Son Dakika



Bir düşünürümüz için "Anadolu topraklarını karasaban gibi talan ederek geçti." denmişti. Sanıyorum bu söz, değerini ve geçerliliğini hala korumaktadır. Anadolu’nun ortasından kalkan bu damar, bu kaynak, bu çağıltı yalnız Anadolu’yu değil bütün dünyayı kuşattı. Geleceği ve geçmişi de içine alarak kulaklarımızı çınlatmaktadır, bize yankılar ulaştırmaktadır.

1894 yılında halktan habersiz bir yönetimin egemen olduğu yıllarda dünyaya gözlerini açan, yokluğun ve yoksulluğun doruğunda yaşayan bir ailenin doğumunu kim bilecekti, kim bilirdi? Bugün bile ölümlerden, doğumlardan habersiz bir ortamın gerçekliği gözümüzün önündeyken  ne diye geçmişi suçlayalım, nasıl suçlayalım? Hele yedi yaşında gözlerini yitirmiş bir çocuksa silinip gitmesi, adının unutulması daha kolaydır. Asker olarak işe yaramazsa belki nüfus kütüklerinin bir köşesine bile adını yazmak gereksizdir.

Veysel, Kızılırmak kıyısında öylesine bir savaştan başarıyla çıkmıştır ki, ne Kurus’un Lidya kralıyla savaşı ne Miltiyades’in savaşı ne de Kurtuluş Savaşı... Hepsinden daha ağır, hepsinden daha başarılı. Tek başına kör gözlerle savaşmış, geçmişte ve gelecekte binlerce yılı çiğnemiştir.

Veysel, halkın gür sesini, gerçek sesini, yüceliğini, ululuğunu getirip altı yüz yıldır halkı tanımayan, halkı bilmeyen, halkın tepesine kılıç indiren padişahların sarayının ortasına dikmiştir. Bu başarıyı yalnız Veysel’in başarısı olarak değerlendirmek dar ölçüler içinde kalmaktır. Bu başarı  halkın varlığı, halkın yüceliği, halkın üstünlüğü ve halkın ortak gücüdür; Veysel’de halkın çiçek açmasıdır.

Aslında Veysel kimdir?

Veysel, Anadolu halkıdır. Halkın içinde yetişmiştir. Binlerce yıl ötelerden gelmektedir. Tasavvufun bir koludur, halkın atar damarıdır. Ahmet Yesevi’yle, Balım Sultan’la, Hacıbektaş'la, Kaygusuz’la, Dertli’yle, Derviş Ali’yle, Kerem’le, Zihni'yle, Cevlani’yle vardır Veysel. Onlardan iz taşır, kalıntı taşır. Onlarla birleşir, onları yeniden ayağa kaldırır. Kuşkusuz, bütün ozanlar gibi “Bir çobanın türküsü, bir ananın ağıdı, bir ırgatın coşkusu, bir toprağın yankısıdır, sesidir. ” Veysel.

Sözünü etmeye çalıştığımız benzeşmeler, birleşmeler halk kaynağından beslenmeyi içermektedir.

Kıldan köprü yapmışsın..
Gelsin kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen sen geç Tanrı

Yukarıdaki dörtlük Kaygusuz’undur. Veysel'de bu dörtlüğü çağrıştıran, anımsatan, özleştiren dizelere, dörtlüklere rastlıyoruz:

Türlü türlü dillerin var
Ne acaip hallerin var
Çok karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin?

Bu dizelerde benzerlik açıktır. Çünkü kaynak birdir, toprak birdir. İğneleyen, taşlayan, çekiştiren, eleştiren us bir damardan kan alır. Tanrı’yla söyleşmenin,Tanrı’ya Tanrı’dan yakınmanın, Tanrı’yı en yüce varlık olarak tanımanın ustaca ve gerçek yolu, Tanrı’yla iç içe olmanın en sıcak ve en gerçek yolu, Tanrı’yı “birey” olarak görmek, “kişi” olarak karşısına almaktır tasavvufta. Veysel bu alanda oldukça ataktır, oldukça yakındır Tanrı’ya. Veysel giderek, Tanrı’yı içimizden biri, kendimiz, özümüz olarak tanıtır, benimser. Yaşamımızda az ya da çok görülen sevgiler, aşklar, yasaklar vardır. Tanrı da böyledir. Yasak ve gizli bir aşkın kahramandır Tanrı.
Kilisede despot keşiş
İsa, Allah'ın oğlu demiş
Meryem ana neyin imiş
Bu işin var bir de senin.

