Son Dakika



Başımızdan neler geçti neler. 1960’lı yıllarda, Akşam Gazetesinde o günlerin militan TİP milletvekili Çetin Altan, Cumhuriyette İlhan Selçuk gibi köşe sahiplerinin yanı sıra, Milliyet Gazetesi’nin en yaşlı yazarı “şeyhülmuharririn” Burhan Felek’i de okurdum. Sık sık tekrarladığı birkaç tane hikayesi vardı. İttihatçıların onları nasıl Sinop’a sürdüğü, Babıali’de miting yapmaları filan. Belki ben de eski hikayeleri tekrarlıyor olabilirim ama bunu ilk kez yazdığıma emin olabilirsiniz.

İşte solculuk mezhebine girdik ama bunun ne olduğunu ve olmadığını ancak 1970’lerde anlamaya başladık.

O sıralarda bayağı bilinen Tüm İktisatçılar Birliği’nin yöneticisi oldum. Amacımız, Türkiye’ye gerçekten sahip çıkmasını beklediğimiz emekçi insanlarımıza yararlı olacak bilgiler sağlamaktı. Bunun için bir milyondan fazla yayın yaptık. Gerçi bunların günümüz için bir değeri yoktur ama o zaman bir şeyleri değiştirebileceğimize inanıyorduk.

Kendi adıma konuşursam, bu düşüncemin nedeni insanların iyi olduğu ve emekçi insanların daha değer bilir ve kadirşinas kişiler olarak daha olumlu bir bakışa yönelecekleri şeklindeydi.

Tabii, bu bir yanılgıymış. İyiler ve kötüler her ülkede, her partide, her mezhepte, her etnik grupta aşağı yukarı eşit dağılmışlardı ve bunu çok zor yoldan öğrendik.

1977 SEÇİMLERİ

Gel zaman, git zaman aylar yıllar su gibi aktı, 1977 seçimleri öncesine geliverdik. Bu ortamda emekçi ahali için istediğimiz şeyleri derleyip yayınlamaya karar verdik.

Nasıl bir sağlık politikası, nasıl bir tarım politikası, eğitim, enerji, ulaşım, konut, kentleşme... aklınıza gelen her konuda daha iyisi nasıl olabilir diye tartışmaya ve yazıya dökmeye başladık.

Ben o yıllarda tarım ve gıda konusuyla biraz daha fazla ilgileniyordum. Acaba, o zamanlar sosyalist olduğunu sandığımız ülkelerde bu iş nasıl yapılıyor diye araştırmaya başladım. Gerçi söz konusu ülkelerde üretimin büyük bir kısmının köylüye bırakılan küçük bahçelerde yapıldığını biliyorduk ama bunu köylünün henüz olgunlaşamadığına, sosyalist kültürü içselleştirmesini engelleyen geriliğine bağlıyorduk. Öyle ya, ruhen sosyalizmi benimsemiş olsa, kendisi değil toplum için çalışırdı.

Yugoslavya’daki özyönetim işlerini de sosyalizmin merkezi planlama modelinden ciddi bir sapma olarak görme eğilimindeydik.

Asıl midemizi bulandıran Djilas’ın haklı olduğunu sezdiğimiz eleştirileriydi ama yeterli birikime sahip olmamıza daha vardı.

İşte böyle saftiriktik; ama henüz 24 yaşındayken mazur görülebilir. Dünyada bu işlerin yürümediği konusunda uyanmaya yeni başlamıştık ve o yılların havası içerisinde düzelebileceği umudundaydık. Aslında sadece biz değil, kimse bu rejimlerin dört nala yıkıma koştuğunu bilmiyordu ve bunu kim duysa gülüp geçerdi.

Her neyse, Macaristan’ı ve Doğu Almanya’yı filan inceledim ama pek işime yarayacak bir şey öğrenmedim. Zaten elimize geçen yayınlar ya lehte ya da aleyhte propaganda malzemesiydi.

Bu konuları tartışıken, çevirmenlik işleriyle uğraşan bir dernek müdavimimiz, bazı elçiliklerde tanıdıkları olduğunu ve görüştürebileceğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettim.

Sonuçta sosyalist bir ülkenin temsilcisiyle görüşüp ilk elden soru yönetme fırsatını bulacaktım.

SSCB'de halıya Stalin'in resmini dokuyan emekçi kadınlar

POLONYA SEFARETİ

Randevu alındıktan sonra, Kavaklıdere’de bulunan Polonya Sefaretine gittik. Orta boylu, hafif tıknaz ve kilolu, saçları yana taralı bürokrat tipli diplomat yoldaşla tanıştırıldıktan sonra amacımı anlattım ve ülkesinde tarım konusunun nasıl çözüldüğünü sordum. O da karşısındaki genç İktisatçılar Birliği başkanını belki de önemli bir kişi sanıp, dilinin döndüğü kadar anlattı ama pek de istediğim şeyleri duyamadığım için giderek canım daha çok sıkılıyordu.

