal (kategorik) eksiltimi, hiçlenişi: “1897 yılında ulusal hazine olarak kabul edilen Altın Tapınak’ı yakmam durumunda bu temiz bir yok ediş, karşı koyulamaz bir yıkım, insanlığın bu dünyada ürettiği güzelliğin hacmini gerçekten indirmek olacaktı.” (204) Ve toplumun anlayışının dışında kalan, ortalamanın kavramayacağı var olma gerekçesi: “Düşüncelerim için toplumun desteğini istemek gibi bir niyetim de yoktu. Dünya tarafından kolay anlaşılmak için düşüncelerimi bir çerçeveye koyma niyetim de yoktu. Defalarca dediğim gibi, anlaşılamamak, benim var olma nedenimdi.” (195)
Mişima’nın öznesi (anlatıcı beni) göstermecidir (teşhirci). Ama gösterdiği şeyin niteliği, değer yükü artı (pozitif) ya da eksi olabilir (negatif). Ben’in anlatması, göstermesi, kendini imlemesi (işaret etmesi) onun çocukluktan başlayarak dünyayla ilişkilenmesinin türevidir, bunu anlamakta hiç zorlanmıyoruz. (Bu da yeterince kuşku verici, ayrıca…)
Altın Köşk Tapınağı’nın Karamazof Kardeşler’den (F. M. Dostoyevski, özgün dilde 1880) fırlamış genç anlatıcısı (kahramanı) da kusursuz görüntüsünü hiçleyen bir yarayı, kusuru, boşluğu taşımaktadır. Ama bu kusurundan yararlanacak (!) denli kötü biri olamamıştır henüz. Roman boyunca gelişimi ve eğitimi bu yönde gerçekleşecektir. Suçunun belgisidir kekemeliği. Kekemedir. Damgalıdır. “İlk sesi düzgün olarak çıkaramıyordum. O ilk ses de sanki benim iç dünyam ile dış dünya arasındaki kapının anahtarı gibi bir şeydi ama bu anahtar hiçbir zaman yuvasında düzgün dönmüyordu (…) Paslıydı anahtarım.” (11)
Suçu acaba o kadının oğlu olmak mıdır? Hatta bir kadının oğlu olmak mıdır? Umut edebilen ve babasını gözleri önünde aldatabilen (S.62-2) bir kadının oğlu olmanın kusurlu izi, imi midir kekemeliği?
Suçun imiyle damgalı, yaralıdır. “Annemi çirkin yapan şey umuttu. Rutubetli, kırmızımsı, durmadan kaşıntı yayan, bu dünyadaki hiçbir şeye yenilmeyen, kirli cildine işlemiş sürekli bir kaşıntıya neden olan, çaresi bulunmayan umut.” (209) Bir tür olumsuzlamalar (negasyon) dizisinden biçimleniyor anlatıcı kişimiz. Anneyi kadına, kadını bir çift ak memeye, kadın memesini geneleve, batakhaneyi Altın Köşk Tapınağı’na ilintilemek bu noktadan sonra zor değil.
Burada Mişima’yla ilgili önemli sorularıma bir çıkma yapacağım, son yapıtı olan dörtlemesini de göz önünde tutarak. Önüne erken yaşlarından başlayarak temel sorusunu nasıl koydu?
Benim sorum bu. Yani onun yaptığı, Batı’dan (Avrupa’nın çözümleyici, analitik gelenekleri ve ucunda tinbilimi) aparılmış bir avadanlığı birebir anlatıya uyarlamak mı, Zen eytişmesinin (diyalektik) ak kara çember dönüşümlerinde uçlara dek atılıp oralardan başkalaşmış (don değiştirmiş) olarak dönmek mi? Kitabın temel örgelerinden (motif) birinin Zen sorusu olduğunu sırası gelmişken belirteyim: Küçük kedi uzlaşmaz çelişkisi (paradoksu)...
Zen’in tarihsel, zamana/uzama yayılan ve yeniden sınanan yanıtı nedir ya da tek midir? Zen’in iyiliği (Zerdüştlükte Arapçalaşmış olarak Hürmüz) romanda Tsurukava’nın yorumunda yankılanır, kötülüğü (Zerdüşt’de karşılığı yine Arapçalaşmış olarak Ehrimen) ise kötürüm (yumru ayaklı) Kaşigava’nın yorumunda dışavurur. “Safkan hayvanların yaşamlarının kırılganlığı gibi, Tsurukava’nın yaşamı saf içerikten oluştuğundan onun ölümünü önleyecek bir yol da yoktu. Durum böyle olunca da bana lanetlenmişçesine uzun bir yaşam vaadedilmişti.” (126) (Ayrıca Bkz. Thomas Mann, Doktor Faustus, özgün dilde1947).
Genç adamın yaşam eğitimi ise (Altın Köşk Tapınağı Batı’nın gelişim romanı dediği türde bir romandır, ama bunu Mişima’nın birçok romanı için söyleyebiliriz.) iyiliğin duvarından terslenmelerle kötülükten daha kötülüğe doğru yol almakta ama tam da Zen’ce bir çıkışa (çözüm) ulaşmaktadır: “Diğer cebimdeki sigaraya dokundu elim. Bir tanesini yakıp içtim. Bir işi yapıp bitirdikten sonra sigara içen erkeklerin yaptığı gibi. Yaşamak istiyordum.” (270) Tapınağı yakıp kül eden genç din adamı adayı kahramanımız sonra canına kıymak üzere yanında getirdiği ağı (arsenik) şişesi ve bıçağını göle fırlatır. Zen, düğümün böyle kolay çözülmesine, onun orada, o anda ölmesine izin vermezdi çünkü. Büyük kundakçının ölümle dirim arasında hiçleşecek, ölüm ve dirim duygusunu yitirecek kerte esrimesi, kendi ve yok (hiç, olmayan)-kendi olması gerekirdi önce. Mişima gibi ve denli yaşamak diyebiliriz buna. Elbette yanlıştır bu. Zen’in yanlışından, Zen içi tüm yorum ve karşı-yorumun yanlışından söz ediyoruz. Tam, budur (Zen).
Anne-kadın ve sevgili-kadın (Meryem ve Mecdelli Meyrem) miti, Mişima açısından yatsıma konusu olsa da, aynı zamanda belirleyici izleklerdir. Erkeği anladığı türde bir erkek olarak kurabilmek için kadını (kutsal, aylalanmış) yıkmak gerektiği saplantısı yine yalınca Freud tezleriyle açıklanamayacak bir anlatı öğesidir yazarımızda ve daha önce bir yerde belirttiğim gibi özgün olduğunca yapay bir davranış dikkatimizi özellikle çekiyor ve yoruyor bu yoğun dikkat biz Mişima okurlarını.
Bir açıklamaya yaslandığı, kurgusunu bir kuramdan toparladığı izlenimini bunca güçle verdikten sonra (Batı ekinini, algısını doyurduktan sonra diyeceğim) derin imler, göndermeleriyle sahnede abartıyla sunulmuş bir oyun iması okur anlığında (zihin) sakatlanıyor.
Bana göre kendi dramasını yapay biçimlerde derinleştiren yazarın, yanı sıra çelişkisini de derinleştirdiği anlamına geliyor bu. Sinirceli duyarlığı uçlarda, saltık taşkınlık (öldürüm eylemi) ve saltık dinginlik (ölülük) arasında, bir uçurumdan ötekine seyiriyor tüm yapıtı boyunca.
Onun bize gösterdiği yere, nedene, açıklamaya bakmamamızın bir Mişima Okuma Yöntembilimi başlığı altında Mişima karşı-okuma uygulayım örneği olarak geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Onu okuyan gösterdiğine, ısrarla gösterdiğine değil, umursamaz, önemsemez bir davranıyla göstermediği şeye odaklanıp yoğunlaşsa iyi olacaktır.
Yoğunlaşılan yerde neyle karşılaşacağımız konusunda ne konuşmak, ne de yazmak isterim. Görkemle (heybet) kofluk arasında uzaklığı imlemekle yetineceğim şu an. Şiirsal anlatım (ifade) hem etkili, hem özerkleşen bağımsız adalar olarak metnin içine serpiştirilir Mişima anlatılarında hep olageldiği gibi. İsterse o, dilden şiiri çıkarır, dili sahiden uçurabilir.
Bunun kanıtıdır şiirsel betimlemeleri. “Uiko’nun yüzünde, şafağın alacakaranlığında su gibi parlayan, ağzıma dikilmiş gözlerinin…” (19) Ve: “Derken inanılmaz bir şey oldu. Hâlâ dimdik oturur halde, kadın beklenmedik bir şekilde kimonosunun yakasını gevşetti. Sıkı kuşağından kurtardığı ipeğin hışırtısını duymuştum neredeyse. Beyaz memeleri çıktı ortaya. Nefesimi tuttum. Kadın dolgun, beyaz memelerinden birini eline alıp öne çıkardı.” (60)
Şimdi biraz Mişima’da Kadın, Güzellik kavramı ve Zen üzerinde duracak, yazımı kapatacağım.
Kadın Mişima’nın bir tür yokluğa çağrı (davet) göstereni ve üstelik beden kavrayışı için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kadın, insanın (= adam, erkek) yitim (kayıp, yokluk) öyküsüdür. Özne yıkıcısı, özsüz kabuk, içeriksiz dış, salt(ık) görüntüdür. Altın Köşk Tapınağı da tam budur, bir kadın, Uiko’dur. “Kadınlarla aramda, yaşamla aramda değişmez bir şekilde Altın Tapınak beliriyordu. Böyle olunca tutmaya çalıştığım şey elim titreyince hemen küle dönüyor, sonrasında da çöl haline geliyordu.” (166) Genç adam ilk gördüğünde düşkırıklığı yaşadığı bu tapınağı takınaklaştırmakta gecikmez.
Onun (kadın ve tapınak) güzelliği orada, erişilmezliği içinde, saltık yüzeyden ibaret bir imlemdir ve varlığı buradaki bana, algıma ilgisizdir. Kadının ve tapınağın erişilmezlik içre öyle bir dokunulmazlığı, duruşu vardır ki bundan çıkarılabilecek ilk eril (öznel) sonuç, yok olursa var olabilirim’dir ancak. Onunla, yanındayken her an daha hiçim. Mişima’da kadın ‘nahoş’ bir imgedir: “Oda kararmıştı bile. Ağzını kulağıma fazla yaklaştırdığından, bu ‘sevgi dolu’ annenin ter kokusu üstüme sinmişti. O zaman annemin güldüğü zamanları hatırladım. Bana meme verişi, güneşten yanmış memelerinin hatırası, bu görüntüler beynimde nahoş bir şekilde dönüp dolaşıyordu.” (68) Onun yükselen, ideaya yol alan ulamsal (kategorik) güzelliği karşısında kendime (bedenime, öznelliğime) ilişkin kavrayışım aşağılanma, yoksanma, düşme, tükeniştir. Öyle bir savrulmadır ki bu biricik çıkışı saltık yatsıma, kalkışma, kundaklama, yok sayma, yakmadır. Güzellik oradaysa benim bulunduğum, doldurduğum yerde olanaksızdır ve geçirgen esinlenim yalnızca imge oyunudur, yanıltı, aldatma ve aldanmadır.
Ama kundaklama girişiminden, yani sonul ve kesin eylemden (seppuku) önce yapılacak bir ön-eylem daha vardır, buna hazırlık töreni (rituel) demekte bir sakınca yoktur. O da gözetleme (röntgencilik), bakış altına alma, bakışla kapma, erişilmeze suçüstü. Mişima’nın temel örgelerinden (motif), hatta izleklerinden biridir bu baskınla yakala(n)ma. El/özezer (sado-mazo) eytişmesinin sınırlarda deneyiminden başka şey değildir bu. Ama bu gözetlemeyi bir ara eylem, basamak olarak görmek doğru mu tartışılabilir. Kundakçının hep yeniden girişimlerinden biri olarak anlaşılabilir bu. Yakmak için suçluya baskın yapmak, suçun doruğunda yakalamak, dondurmak ve…arkası elbette bir Zenöyküsüdür. Çünkü bir şeyin yerine bir şey geçer, suçüstü eşanlı suçaltıdır. “Şöyle ki ben çift olmuştum ve diğer ben hareketlerimi önceden taklit ediyordu, böylece bana açıkça zamanı gelip de tapınağı yakma planımı gerçekleştirdiğimde göremeyeceğim kendimi gösteriyordu” (212)
Yakalamak yakalanmaktır. Mişima’nın sorunu da eytişimi (diyalektik) sınır çatışmalarında, uçbeyliklerde kavramaktan başka bir şey değil. Bu nedenle büyük depreme ya da kıyamete (felaket) odaklı, acı ve hazla dehşet anı beklentili yapıt kaçınılmazca doğar elinden. Béla Tarr’a göre kıyameti nasıl anladığı ilgi çekici bir soru olarak ayrıştırılabilir ama doğru soru Bela Tarr’ın kıyametinin Mişima’nınkine borcunun ne olduğudur. Öte yandan, Tarr’ın dehşet anı sessiz ve sessizdir.
Mişima’daki güzelduyusal (estetik) bir kavram olarak yukarıda güzellik tartışmalarına yer yer değindik. Romanının kurgusunu zorlayacak kerte tartışmaya alır konuyu. Ama hoşlansa da derdi, güzelliği güzelduyu felsefesi yapmak ya da buna yanlanmak değildir. Bu konuyla ilgili olarak sınır deneyimi peşindedir yine. (Querr kavramına gönderme yapabiliriz belki.) Acıyan bedenden güzelduyusal bir imge çıkartma çabasında Mişima, bir yandan kendi imgelemine, öte yandan dışarıdakilerin algısına yönelir.
“Yaşamımda karşıma çıkan ilk gerçek problemin güzellik kavramı olduğunu söylersem abartmış olmam(…) Benim bilmediğim bir yerde, hali hazırda güzel bir şeyin var olduğu düşüncesi karşısında tedirginlik ve rahatsızlık hissetmeden duramıyordum. Eğer güzellik gerçekten orada yer alıyorsa ben denilen varlık güzellikten mahrum bırakılmıştı.” (28)
Alıntı bize bir şaşmadan (paralaks) söz ediyor ve şaşma, uzlaşmaz çelişme olarak (paradoks) beliriyor. Güzellik biriciklik, teklik ile ilgili ise (eşsizlik) o zaman önümüze bir yerleşim (topografi) sorunu çıkıyor ve o biriciğin, bilincin (Ben) neresinde yerleşik olduğu sorusu olanaksız soru olarak gündemi(mizi) dağıtıyor. Güzelin yerini nasıl tanımlayacak, sınırını nereden geçireceğiz? Herkesin uzlaştığı ve dışarıdan gelen güzellik, benimle nasıl buluşacak, tümleşecek ve ben güzelin içkin parçası nasıl olacağım? Eğer tümleşme gerçekleşirse algımın dışına çıkan, kurgumun (bilinç) süreğine dönüşen güzelden kuşkulanmamayı nasıl başarabilirim? Cogito’yu şöyle bozabiliriz: Düşünüyorum, öyleyse güzel (şey) yok.
Zaten bir an için çelişkinin ötesine sıçradığımızı düşünelim, sorun daha derinleşerek sürecek, yakamıza daha sert asılacaktır: Nasıl katlanırım? Benden ayrı, dışımda Güzel’e (Biricik, Tek) nasıl dayanırım? (Yani, kırım kaçınılmazdır.) Bu sanırım Zerdüşt’ün (Nietzsche) haklı, yerinde sorusuydu (Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, özgün dilde 1891).
Mişima’nın tüm yazın anlayışını (poetika) belirleyen sorgulamalardan biridir. Ama güzellik kavrayışını bir yıkım (yok etme, hiçleme, ortadan kaldırma, mahşer, vb.) düşüncesine bağlama, musallat etme, iliştirme konusunda Nietzsche imgesi çok başkadır, belirtmemiz gerek. Mişima’da daha tarihsel, daha somut yıkım imgesi güzel(liğ)in başladığı ve bittiği yeri, an’ı simgeler.
Mişima faşizminden söz ediyoruz. Bir toplumsal uygulayıma (pratik) yakın gibi görünse, savaşı, devrimi, karşı-devrimi içselleştirse de aslında daha kişisel, daha ‘kahraman kişi odaklı’, daha coşumsaldır (romantik). Böyle olunca Altın Köşk Tapınağı güzelliğin olanaksız kaynağının kudurtan ve dışarıdan belirtisi olarak kundaklama konusu olacaktır kaçınılmazca. Aslında bu düşünce izleksel olarak dişi olan her şeyin kundaklanmasına değin uzatılmalı. Mişima’nın eşeysiz üreme yanlısı olması beklenir. Anlatıcının önüne çıkan bir kadınla ilgili düşüncelerine bakalım: “Güzelliğin kısırlık ve cinsellikle ilgisiz özellikleri vardı onda; memesi gözümün önünde olmasına karşın giderek kendisini kendi özü içine kapattı. Gülün, kendini gülün özü dediğimiz şeyin içine kapatması gibi.” (161)
Bu da Altın Tapınak’ı yorumlayışı: “Çünkü Altın Tapınak’ın kendisi zarif bir şekilde tasarlanmış ve inşa edilmiş yokluğun kendisinden başka bir şey değildi. Onun gibi, gözümün önündeki bu memenin de dış kısmı ışıltıyla parlayan et olsa da içi karanlıktı. Bu karanlığın özü yine aynı ağır, şatafatlı karanlıktı.” (161) Bütün bu çetrefil kavrayışlarının bizi Lacan’a taşıyıp taşıyamayacağı ayrı değerlendirilmesi gereken bir konu. Ama Mişima’nın tartışmasının yabana atılır yanı yoktur ve Lacan’ı eğer okumuşsa (?), ‘Kadın yoktur’, ‘Aslında cinsellik de yoktur’ savsözlerini çok ciddiye aldığı söylenebilir. Yani irkilten Mişima söylemi (retorik) kolayca geçiştirilecek bir söylem değildir (demek istiyorum).
Tüm bunların kaynağında yazarın ‘kimlik’, ‘benlik’, ‘varlık’ sorgulamasının yattığını anlamamız gerek. Varlıkla (ontoloji) özne (süje, tarih) nasıl bir araya gelir, bireşimlenir? Bu sorunun gerçekte yanıtsız yanıtı Mişima’da ‘teatral bir seçmecilik, eklektizm’dir. Onun çözümü, Makedonyalı Büyük İskender’in Gordiom çözümüdür. Baudelaire’si bir uykusuzluk kaçınılmazdır. Mişima uykusunu seppuku’ya dek yitirmiştir, Altın Tapınak da. Kendinde, saltık güzelliği huzursuz, uykusuz güzelliktir: “Öyle ya, diğer tapınaklar gece sessizce uyurken, Altın Tapınak’ın uyuduğunu hiç görmemiştim. İçinde insanların bulunmadığı bu yapı uykuyu unutmayı başarmıştı. Orada yaşayan karanlık, insanlara özgü kurallardan bütünüyle arınmış haldeydi” (162) Hiçlik huzursuzluktu, kaygıydı ve “Sonra alametler alametlere bağlanıyor, birer birer orada var olmayan güzellik alameti, diğer bir deyişle Altın Tapınak’ın özünü oluşturuyordu. Böylesi bir alamet, hiçliğin işaretiydi. Hiçlikti bu güzelliğin yapısını oluşturan.” (262)
Böyle uçlarda seyreden huzursuzluğun Musa, İsa, Muhammed silsilesine bağlanması, Rinsayroku’da (Zen) dışavurması türümüzün ağzı ve elleri kanlı da olsa huzur içerisinde uyumasını anlamamızı sağlar mı? “İlk cümle böyleydi. Rinsayroku’daki bölümdeki o çok bilinen paragraftı. Cümleler sonra art arda geldi./ ‘Buda’yla karşılaştığında Buda’yı öldür, atanla karşılaştığında atanı öldür, Buda’nın müridiyle karşılaştığında müridi öldür. Anne ve babanla karşılaştığında anne ve babanı öldür. Bir akrabanla karşılaştığında akrabanı öldür. İşte ancak o zaman kurtuluşa erersin!” (266)
Ya babayı oğulları değil de kendisi öldürürse?
Baba canına kıyarsa?
Altın Köşk Tapınağı (Kinkaku-ji, 1956), Çev.
Zeki Z. Kırmızı (dunyaninsonunayolculuk.blogspot)
GERCEKEDEBİYAT.COM
Ali Volkan Erdemir
Can yayınları, 1. basım, Ekim 2017, İstanbul, 270 s.
YORUMLAR