Veysel burada Tanrı’yla bir arkadaşlık içinde, bir dostluk içindedir; kol koladır, yan yanadır. Bir sofrada, bir yer sofrasında birlikte dolu içmektedirler, birbirlerine gizli aşklarını fısıldamaktadırlar. Şu dörtlüğü de güzel bir kanıttır yakınlık, iç içe oluş konusunda:

Hu çeker, iniler çalınan sazlar
Kükremiş dalgalar, coşar denizler
Güneş doğar perdelenir yıldızlar
Saçar kıvılcımlar, sen varsın orda.

...

Veysel’i söyleten sen oldun mutlak
Gezer daldan dala yorulur ahmak
Sen ağaç olmuşsun biz yeşil yaprak
Meyvede çekirdek sen varsın orda.

Bu dörtlüklerin özünde kimileri Veysel'i eleştirebilirler. Yüzeysel bir yorumla, Veysel burada “insanın değerini, yüceliğini, varlığını görmezlikten gelmektedir” denebilir. Oysa derinliğine inilince doğadaki her varlıkta ulu bir güç arandığı anlaşılır. Ulu bir değer tanıtılmaya çalışılmakta olduğu görülür, sezilir. Tanıtılan değer insandır, Tanrı'yla iç içe olan insan, bir olan eşdeğer olan insan. Bu görüşün, bu kurgunun oluşturduğu felsefe sergilenmektedir Veysel’in şiirinde.

Seyyid Seyfullah Nizamoğlu, bir dizesinde şöyle diyor:

Görünen sen, gösteren sen, gören sen

Veysel’de “Vahdet, Birlik” daha belirgindir. Hiç değilse aynı felsefeyi dile getirir:

Dalgın dalgın seyreyledim âlemi
İrenkler ne, çiçekler ne, koku ne?
Bir arama yaptım kendi kafamda
Görünen ne, gösteren ne, gören ne?

Bu dizeler, Alevi-Bektaşi tarikat ozanlarında geniş ölçüde vardır. Veysel’in geldiği kaynağı, yolu belgelemektedir. Veysel, bir tarikat ozanı olarak da doyurucudur. Doyuruculuğu belki tartışılabilir. Fakat, tarikat ozanlarıyla benzerlik gösterir, aynı yerde çalkalanır.

Bu açıdan Pîr Sultan'ın şu dizelerini de gözden geçirmeliyiz:

Yâr elinden dolu içmiş deliyim
Üstü kar köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum, yol sefiliyim
Bu gün, bu yayladan şaha giderim.

Pir Sultan, kabına sığmayan, baskıdan, zulümden kurtuluş yolu arayan, başkaldıran bir yapıya ve öze sahiptir. Tarikatın en ünlü ozanı olma niteliğini de bu yüzden taşır. Pîr Sultan, sanatsal açıdan büyük olduğu ölçüde, halkı, hakkı, kurtuluş yolunu tamamlayan, bir çözüm yolu gösteren niteliğe sahip olmakla da büyüktür. Pîr Sultan, mert bir sestir, halkın kükreyen sesidir. Veysel, çağının Veysel’i Pîr Sultan’a göre çok yumuşaktır. Daha dayanıklı, birleştirici, bir yerde uyum sağlamaya çalışan melektir. Meleklik yaratmak ister. Bu yüzden hemen hepimiz Veysel’e karşı çıkıyoruz. “Neden Pîr Sultan olmadı” diyoruz.

Öyle sanıyorum ki, Veysel’i kendi çerçevesi, kendi çağı içinde düşünmek istemiyoruz. Veysel, ulusça bir değer yarattığımız, bir önder yarattığımız çağın içindedir, Cumhuriyet çağının, Atatürk çağının. Veysel, canlı, genç, taze, hepimiz için ışıklı, umutlu yıllarda yaşadı, böylesine ulusal önemi, ulusal kıvancı olan günleri yaşadı. Bu Ortamda, Pir Sultan olmaya gerek yoktu. Pîr Sultan gibi olamazdı. Çünkü, Pîr Sultan'ın aradığı şah ortaya çıkmış, Osmanlı zulmünü yıkmıştı. Bu şah Atatürk’tü. Veysel de coşacaktır, çağlayacaktır, ağlayacaktılır, fakat sınırlar dışına çıkmak istemeyecektir. Kendi halkının. kendi ülkesinin bağrına yönelecektir. Veysel’in sığınağı uzaklarda değildir, bu topraklardadır, bu halktır:

istemem dünyanın saltanatını
süslü giyimini arap atını
bilirsem Türklüğün var kıymatını
vatanım, milletim bana kâfidir.

demesiyle halkının, umumun, vatanının bağrına sığınır. "Türklüğün kıymetini bilmek" sözleri, kimilerini “dar ulusçu” yorumuna götürür. Kimi partilerin Veysel'e sahip çıkmaya çalışman belki bu yanlış yorumdandır. Burada "Türklük" sözü, "halk, halkım, benim ulusum" anlamındadır.

Irkçı bir görüşün savunusu Veysel için büyük saygısızlıktır, Veysel toplumunu tanımamaktadır.

Pir Sultan’ın, kanlı Sıvas ortasında gömüldüğünü biliyoruz. Hızır Paşa, bütün Sıvas halkını toplar, herkesin Pir Sultan'a bir taş atmasını buyurur. Taş atma sırası, Pîr Sultan’ın müridi Ali Baba’ya gelince, Ali Baba, Pîr Sultan’a gül atar. Pîr Sultan, başına gözüne yağmur gibi yağan taşlardan değil, dostunun, müridinin gülünden üzüntü duyarak;

Ellerin attığı taş değmez bana
İlle dostun gülü yaralar beni

demiştir.   

Veysel de bu görüştedir:

Veysel bu sevdadan vaz geç dediler
Olup bitenleri yaz geç dediler
Sevdiğin kapıdan az geç dediler
Acı sözü sevdiğimden işittim.

Bu dörtlüklerin özünde Pîr Sultan’a yaklaşırken, törenin, kurgunum, yolun, yordamın içinden kısaca halk denen özden geldiğini belgeler.

Veysel, yer yer Ruhsatî'dir. Kızılkanat yurdu, Deliktaş bölgesi, Kangal coğrafya olarak da Veysel’in soluk aldığı yerlerdir. Veysel’i, Ruhsati‘ye yaklaştıran ortak yan ikisinin de belli bir tarikat ocağına bağlı oluşları yanında, daha etken olarak halkın birer damlası oluşlarıdır.

Ruhsatî:
Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Yiğit belli değil, mert belli değil
Herkes yarasına merhem arıyor
Derman belli değil, dert belli değil.

Veysel:

Dünya geniş idi şimdi daraldı
Çıkıp gideceğim yer belli değil
Yetmiş altı yıldır alıp satarım
Deftere bakmadım, kâr belli değil.

demektedirler. İkisi de eleştirel bir nitelik taşımakta, ortamı, düzeni, çağı eleştirmektedirler.

Anadolu kültüründe yetişen, Anadolu havâsını soluyan, Anadolu suyunu içen, Anadolu insanıyla birlikte olan hemen her ozanla Veysel benzerlik gösterir. Karacaoğlan’ı, Kerem’i öylesine yansıtır ki, çok kez onları “tapşırma” bölümündeki adlarından seçebiliriz. Çok iyi bilinen örneklerle uzatmaktan kaçınarak, Veysel’in öbür ozanlardan ayrılan yanlarına değinmek daha yararlıdır.

Veysel ölüm üstüne, sevgi üstüne, acılar, dertler, ayrılıklar üstüne eşsiz dizeler yaratmıştır. Denebilir ki, bu alanda Veysel’le ses yarıştıran yoktur:

 Asırlar elinde bir tesbih dizi
Çeviriyor çarkı devran bakalım
Sayısız bu günler bir defter gibi
Deviriyor çarkı devran bakalım.

Ne ucu bellidir ne de ortası
Bir gizli sır giyinmiştir libası
Dünya harman, elindedir yabası
Savuruyor çarkı devran bakalım.

Bu dörtlüklerde, ölümün, yaşamın, evrenin, başlangıcı sonu belli olmayan bilimsel ve saygın görüşün bu çağın görüşünün özü, yankısı, izi vardır.

Veysel, insanın sıkıntısını, kişinin sıkıntılarını, derdini, çektiklerini bilir. Kendisi de bu sıkıntılarını içinden geldiği için, yorumlamakta, yankılandırmakta başarı göstermiştir. İki gözünün kör olması, eşinin kendini bırakıp kaçması, anasının babasının küçük yaşta ölmesi, yoksulu, kimsesizi koruyacak bir devletin yokluğu Veysel için acıların acısıdır. Veysel’in bu yüzden gündüzü gece, yaz-baharı kış olmuştur. Binlerce yıldır yokluğu, yoksulluğu yaşayan Anadolu’nun anıtı Sivralan Köyü, bu köyde ıssız bir dam, Veysel’in sesine yankı veren tek yoldaştır, tek ortaktır Veysel’e. Veysel sıkıntılarını derler, toplar küreler, döker Kızılırmak’a:

Derdimi dökersem derin dereye
Doldurur dereyi düz olur gider

diye ağıt dizerken, daha çok halk topluluklarının ağıtını yansıtmaktadır. Bireysel bir sıkıntıyı, halk sıkıntısının gemisi yapar.

Veysel, sıkıntıyı, derdi, yokluğu, yoksulluğu dile  getirmesine de, binlerce yıldır yaşanmakta olan bu sıkıntıyı kim bilir? Anadolu insanlarının sıkıntısını kimler bildi? Kim kurtuluş yolu aradı Anadolu insanına?

Bu gerçeği uzman bilim adamı ölçüsünde Veysel de biliyordu; Anadolu insanının sıkıntısını bilen bir yönetim yoktur. Anadolu insanının derdini dağlar, dereler bilir. Binlerce yıldır dağlar dinlemiştir. Anadolu insanını, dereler dinlemiştir. Gününü gün eden, yediği elinde yemediği belinde olan, kaynağın başını tutanlar ne bilecekti Veysel'in Anadolu'nun derdini, sıkıntısını? Dert çekmeyen, Veysel'in derdini bilir miydi? Bilmezdi. Veysel bunu kesin çizgilerle dile getirir:

Anlatmam derdimi dertsiz insana
Dert çekmeyen el derdin bilemez

Veysel'i bir süre sonra. çoluk çocuğa karışmış olarak buluyoruz. Veysel, ıssız damlarda yeni bir ses dinlemektedir. Ekmek isteyen, yiyecek isteyen, giyim isteyen çocukların ağıtı! Gözleri bağlı, eli kolu bağlı Veysel sanmıyorum bu kertede daha etkili, içerikli, içli, yanık, özlü, eleştirel dizeler yaratmıştır. Türkiye’deki ortamı bu sıralarda görüyordu diyebiliriz:

Kimine at vermiş eştirir gezer
Kimine aşk vermiş coşturur gezer
Kimine mal vermiş koşturur gezer
Sanki beni zengin etmek zor gibi

Birinin aklı yok deli divane
Bir kısmı muhtaçtır acı soğana
Bir kısmını zengin etmiş yan yana
Şimdi kendi saklanıyor sır gibi

Kimine saz vermiş çalar eğlenir
Kimi zevk içinde güler eğlenir
Veysel göz yaşların siler eğlenir
Yeter gayri yumma gözün kör gibi

Bu dizelerde Veysel başkaldırmıştır Tanrı’ya. “Bu adaletsizliği, eşitsizliği gömüyor musun” demektedir. Hiç kuşkusuz bu satırlardan eleştiri yalnız Veysel’in görüşü değildir. Bütün Anadolu ayaktadır. Hâlâ kanayan yarasına merhem arayan Anadolu halkı haykırmaktadır. “Biz artık kör değiliz" demektedir.  

Ümit Kaftancıoğlu

Gene bu dizelerde, “zenginliğin-yoksulluğun Tanrı’nın buyruğu olduğu da anlaşılmaktadır" denebilir. Veysel, burada azıcık “kaderci” gözükür. İçerik daha geniş anlamlı araştırılırsa, “kör bir kadercilik değil, yıkılacak, değiştirilecek bir kadercilik” olduğu da ortaya çıkar. Bu, İslam yazgıcılığı değildir, tarikat eleştirisine açık, atak bir düzen eleştirisi vardır bu satırlarda. Bu açıdan Veysel’i yazgıcılıkla suçlarken, "Tanrı-insan” ya da “vahdet-i vücut” anlamını da gözden uzak tutmamak gerek.  

Tanrı gözünü açmamıştır, kördür, sır gibi saklanmıştır Veysel’e göre.

Fakat gözünü açanlar da vardır. Veysel’e göre “insan Tanrı’dır” ya da “Tanrı insandır” inancı geçerlidir, içinden geldiği tarikatta gerçektir bu tem. O halde Kutsi Tecer’in ortaya çıkması, Veysel’in elinden tutması bir bakıma “insan Tanrı’nın gözünü açmasıdır”. Rahmetli Tecer’in aracılığıyla tanınan, sesini duyuran, sazının telinden ekmek kazanan Veysel, eleştirel alandan uzaklaşır. Geçim derdini, ekmek kaygusunu geride bırakır. Veysel için bireysel bir kurtuluştur. Anadolu halkının kurtuluşu değildir gerçekleşen. Nedense Veysel, halkın sıkıntısını kendi sıkıntısıyla bir tutan Veysel, kendi kurtuluşunu halkın kurtuluşuyla bir tutmamıştır. Burasını geniş bir inceleme alanı olarak noktalamak, ancak unutmamak gerek.

Veysel’i bu aşamadan sonra sevgi, dostluk, sevgili, güzellik konularıyla yüklü, daha evrensel diyebileceğimiz dizelerde görürüz. Bu alanda oldukça içerikli, yüklü anlamlı, değerli dizeleri vardır:

Sen bir ceylan olsan ben de bir avcı
Avlasam çöllerde saz ile seni
Kuş olsaydın kurtulmazdın elimden
Eğer görse idim göz ile seni

Hemen herkesin belleğinde olan, herkesin sevgisi için, aşkı için ilk ağızda dile gelen bu dizeler ve bunların benzeri dörtlükleri için çok şey söylemek istemiyorum. Veysel bir büyük yanıyla, bir önemli yanıyla toprak insanıdır. O yönden söz etmek daha anlamlı geliyor bana. Topraktan gelen Veysel, toprağa dönecektir. “Öte dünya, yeniden dirilme, cennete gitmek" gibi soyut saplantılardan uzaktır. Toprağa karışıp toprak olacaktır. Gizleyen, saklayan, yetiştiren, sonsuzlaştıran toprağa dönecektir. Anadolu insanının toprak tutkusunu, toprağa olan güvenini bu açıdan dile getirir. Toprağa olan güvenci, toprağa olan bağlılığı Veysel için coşkun akan bir vadidir, Kızılırmak’tır. “Bir evleğin verdiğini bin padişah vermez” diyen halkın, emekçi halkın gönlüdür Veysel, sesidir:  

Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Gene beni karşıladı gülünen
Benim sadık yarim kara topraktır.

Toprağa dönmek Veysel için bir “vuslat”tır, kıvançtır, mutluluktur, son aşamadır. Toprağa dönmeyi, toprağa gömülmeyi bekler, sevinir bu sonuca. Kağızmanlı Hıfzı; toprağın altını, Veysel’in tam tersi bir açıdan ele alır halbuki. Hıfzı toprağın altını karanlık, yılanlı çıyanlı, susuz çöle benzetir. Amcasının kızını (Hıfzı’nın sevgilisidir) toprağın altından çıkarmak amacındadır:

Aç mısın yok mudur ekmeğin aşın
Odan ne karanlık yok mu ataşın
Hanidir güveyin, hani yoldaşın
Hani kapın bacan, yolların hami

...

Bahçede alışan çölde yatar mı
Uyan garip bülbül güllerin hani?

...

Orda yorgan döşek yastık var mıdır
Bu geniş dünyada yerin dar mıdır
Arkan tahta duvar, önün yar mıdır

...

Ver bana tutayım ellerin hani?..

Hıfzı, uzun şiirinde hep karanlık dünyadan, toprağın acı katılımdan söze etmektedir Veysel‘de toprak bağlantısı, toprak sevinci vardır. Üretim açısından ele almaktadır toprağı. Hıfzı, ayırıcı, götürücü açıdan ele alır toprağı. Ürünsel yanını görmez Hıfzı.

Gurbet, ayrılık, özlem şiirlerini derlesek toplasak, tanıya teraziye koysak Veysel tek başına ağır gelir bütün ozanlardan, bütün şiirlerden. Veysel’in ünlü mektubu hepimizin belleğindedir, ünlü izin dilekçesi. Cepheden, askerden, İstanbul’dan, Almanya’dan, dünyanın dört bir yanına dağılmış olan halkımızın, Ayşe’ nin, Memed’in mektubudur, ağıtıdır, acısıdır, yankılanan sesidir Veysel:

Gene mektup aldım gül yüzlü yardan
Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış
Sivralan köyünden bizim diyardan
Karlar çoktan kalktı gel deyi yazmış.
...

Benek benek mektuptadır nişanı
Göz yaşın mektuba pul deyi yazmış.

Bu mektubu, bu dilekçeyi, Veysel, Hasanoğlan Köy Enstitüsünde, rahmetli büyük öğretmenimiz Hasan-Ali Yücel’in önünde okumuştur. Halkı, halkın duygularını çok iyi anlayan Hasan Ali Yücel de Veysel’e izin vermiştir.  

Veysel, kısa süre sonra İstanbul’dadır. Dostlarının, dost edindiklerinin yanındadır. Bu kesim, yiyen içen, eğlenen, halkın duygularını yeni bir zevk sayan üst kesimdir. Bu tanışmalardan sonra Veysel’in önemli bir şiir yazmadığını görüyoruz. Sanat çizgisinde düşmeler vardır. Hemen hemen bu dönemden sonra yazdıkları ısmarlama, zorlama, dost hatırı için, ekmek borcu için yazılmış şiirlerdir. Veysel bu şiirlerin “şiir sayılmayacağını bile bile" yazmıştır dersek yanlış olmaz. “Ismarlama haçcın geçgel olmayacağını” Veysel elbette biliyordu. Veysel, halk töresini bozamaz. İçinde yaşadığı, kaynaklandığı halkın, yediği lokmaya borcu vardır, boynu eğiktir. Kendine uzanan ele, elini uzatmak zorundadır Veysel.

Bu tür şiirlerine başlangıç Sıvas’la başlar belki de:

Ziyaret eyledim koca Sivas’ı
Silindi gönlümün gam ile pası
Durmayıp çalışır cer atelyesi
Gittikçe artıyor şanı Sivas’ın.

Veysel’i, başta ben suçlamak istiyorum bu şiirinden dolayı. Övdüğü Sıvas’ın geniş toprakları üstünde, halkın aç susuz yaşadığını, topraksız yaşadığını göremez. Mütegallibeyi, toprak babalarını görmez, görmezden gelir. Hızır Paşaların varlığını görmek istemez.

Pir Sultan’ın, Sıvas’ın ortasında asıldığına değinemez. Yanılgısı Veysel için büyük bir yıkımdır. Küçük bir anıtını toprağına koymamıştır kanlı Sıvas. Hızır Paşalar hâlâ Sıvas’ta yaşamaktadır, gittikçe de güçlenmektedir.

Sudan ateş yapan ne güzel sanat
Dünyayı ışığa kaplarsın kat kat
Fikirle mi ettin bunları icat
Rehberim oldu, dedi ki okul...  

Bu dizelerde okulun yararları anlatılmaktadır. Okul, halk için bir umut kapısı, bir ekmek kapısıdır. Elbette savunulabilir. Burada okul anlatılmadığı gibi, anlatılamadığı gibi, dörtlükler sanatsal açıdan da son derece kötüdür. Çiğ sözcükler, pişmemiş dizeler, uyuşmamış uyaklar... Her şey zorlama. Şiiriyet olmadığı için, anlam olmadığı için bu şiir hiç kimsenin belleğinde  değildir. Bu dizelerin Veysel vadisinden yankılandığını söylemek olanaksızdır. Büyük kentlerini sofralarında yer, içer, ağırlanır. Hem dostlara, hem İstanbul’a şiirler söyler, dörtlükler döktürür, ölü, cansız, yanlış, kupkuru, zorlama. Birkaç gün içinde sofralar biter, kaldırılır, kapılar Veysel’in yüzüne kapanır. Veysel, öyle sanıyorum, Haydarpaşa vapuruna biner Karaköy’den. Yanıldığını anlar, yanılgısını anlar, (ağır kaçmazsa) açik söyleyelim ki “ihanetini” anlar, caygınlığını, yanılgısını dile getirir:

Ne bir bilgin oldum ileri gördüm

Ne bir Mecnun olup Leyla’yı sordum Ne bir doğru yoldan hedefe vardım Ömrümü geçirdim gaflet içinde.

Veysel’in ileriyi görmediğini, göremediğini acımadan söyleyebiliriz. Bilgin olmadığını söylemek daha kolay. Kendini ara sıra sorguya çekmesi, yanılgısını anlamış olması bir açıdan Veysel’i kurtarmaktadır. O nedenle  “gaflet içinde” suçlamasına dilimiz varmıyor. Bu dörtlüklerin uzantısında, başka şiirlerinde “kimler benim için neler söyleyecek” diye bir korkuya kapıldığını, kuşkuya kapıldığını da söz arasında söyleyeyim. “Dostlar beni hatırlasın” derken unutulma kuşkusunu, korkusunu açıkça söyler. Kimileri bu yargımıza karşı çıkar mı? Belki geniş yorumlar yapabilirler kimileri. Kendisi unutulacağını sanmaktadır, ille ne ki, Veysel unutulmaz, unutulamaz. Bizim içimizi sarmış, gönlümüzü dile getirmiş, acılarımızın ağıtı olmuş dizeleri vardır. Bunları istesek de unutamayız. Yalnız Veysel’in kimi şiirleri unutulacaktır, unutulmuştur.

Veysel’e bir aylık bağlanmıştır TBMM’den çıkan yasalarla. Bu aylığın azlığı çokluğu bizi ilgilendirmiyor. Binlerce yıldır halka kapalı olan devlet kapıları, ilk kez bir halk sanatçısına, halktan bir kişiye kapılarını açmaktadır, değeri önünde dize gelmektedir yönetim, halkın değerini saygıyla benimsemektedir devlet yönetenler, hükümet edenler. Pîr Sultan sazı sözü için asılmıştı, kimi ozanların elindeki sazda şeytan vardı. Fakat Veysel büyük savaşı, halk savaşını sürdürmüş TBMM’den özel bir yasa çıkarttırabilmiş, küçük bir anıtını da, Yavuz’un keskin kılıcına karşın, kelle yiyenlerin Gülhane’sine, saraylarının önüne diktirmiştir. Ben bu iki başarıyı halkın utkusu olarak görüyorum. Böyle değerlendirmek zorundayız.

Bir gazetenin aracılığıyla dikilen anıt, bir ağacın gölgesinde saklansa da, uluyan, havlayan hayvanat bahçesinin içinde kalsa da,anlam1 yüce, anlamı büyüktür.

Küçük anıtıyla Veysel’in bir ayağı deryada, bir ayağı aydınlık Cağaloğlu'ndadır. Şu dizelerde belki bir rastlantı erginlik vardır değinmekte olduğumuz konu için:

Derya bende, ben deryada, birleştik
Ayrılmağa imkan yoktur yerleştik
Nice boyalardan çemberden geçtik
Veysel neler çekmiş kim ne bilecek?

Çok kimse Veysel’in, Veysellerin, Anadolu'nun, Anadolu halkının neler çektiğini bilmez. Sanıyorum Veysel’in ne olduğunu hepimiz biliriz, herkes bilir. Sanatıyla, ürünüyle, diliyle, dizeleriyle bir yüce dağdır, Yıldız Dağı, Beserek Dağıdır:

Veysel der çıkayım bir yüce dağa
Ağaçlar bezenmiş yeşil yaprağa
Bir gün olur tenim düşer toprağa
Karışır yerlere toz olur gider.

Veysel, ne toza düştü, ne toprağa. Yüceliğinin önünde eğilenlerin, onu tanıyanların, bütün dünyanın, acı çeken insanlarının, ırgatlarının, emekçilerinin, sanatçılarının, halkın gönlünde, yüreğinde yaşıyor.

Ümit Kaftancıoğlu
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)