Biz kafamızda merkezi planlama idealini yaşıyor, -cehaletimiz nedeniyle- bununla her şeyin çözülebileceği kanısındaydık. Herkes değilse de çoğunluk, sosyalizmin yararlarını öğrendiği ve içselleştirdiği oranda, gösterilen yerde memnuniyetle çalışıp, mutluluk içerisinde topluma hizmet eder sanıyorduk.

Laf dönüp dolaşıp tarım ürünlerinin dağıtımı konusuna geldi. O yıllarda Ankara’da halk ekmek meselesi yeni çıkmıştı. Herhalde orada da ekmeği büyük fabrikalarda üretim dağıtıyorlardır diye düşündüm.

Hayır dedi Polonyalı bürokrat. Ekmek yapan fabrikalar da var ama ekmeğin çoğu mahalle fırınlarına yapılır, herkes taze ekmeği tercih eder.

Tepemden aşağı bir kazan kaynar su dökülmüş gibi oldum. Ne yani, her birisi kapitalizmin birer nüvesi olan binlerce küçük işletme mi?

Tabii bunu içimden söyledim ama herhalde yüzüme yansımıştır. Evet böyledir derken, bunu bir de övgüyle anlatıyordu.

Halbuki o yıllarda Çin’de kapitalist yolculara karşı Kültür Devrimi var gücüyle sürerken –bunun nasıl bir rezillik olduğunu henüz öğrenmemiştik– Avrupalı revizyonistlerin yaptığına “bakındı siz”.

Biz elli sene sadece kuru ekmeğe bile razıyken, onlar mahalle fırınlarında kapitalist yetiştiriyordu demek.

Bundan sonra teşekkür ederek izin istedik, derneğe döndük. O günüm pek bir kötü geçmişti.

TEK TİP EKMEK

Yıllar içerisinde merkezi planlamanın bir ekonomiyi yürütecek teknik araçlara sahip olmadığını öğrendik.

Çağdaş toplumda sunulan 40-50 milyon mal, hadi bunun onda biri bile olsa 4-5 milyon mal ve hizmetleri de katarsan on milyonlarca fiyatı masa başından belirlemek olanaksızdı. Bunu kimse, süper bilgisayarla bile yapamazdı. Yapmaya kalkan illa ki çuvallardı.

Nitekim öyle oldu. O halde yapılması gereken temel malların fiyatını belirleyip –ki bu da son derece zordur– diğerlerini serbest bırakmaktı.

Gerçekten de, mesela spor eldivenlerin fiyatının devleti ilgilendirecek bir yanı olamazdı ve zaten ilgilenmenin topluma bir yararı da olmazdı.

Ayrıca, insanların mahalle fırınlarından taze ürünleri alıp kahvaltı keyfini de çok görmemek gerekirdi.

Yakın zamana kadar bizde tek tip ekmek çıkar, belediye narh fiyatıyla sayılırdı. Tek tip ekmeği normal gören bir nesildik.

Avrupalı seyyahlar ise tarih boyunca bunu garip karşılayıp yazmışlardır. Şimdi şükür ki, hemen her yerde en az on çeşit ekmek ve birçok başka ürün bulup değişik şeylerin tadına varabiliyoruz.

Gençler bizi garip bulabilir ama içinde yetiştiğimiz dünya bizi o şekilde düşünmeye iten özellikler taşıyordu.

SİHİRLİ ÇUBUK: DEVRİM

Seçim için halkın taleplerini de yayınladık. Elbet herhangi bir önem taşımadı. Belki bazı kişiler seçimlerde kullanmış olabilirler.

Ama daha çok bizim için öğretici oldu. Her gün milyonlarca öğrenciyi (günümüzde 18 milyona ulaştı) sınıfa sokmak, onlara belli koşulları sağlamak, öğretmenleri eğitmek ve yaşamlarını sağlamak, on binlerce okulu ayakta tutmak nedir diye bilmeyen kişilerin kafadan talepte bulunmasının anlamsızlığını anladık.

Keza bir milyon yüz bin sağlık personeliyle bu hizmeti vermek, hastaneleri ayakta tutmanın koşullarını bilmeyenlerin karınlarından konuşmaları da bizi rahatsız eder hale geldi.

Ama esas rahatsız eden, gelin, bunlar konuşulsun, kimlerle ne yapılabilir gerçekçi hedefler bulmaya çalışalım dediğimiz zaman en iddialı tiplerin ortadan kaybolmalarıydı.

Sanki her şeyi çözecek sihirli bir çubuk (devrim) vardı ama devrimciler muazzam bir bilgisizlik ve aymazlık içerisinde 1980 sath-ı mailine girdiler.

Cehalet diz boyuydu. Biz de önceleri o koyu cehaletin bir parçasıydık, sonra bunu yıkabileceğimizi umduk ama 1970’lerin son yıllarında karanlığı deleceğiz, devrimcileri uyandıracağız derken, karanlık bizi sardı, az sayıda kişi epey çırpınıp 1990’lara kadar birer ikişer karanlıktan kurtulduk ama içinde kalanlar çoktu.

Mehmet Tanju Akad
Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM