Gerçi Eski Yunan’da genellikle insanlığın geçmişinde bir altın dönemin bulunduğuna inanılırken “Bir zamanlar insanlığın yaşamı düzensizdi, hayvanlarınkine benziyordu” diyen Sofist Crias, sanki insanın hayvandan türediğini yani Evrim kuramını o günden haber veriyordu.

Yine “Esirler Yunanlı olamaz, onların daha az ussal ve daha aşağı bir türden olmaları gerekir” diyen Aristoteles’e karşı Sofist Anniphon “Yalnız Yunanlılar kendi aralarında değil, Yunanlılarla Barbarlar da eşittir” diyebiliyordu.

Nedir ki, her biri birer düşünce ustası olan Sokrates, Plato ve Aristoteles'in etkisi altında felsefe, Sofistleri unutup, nesnelerin özünün bulunması, gerçeğin ne olduğunun araştırılması gibi, çözülmesi olanaksız sorunlarla uğraşmaya başladı.

Öyle ki, 17. yüzyıl başlarında, İtalya’da Galilei ve İngiltere’de Bacon’un öncülüğünde bilimsel düşünceyi benimsemeye başlayan Batı dünyası, Aristoteles'in tartışılmaz doğrular olarak ortaya attığı bilgilerin yanlışlığını kabul ederek işe başladı.

Ancak bu aşamada da, Platon-Aristoteles etkisinden kendini kurtaramayan filozoflar, yanlış ya da doğru olduğu deneyle kesin olarak kanıtlanabilen bilgi türlerini 'bilim’ adı altında toplayarak, bilimsel düşünceyle ilgisi olmayan bir düşünce sistemini ‘felsefe' adı altında işlemeye başladılar.

Böylece bilimsel düşüncenin dev adımlarla ilerlediği son 400 yıl boyunca, felsefenin birtakım yapay sorunlar çevresinde dönüp durduğunu görüyoruz. Bu arada, Evrim konusunda harikalar yaratan bilimin de hayvanlıktan insanlığa geçişin aydınlatılmasını tümüyle felsefeye bıraktığını görüyoruz. Demek ki felsefenin gerçek konusu olan insanlar arasındaki ilişkilerle ilgilenebilmesi için, önce Evrimin insanın ortaya çıkışı aşamasını bir açıklığa kavuşturması gerekiyor.

Bilim hayvanlarda cins ve tür ayrılıklarını genlerin belirlediğini bildirir. Ancak insanın biyolojik yapısını belirleyen genlerin, insanın düşünme ve konuşma türünden tinsel niteliklerini de belirlediği söylenemez. Gerçekten, tam bir insanın genleriyle doğan bir çocuğun, doğumundan kısa bir süre sonra ormanda yitip bir hayvan tarafından beslenip büyütülmesi durumunda düşünme ve konuşma gibi tinsel nitelikleri kazanamadığı da bilinmektedir. Bu, insanın o türden niteliklerini ancak toplum içinde kazanabildiği anlamına gelir.

Bu arada, insanın hayvandan ayrılmasında en önemli nitelik olarak karşımıza çıkan özgürlüğün, yani nasıl davranacağını içgüdülerinin buyruğuna göre değil de kendi uygun gördüğü biçimde davranma gücünün nasıl kazanıldığını de belirlemek gerekir. Bunu belirlemek de zor değildir. Nasıl davranacağım kendisi karar veren biri, nasıl davrandığında nasıl bir sonuç alacağını önceden görebiliyor demektir. Bu önceden görme gücüne “bilgi" adını verdiğimize göre, insanın özgürlük düzeyi bilgi düzeyine bağlı olacak demektir.

Bunu basit bir örnekle şöyle açıklayabiliriz: Bir ağaçta bir insanın ve kimi hayvan türlerinin elde etmek istediği bir meyve vardır. Hayvanlardan kuşlar uçarak, tırmanabilen hayvanlar da tırmanarak meyveye ulaşacaktır. Onlar için meyveye ulaşmanın başka yolu yoktur. İnsan ise, tırmanmanın dışında, uygun görürse ucu çengelli bir sırıkla dalı kendine çekerek ya da taşınabilir bir merdiven bularak meyveye ulaşabilir. İşte insan özgürlüğü bu üç çözüm arasında bir seçim yapma özgürlüğüdür. Böylece insan, belli bir konuda ne kadar bilgili olursa onun o konudaki özgürlüğü de o kadar büyük olacaktır.

Bu özgürlük anlayışının, değişik insan hakları bildirgelerinin l. maddesini oluşturan “İnsan özgür doğar” tümcesinin tümüyle yanlış olduğunu gösterir. Yeni doğan insanın bilgisi sıfır olduğuna göre özgürlüğü de sıfır olacak demektir.

Burada denebilir ki bu bildirgeleri siyasetçiler düzenlemiştir, bir felsefeciye sorulsaydı böyle bir yanlışlık yapılmazdı.

Bu görüş de doğru değildir Çünkü felsefede hemen hemen günümüze dek gelen “özgür istenç”kavram da, insanın doğuşunda ona bağlı olduğu düşünülen ve ne olduğu anlaşılamayan bir özgürlüğü anlatmaya çalışmaktadır. Bu yanlış anlamalar toplumların, dış baskılardan kurtulmuş olmaya göre çok daha önemli olan bilgiye dayalı özgürlüğü görememelerine neden olmaktadır.

Şimdi de insanlığın başka bir sorununu ele alalım. Bütün insansal niteliklerini, özgürlüklerini ve bu yoldan da insanlıklarını toplum içinde kazanan insanlar, daha iyi bir dünya yaratma işini de toplumsal işbirliği içinde gerçekleştirdiler. Öyle ki, bu işbirliği düzeni ne kadar iyi işlerse toplum o kadar çok özgürlük ve insanlık üreterek katılımcılara dağıtacaktır.

Demek ki toplumların sorunlarından biri de işbirliğinin verimini artırmaktır. İşbirliğinin verimi nasıl artar?

Hayvanlarda işbirliği yok gibidir. Yalnızca kimi evcil hayvanlar bir arabaya birkaç atın birden koşulması gibi birtakım işlerde baskı altında işbirliğine zorlanabilir. Böyle baskı altındaki işbirliklerinde verim çok düşüktür. Öyle ki sözgelişi iki atın işbirliğiyle yaptığı işin tutarı bir atın yaptığının iki katından azdır. At sayısının artmasıyla birlikte verim de düşer ve sayının belli bir büyüklüğü bulmasından sonra yeni katılmalar yapılan işin yalnız verimini değil miktarını da düşürür. Oysa insanlar söz konusu olduğunda işbirliği yapan insanların sayısı arttıkça yapılan işin miktarı, aynı insanların tek başlama yapabilecekleri işlerin toplamını hiçbir ölçüye sığmayacak kadar aşabilmektedir. Böylece toplumlarca yapılan işbirliğinin verimini artırmanın yolu, bireyleri baskı altında çalıştırmaktan değil, onların insanlığa yakışan bir özgürlük içinde iş görmelerini sağlamaktan geçmektedir.

Burada bir örnek, durumu açıklamaya yetecektir. Yakın tarihe dek ABD’de karaderililer köle olarak çalıştırılmaktaydı. Amerikan toplumunun bilgi düzeyinin yükselmesiyle birlikte karaderililere özgürlük verilmesinin toplumun yararına olacağı anlaşılmıştır. Bugün o eski günlerin köleleri genellikle Özgür insanlar; kimileri de vali, belediye başkanı, yargıç ya da komutan olarak, toplum için eskisine göre çok daha büyük ölçüde yararlı olmaktadırlar.

Bu örnekten hemen toplumlar arası ilişkiler konusuna da geçebiliriz. Günümüzde toplumlar arasındaki ilişkiler, gelişmiş toplumların az gelişmişleri sömürmesi temeli üzerine kurulmuştur. Bugünün gelişmiş toplumlarının en önünde bulunan ABD, kendi içinde kara derililere uyguladığı yöntemi az gelişmiş toplumlara da uygulamayı düşünememektedir.

Eğer ABD yöneticileri bu benzerliği görerek, az gelişmiş toplumları yoksullukları içinde sömürmeye çalışacak yerde, onların da gelişmesine yardım ederek onlarla işbirliği ilişkisine girmeyi düşünebilselerdi, bu yolda atılan her adımın yoksul ülkeler kadar kendileri için de yararlı olduğunu görmekte böylesine gecikmezlerdi.

Gerçekte ABD ile öteki gelişmiş toplumlarda bilgi düzeyinin bu gerçekleri görebilecek kadar geliştiği kuşkusuzdur. Ancak bütün bu toplumlarda, yüzyıllardan beri süregelen alışkanlık ve inançlarla toplumların yönetiminde örtülü biçimde söz sahibi olan güçler gerçeklerin görülmesini engellemekte, bunu engelleyemedikleri durumlarda da bu bilgilerin ışığı altında uygulamaya geçilmesine olanak vermemektedirler.

Böylece insanlığın, gerek toplumların kendi üyeleri arasındaki gerekse genel olarak toplumlar arasındaki ilişkiler bakımından karşısında bulunduğu sorunlar belirlenmiş oluyor.

Hem felsefe hem de politika bakımından aynı olan bu sorunları şöyle özetleyebiliriz:

 1) Her toplum kendi bireylerinin bilgisini artırmak için her çareye baş vuracaktır. Bilgi artışının sınırsız olduğu unutulmamalıdır.

 2) Bütün insanlara, küçük yaşlardan başlayarak gelişmiş yaşlara gelinceye kadar sürekli olarak öğretilmesi gereken bilgiler, çevresindeki insanlarla ilişkilerini düzenleyen bilgilerdir. Özellikle “İnsan insanın kurdudur” türünden bilgilerin tümüyle yanlış olduğu, her insanın özgürlüğünü de insanlığını da, insan gibi yaşama olanaklarını da, içinde yaşadığı topluma yani çevresindeki insanlarla işbirliğine borçlu olduğu ve başarının, çevredeki insanlarla rekabetten değil onlarla işbirliğinden geçtiği, her insanın küçük yaştan öğrenmesi gereken bilgilerdir.

3) Her toplumun, bireylerin bilgisini artırarak onlara kazandırdığı özgürlüklerin, dış baskılarla kısılmasını önlemesi gerekir. Toplumlar içindeki sınıf farklarının ve işbirliği yerine rekabete dayanan ekonomik sistemlerin özgürlükleri kısıcı nitelikleri unutulmamalıdır.

4) Toplumların kendi iç gelişmeleri bakımından çözmek zorunda oldukları sorunların benzerleri toplumlar arasındaki ilişkiler bakımından da geçerlidir. Günümüzün gelişmiş toplumların bu sorunun çözülmesinde kendilerine düşen görevin bilincine varmaları gerekir. Gelişmiş toplumların gerek tarihsel gelenekler gerekse topluma egemen olan güçlerin etkisi altında kalarak bu bilince varamamaları durumunda, ABD’nin bugünkü davranışlarında görüldüğü gibi, yalnız genel olarak insanlığın gelişmesini geciktirmekle kalmıyor, gelişmiş toplumun kendisi de bundan özel olarak zarar görüyor.  

Vehbi Hacıkadiroğlu
(Adam Sanat, Ağustos 2003 N. 211)
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)