La Fontaine 17. yüzyılda 'Türk' adını kullanmıştı / Ertuğrul Efeoğlu
Fransız ozan La Fontaine’i (1621-1695) biz Türklere ilk tanıtan kimdir diye sorsalar, yanıtımız Orhan Veli Kanık olur. Orhan Veli’den önce La Fontaine çevirileri yapılmamış mı diye insan düşünmeden edemiyor. Ola ki yapılmıştır, ama Orhan Veli La Fontaine’in “fabl” denilen şiir-öykücüklerini öyle güzel çevirmiş ki, onları okuyan, onları duyan bir Türk,LaFontaine’in onları Türkçe yazmış olduğu sanısına kapılabilir. La Fontaine’i bize bu denli sevdiren etmenlerden biri de, topraklarımızda (Kütahya’da?) İÖ 7.-6. yüzyıllarda yaşamış bir Frigyalı olan (Yunan değil!) Ezop olabilir. La Fontaine ona öykündüğü gibi, Ezop’u Latin yazınına tanıtan Trakyalı fabl ozanı Phaedrus’a da (Fransızcada Phèdre) (İÖ 30 - İS 44 ya da İÖ 15 - İS 50) öykünmüştür. On yedinci yüzyılın sonlarına doğru Fransız yazınında “Eskiler-Yeniler” kapışması olmuş, La Fontaine“Eskiler”in örnek alınmaları gerektiğini savunanların arasında yer almıştır. Onlar Yunan ve Latin yazınlarının yapıtlarını taklit etmeksizin, onları örnek almayı, onlar üzerinden “özgün öykünüler” (imitationoriginale) üretmeyi önermişlerdir. La Fontaine, öykündüğü ozanları (Ezop’u, Phaedrus’u) hep saygıyla anmış, ama çağının kötü ve kısır taklitçilerini yermiş, alaya almıştır.O alaycı fabllerden Türkçeye çevirdiğim ikisini (“Tavus Tüyüne Bürünmüş Alakarga” ile “Maymun”. La Fontaine’in bu iki fablde alaya aldığı kişiler, belli ki La Fontaine’in çağdaşı olan gerçek kişiler, o dönemin ozanları, yazarlarıdır.) aşağıda bulabilirsiniz. Bu fabller, Trabzon’da yayımlanan Kıyı dergisinin 289. sayısındaki yazıma da bir gönderme oluşturuyor. Kıyı dergimizdeki “ServumPecus”başlıklı yazımda Latin ozan Horatius’un (Fransızcada Horace) (64-8)“O imitatores, servumpecus”, Bre taklitçiler, sizi köle sürüsü sizi sözcesinden yola çıkarak yazın ve sanat ürünlerinde “öykünmecilik” ile “taklitçilik” arasında var olması gereken bir ayrıma değindim (Kıyı, Mayıs-Haziran 2014, sayı 289). Öykünmecilik özgün yaratımlara kapı açabilir, oysa taklitçilik, tıpkı Divan yazınında olduğu gibi, dilde, biçemde, konuda ve izlekte kısır yinelemelerden öteye geçemez. Aşağıda yer alan “Hırsızlar ve Eşek” başlıklı fabl ise, içinde geçen Türk sözcüğüyle bizi ilgilendiriyor. Unutmayalım, on yedinci yüzyılda Fransızlar bize Türk derken, Babıali’nin devşirmeleri bu sözcüğü bizi aşağılamak için kullanıyorlardı. Dolayısıyla, Türk olduğumuzu da bir anlamda Batılılardan öğrenmiş oluyorduk… Bu fablin sonnotundan, fablin tarihsel bağlamını da öğreniyoruz. Sonnotta belirtildiğine göre, Türkiye (Evet, Osmanlı Devleti denmiyor, Türkiye deniliyor!), Transilvanya (Tarihimizdeki adıyla: Erdel) ve Macaristan -özellikle 1660 yılından sonra- sürekli bir çekişme içine girmişler, onların çekişmelerinden kazançlı çıkan ise, Almanya olmuştur. LE SINGE Il est un singe dans Paris À qui l’on avait donné femme. Singe en effet d’aucuns maris, Il la battait: la pauvre dame En a tant soupiré qu’enfin elle n’est plus. Leur fils se plaint d’étrange sorte ; Il éclate en cris superflus : Le père en rit ; sa femme est morte. Il a déjà d’autres amours Que l’on croit qu’il battra toujours. Il hante la taverne, et souvent il s’enivre. N’attendez rien de bon du peuple imitateur, Qu’il soit singe, ou qu’il fasse un livre. La pire espèce, c’est l’auteur. Les Fables de La Fontaine, Paris, Le Livre de Poche, 1966, p. 345. MAYMUN Maymun yaradılışlı biri var Paris’te Bir de kadın verilmişti kendisine. Kocaların çoğu maymundur gerçekte, Adam dövüyordu onu, acınası bayan öylesine Acı çekti ki, göçtü sonunda. Oğulları pek de yabansı dövünmüş Ve gereksiz çığlıklar atmış olsa da Babası gülüyor ona, karısı ölmüş. Başka sevgililer edinmiş daha şimdiden Kendilerine hep sopa atacağı düşünülen. Barlara takılıp kafayı buluyor sıkça. Taklitçi takımından iyi bir şey beklemeyin, Maymun da olsa, kitap da yazsa. Yazarlardır en kötüsütaklitçi türünün. (Çev.: Ertuğrul Efeoğlu) LES VOLEURS ET L’ÂNE Pour un âne enlevé deux voleurs se battaient: L’un voulait le garder ; l’autre le voulait vendre. Tandis que coups de poing trottaient, Et que nos champions songeaient à se défendre, Arrive un troisième larron, Qui saisit maître Aliboron. L’âne, c’est quelquefois une pauvre province. Les voleurs sont tel ou tel prince, Comme le Transylvain, le Turc, et le Hongrois : Au lieu de deux j’en ai rencontré trois. Il est assez de cette marchandise. De nul d’eux n’est souvent la province conquise ; Un quart voleur survient qui les accorde net, En se saisissant du baudet. Les Fables de La Fontaine, Paris, Le Livre de Poche, 1966, p. 70. Hırsızlar ve Eşek Çaldıkları bir eşek için iki hırsız dövüşüyordu: Biri eşeği satmak istiyordu, öbürü satmamak. O arada yumruklar konuşuyordu, Kapışmış bizimkiler, ikisinin amacı da kendini savunmak, O sıra bir başka hırsız çıkagelir, Karakaçan efendiyi ele geçirir. Eşek dediğiniz kimi kez kuru bir toprak parçası. Hırsızlar da şu ya da bu prens ya da bir başkası, Sözgelimi Transilvanyalı, Türk, bir de Macar: İki derken üçte buldum karar. Pazarlık sürüp gider artarak. Oysa ikisinin de değil el konulan toprak; Dördüncü bir hırsız çıkagelir, onları bir güzel ayara alır Eşek de kendine kalır. (Çev. : Ertuğrul Efeoğlu)
Çağdaş Türk Dili, Ankara, sayı 313, Mart 2014
YORUMLAR