Vazgeçilmez Bir Mevsim ve AŞK / Hüseyin Atabaş
Herkes aşk hakkında ileri geri bir birtakım sözler edebiliyor; örneğin ülkesine, yaşadığı kente, dağa, taşa, doğaya aşık olduğunu söyleyebiliyor. Peki ama , aşk aslında nedir? Kökenbilimsel (etimolojik) olarak aşk, Arapçada “ışk”, yani sarmaşık demektir. Nasıl ki sarmaşık bulunduğu ortamı ya da tutunduğu şeyi sarıp sarmalar, işte aşk da öyle sarıp sarmalar aşık olan insanı…
Aşk, insanlığın var olduğu günden beri üzerinde kafa yorulan, çeşitli tanımları yapılan; sanata, edebiyata, şiire, öykülere en çok konu edilen bir tutku durumudur. Bu bağlamda felsefe, psikoloji, estetik ve daha pek çok bilimsel disiplinle ilişkilendirilerek hakkında açıklamalar getirilmeye çalışılır. Aşk, genel olarak aşırı tutku, güçlü bağlılık ve sevgi duygusu biçiminde algılanır; anlamı muhabbet, vurgunluk, sevda, sevecenlik, şefkat, teveccüh, sempati, tutkunluk, alâka ve iptila sözcükleri ile de ilişkilendirilir haklı olarak.
Tüm bunlardan da anlaşılacağı gibi aşk insana özgü bir durumdur…
* * *
Tarihsel süreç içinde cinsellikten, yaşama sevgisine, tasavvufta vahdet-i vücud (varlığın birliği, tekliği) anlayışından özgürlük savunuculuğuna dek değişik biçimlerde genişletilerek algılanmaya, anlatılmaya çalışılmıştır. Tüm dünyada aydınlık ve özgürlük arayışı “aşk” kavramıyla örtüştürülerek, ilişkileştirilerek tartışılır çoğu zaman. Çünkü aşktan daha güçlü bir bağlanma durumu ve biçimi yoktur.
Aşkın felsefeyle olan ilişkisini Platon (Eflatun), “Duyusal dünyadan idealar dünyasına yolculuk olarak” ontolojik (varoluşsal) olarak tanımlar, açıklar. Ona göre bu durum üç aşamada olur: 1) Bir insanın başka birine, yani erkeğin kadına ya da kadının erkeğe duyduğu (aşkın) sevgi; 2) Bütün insanlara duyulan sevgi, 3) İdealara ve formlara duyulan sevgi…
Erkeğin erkeğe ya da kadının kadına duyduğu sevgi/ilgi aşk değil, yalnızca sevgidir. Yani öyle anlaşılıyor ki, sevgiyle aşk birbirlerinden farklı şeylerdir. Aşkın temelinde karşı cinse yakınlaşma, onu keşfetme, onunla (açık olarak söylenmese de) doygunluğa (tatmin) ulaşma isteği vardır. Oysa hemcinsler arasında keşfedilecek bir durum yoktur ya da ben öyle algılıyorum…
* * *
Ancak unutulmamalı ki, insan bedeni kutsaldır ve onun üzerindeki tüm kullanım hakkı yalnızca kişinin kendisine ait olduğu için, karşı tarafa (karşı cinse) ulaşmak, tüm ikna yollarını denemeyi gerektiriyor. Aşk bu anlamda bir aşırı bağlılıktır, bir tutkudur. O nedenle de çileli ve zor bir yolu yürümeyi, çölleri aşmayı, dağları delmeyi, susuzları suya kavuşturmayı gerektiren zorlukları göğüslemek aşkın hakkını vermek olur. Ama aşık tüm bunları yaptığının/başardığının ayrımında olmayabilir de!..
Bu nedenle olsa gerek, Marcel Proust diyor ki; “Sevdiğimiz zaman aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak bizim içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur. İşte karşımızdakinin duyguları dediğimiz şey, bizim sevgimizin karşıya çarpıp geri dönüşüdür. Bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse kendimizden çıktığını ayrımsayamayışımızdır.”
Yani aşk, ötekinin (karşı cinsin) yüreğinde tüneyecek bir yer arama ya da bulabilme umudu ve umarsız(çaresiz)lığıdır. Günümüzde böyle büyük aşklar yok ise, anamalcı (kapitalist) toplumun bireyleri olarak, paraya sahip olunduğunda her şeye hükmedilebileceği duygusuna da sahip olunmasındandır. Çünkü anamalcı toplum insanında aşk, tüketim nesnesi (cinsel tatmin) gereksiniminden pek de farklı bir şey değildir.
Oysa gerçek aşk onu yaşamayanın, yaşayamayacak olanın bilemeyeceği, algılayıp anlayamayacağı bir duygudur. Öyleleri için aşk herhangi bir erkeğe ya da kadına duyulan ilgi, yani bir herhangi bir hoşluktan (boşluk duygusundan) ibarettir!..
* * *
Özetle söylemeye çalışacak olursak sevgi başka şeydir, aşk başka. Aşk, iki insan arasında geçerli bir durumdur. Tanrı aşkı dedikleri bile bir abartıdır, bir süslemedir. Zaten, tasavvuf anlayışına göre, Tanrı aşkına giden yolun başında insan aşkı vardır... Aşk bir duygu da değildir, ama iki insanın duyarlıklarının buluşma isteğidir. Bu özellikleriyle düşünülmez yaşanır, çünkü böylece anlam kazanması olanaklıdır aşkın. Buy bakımdan aşk, bedensel-zihinsel birlikteliktedir, bu yüzden de yaratıcıdır; aşk yaşamı varsıllaştırır. Öte yandan aşk, bir bilinç işi olmamakla birlikte, bilinci gelişkin yaratıklara, yani insana özgü bir durumdur, yine de daha çok içgüdüseldir.
Öyle ki, çelişki gibi görünse de, işin içine bilinçli davranış girince aşk başka bir şeye, biraz önce değindiğim basit bir gereksinime dönüşür diye düşünüyorum. Bence en gerçekçi yaklaşım, aşkın, cinsel doğallığın insana özgü inceliği olduğudur. Yani insanoğlu cinselliği incelterek, ona birtakım derinlikler katarak aşkı yaratmıştır. Bu bağlamda, yaşamın öyle kolay kolay bir araya gelmesine izin verildiği ‘dinamikleri’ buluşturma arayışıdır aşk; bu yönüyle verili hayata muhalefettir de...
Aşk, görme organımızdaki ‘karanlık nokta’ gibidir, dünyayı parlak ışıklar içinde görmemize yarar! Aşk değişme, değiştirme isteğidir, yeni bir mevsime göç etmek gibidir… Biri şöyle bir şey söylemiş miydi? Aslında aşk (da) yoktur, âşıktan başka!.. Ama Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın bir yerinde dediği gibi, “zafer aşkın ve hayatındır!...” Yani aşk, tüm kısıtlama/yasaklama çabalarına karşın, hayatla olabildiğince iç içe geçmiş vazgeçilmez bir mevsimdir. Hani, R. Char’ın bir dizesinde dediği gibi; “Sonsuzluk giysini yırttım, toprağıma getirdim seni, çırılçıplak.”
İşte öyle çılgınca bir tutkudur aşk.
Hüseyin Atabaş
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR