Yazmasam olmazdı / Ali Günay
Güneş altındaki tek boş banka yöneldim. Ucuna ilişip kitabı elime aldım. Daha önce de okuduğum bir kitaptı Son Kuşlar. Hatta kitaba adını veren öykü neredeyse ezberimdeydi. Çocukluğumda yaşayıp üzüldüğüme benzer şeyleri konu ettiği ve o küllenmiş duyguları ateşlediği için belki de… Hangi öyküyü okusam diye kitabı karıştırırken bir gölge düştü üstüme. Gelişini fark etmemiştim. Baktım, tepeme dikilmiş, oturabilir miyim gibilerden yanımı işaret ediyordu. Sormasına gerek mi var, diye düşünerek elimle buyur ettim. Bunun, nezaketinin doğal sonucu olduğunu, şapkasını kaldırıp beni selamlamasından ve oturunca dönüp “merhaba” demesinden anladım. Yine de okumamı böldü diye hafiften öfkelenmiştim. Gözümü kitaptan ayırmadan yanıtladım onu. Kitabımı okumak, istiyordum. Gevezelik edip engel olacak diye tedirgin bekledim bir süre. Kitabın en bilinen öyküsü “Haritada Bir Nokta”nın ilk satırlarını bu yüzden birkaç kez okudum. Ses seda yoktu. Konuşmaya pek seven biri değil diye düşündüm ama yanıldığımı epey sonra görecektim. Göz ucuyla bir bakış attım. Yüzü okuduğu gazetenin içine gömülmüştü. Rahatladım, onu unutup, kaç kez okunursa okunsun, o bıkılmaz öyküye daldım. Öykünün sonu olan o ünlü tümceyi okuduktan sonra derin bir soluk alarak arkama yaslandım. Ne zaman okusam, her birinde bir süre etkisinden kurtulamaz, düşüncelere dalardım. Ne denli yazarca bir tepki; tam da ona yakışan, diye düşünüyordum. “Klişeler… Değil mi?” diyen komşumun sesiyle irkildim. “Efendim?” diyerek ona döndüm. Görmemle kafam iyice karıştı. Ben onu şaşkınlıkla incelerken o “klişeler diyorum” diye yineledi, “yaratıcılığın baş düşmanı…” Konuşma tarzı mı böyleydi, yoksa söylediklerini vurgulama amacıyla mı bilmem, ağır ağır, tane tane sürdürdü konuşmasını: “Okumayı seven birine benziyorsun, bilirsin, tüm toplumlarda yaratıcılar az, taklitçiler, papağanlar pek çoktur. Yaratıcılık bilgi ister, bilgiyi işleme ve geliştirme ister, bilgelik ister. Dikkat edersen, büyük yazarların şu ya da bu ölçüde bilge kişiler olduklarını görürsün. Bu yazarların, belki de meram anlatmaktan başka amacı olmayan bazı özgün sözleri, zamanla özdeyiş değeri kazanır. Ancak, kullanımı yaygınlaştıkça birer klişeye dönüşür bu özdeyişler. Sonra bir bakarsın, bağlamından kopuk, aslından ve gerçek anlamından uzak, çiğnene çiğnene çürümüş birer sakız…” Dinlediğimi kesinlemek ister gibi duraklayıp baktı. “Halide Edip’ten okudun mu hiç?” diye sordu, yanıt beklemeden sürdürdü: “Türk’ün Ateşle İmtihanı. Bence çok güzel bir kitap adı; özsöz değerinde aynı zamanda. Gel gör ki, yerli yersiz birbiriyle imtihan ettirilmeyen bir şey kalmadı neredeyse: Yok, keleğin felekle imtihanı, yok, kuru fasulyenin pilavla imtihanı…” İkimiz de güldük. Sonra bir süre susuştuk. Aklıma “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” geldi. Bin bir çeşitlemesi kullanılmıştı o güne değin. Dile getirmedim bunu, “ezber bozanlar da var ama” dedim. “haklısın, var” dedi, “var da her ezber bozan yeni ezberler yaratmaktan kurtulamıyor papağanlar sayesinde.” Derin düşüncelere dalmış gibi sustu bir süre. Sonra, elimdeki kitabı imleyerek, “Sait Faik’i düşün…” dedi, “sanki ‘yazmasam deli olacaktım’ sözünü, yazma tutkusunu, niçin yazar olduğunu anlatmak için etmiş gibi, yazma konusunda ağzını açan ya, yazmasam veya yazmasaydım… diye başlıyor söze veya öyle bitiriyor. Bu kadar da olsa. Ölürdüm, ağlardım, delirirdim; çıldıracaktım, patlayacaktım, fıttıracaktım… İyi de, neyi yazmasaydın?” Oldukça öfkelenmiş gibiydi. Ayağa kalktı. Başında fötr şapka, üzerinde buruşuk trençkot, boynunda kurşuni atkı… Kırklı yaşlarda görünüyordu. Pörtlek gözleriyle mavi mavi baktı. “İyi günler beyefendi. Gitmezsem…” diyerek arkasını dönüp uzaklaştı. Son sözü söylerken dudaklarında eğreti bir gülüş var gibiydi. Ardından bakakaldım söylediklerini düşünerek. O muydu? Yok, canım, daha neler. Ama ne kadar benziyordu görünüşüyle, bakışıyla… Hele söyledikleri! Büyülenmiş gibiydim. Koşar adım iskeleye indim, ilk vapura attım kendimi. Üstümüzde dolanan martılar onlarca yıl önceye, Antakya’ya uçurdu beni, tarihi Roma Köprüsü’ne kondurdu. Yüzlerce martı, taş köprünün üstünden ve kemerli ayaklarının arasından çığlıklarla geçiyor, suya saçlarını salmış salkım söğütlerin iki yakasını süslediği Asi Nehri’ne dalıp dalıp gagalarında birer balıkla çıkıyorlardı. Son olarak liseyi bitirdiğim yıl izlemiştim. Kanıksadığımız ama mutluluğunu duyumsadığımız bir görsel şölendi. Bir-iki yıl sonra kazanç uğruna köprünün yıkılıp yerine betondan bir ruhsuzunun kondurulduğunu, nehrin iki yanının tıraşlanıp, yine betondan beşgen karolar döşendiğini anımsadım. O günden sonra değil köprünün, Antakya’nın üzerinde tek bir martının bile uçtuğunu gören olmamıştı. İçim sızladı, bizim için “Son Kuşlar” onlardı, diye düşündüm. Çocukluğumuzu, gençliğimizi kanatlarına takıp, dönmemek üzere çekmiş gitmişlerdi. Haritadan bir nokta daha silinmişti. Yazar değildim ama artık dayanamazdım. Sait Faik’ten ve benzeri meçhul kişiden özür dileyerek cep defterimi ve kalemimi çıkardım. Suç işliyormuş gibi çevreme bakınıp hızlı hızlı yazmaya başladım. Yazmasaydım… Ali Günay
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR