Son Dakika



178-Bir kitapla tanışmanın çok değişik yolları olabiliyor. Üniversiteden, Türk Dili bölümünden bir arkadaşımın odasında sohbet ediyoruz. Masanın üzerinde 2 siyah kapaklı kalın cilt duruyor. Dikkatimi çekiyorlar. Uzun yılların getirdiği bir bakış açısı; kitapçı raflarında da olur, daha ilk uzaktan görüşte bir farklılıkla karşılaştığınızı anlarsınız. Daha önce hiç bilgi sahibi olmadığımız, varlığından bile haberdar olmadığımız bir kitap elimize gelir ve önemli bir kitap olduğunu hissederiz. Böyle oldu. İsmail Habib’in yazdığı 2 ciltlik Avrupa Edebiyatı ve Biz adlı bir kitap. 1941 yılında, İstanbul’da  Sertel Matbaasında basılmış. Birinci cilt 575, ikinci cilt 634 sayfa. Toplam 1209 sayfa. Bunu özellikle belirtmemin nedeni şu: Kitap her ne kadar Avrupa Edebiyatı gibi bir başlık taşısa da neredeyse yarı yarıya bir tarih kitabı. Özellikle, eski Yunan, Roma dönemi ve Hıristiyanlık ve Müslümanlık tarihi ile ilgili kısımlar çok kavrayıcı ve dönemin edebi kişileri ve eserleri ile ilgili bilgilere tarihsel bir zemin kazandırmak açısından çok doyurucu. Ama asıl ilginci birinci cildin başında söylenenler: “Bu iki kalın ciltlik kitap sadece bir çizgidir. Yunan ve Latin’den başlayarak Orta zaman Hıristiyanlığında kısa bir zikzak yapıp İslam medeniyetinde uzunca helezonlar çevirdikten sonra Rönesanstan bugüne kadar Avrupa ile bizi göstermeye çalışan bir çizgi. Bu çizgi bugünün Türk genci için asgari bir kültür ölçüsüdür. Garbı ve bizi bu çizgicik kadar bilmeyene, ne diyelim, pek öyle münevver denemez.”  İnsan bu satırları okuyunca ürküyor ve üzülüyor. 1940’larda çıtanın bu kadar yüksek tutulmasına sevinirken, bugün doktora düzeyinde (kendimi de katarak söylüyorum açıkçası) bu çizginin çok aşağısında insan yetiştiriyor olmak o oranda üzücü. İlyada’ dan başlayıp Platon, Sokrat ve  Vergilius’dan devam edip Yunan Medeniyeti’nin Kuvveti ve Zaafı gibi bir bölümün ardından Hıristiyanlığın doğumu ve değişimini aktarıp, sonra İslamiyet’in doğumu, Mekke ve Medine safhaları üzerinde durduktan sonra Kelam ve Gazali gibi bir bölüme, oradan Rönesans Edebiyatı’nı ele alıp, her dönemin ünlü edebi ve tarihi kişilikleri ve eserleri üzerinde hakkıyla durup, sonrasında İngiltere, Fransa ve Almanya başta olmak üzere yakın dönem edebiyatının geniş bir panoramasını çizen kitap, şaşırtıcı bir doygunlukla ve kapsayıcılıkla bir münevver (aydın) için çok geniş bir çerçeve var ediyor. Bize de kısaca şunu söylüyor: Hiçbir şey bilmiyorsun! İşte şimdi kesinlikle en azından bir şey bildiğimi biliyorum. Olağanüstü ve benzersiz bir kitap. İnternette yok, kitapçılarda yok, sahaflarda yok, hafızalarda yok. “1940’lar”, savaş ve siyasal dönüşümün sancıları arasında edebiyat-sanat ve bilim düzlemi ihmal edilmiş bir dönem olarak şekilleniyor böylece zihnimizde.

179- Bukowski, Paul Aster ve Yalçın Küçük…Yeni kitapları çıktıkça hiç düşünmeden satın aldığım ve okuduğum 3 yazar.  Bukowski’nin Türkçe’ye epeyce bir kitabı çevrildi ve yayınlandı. (Hala Türkçe’ye çevrilip yayınlanmış öyküleri var ama!) Dolayısıyla yeni bir Bukowski kitabını kitapçı raflarında bulmak zorlaştı. Ama geçenlerde Flaneur Yayıncılık, Bütün Atlar Kaybetmeye Koşar  adında bir çizgi roman yayınladı. Bukowski’nin 8 öyküsünü Malthias Schultheiss çizmiş. Çizgiler de senaryo da harika. Öyküler zaten öyle. Çoğunu hatırlıyor insan okudukça. Örneğin İki Ayyaş adlı ilk öykü… Usta işi çizgiler ayrıca hem Bukowski imajıyla hem de öykülerin yaydığı felsefi-edebi etki ile uyumlu. Hüzün, acımasızlık ve yer yer mizah kokan çizgiler bunlar. Tekrar okunmayı hak eden öykü ve çizgilerle Bukowski’yi anmamiza  neden olan bir kitap oldu.

180- Çoğu büyük yazarın, sanatçının, bütün coşkusunu, yaşam enerjisini, ruhunun bütün renklerini eserine yedirdiğinde geriye et ve kemikten oluşmuş dünyevi kişililiğinden bir posa kalır. İçki, uyuşturucu, intihar denemeleri, günlük yaşamdan ve insanlardan uzaklaşma gibi eğilimler kaçınılmaz olur. Bukowski, Basquiat, Van Gogh, Hemingway, Jackson Pollack, Mozart  ilk aklıma gelenler. Çoktan esere yedirilmiş “taşıyıcı” güçler, sıradan günlük yaşamı sürdürecek enerjiyi olanaksız kılar. Geriye ayak uyduramamanın, sapkınlığın, gizlenemeyen acının türevleri ya da uzun süre oynanmak zorunda kalan “normallik” rolünün ek acısı kalır. Ruhun eserde var olması, bedeni geri plana atar, çürütür ve her türlü zayıflığın kollarına bırakır. Günlük yaşamda sürdürülebilecek normal bir hayat kalmaz.

Paul Auster, büyük yapıtların yazarı olarak neredeyse istisnai olarak günlük yaşamında da bir arıza çıkarmadan kalabilmiş ender büyük yaratıcılardan biri. Yürüyen, normal görünen bir evliliği ve kendi hayatı var. Bence hem başarılı bir yaratıcılık gösterip hem de günlük yaşamda büyük ölçüde “normal” kalabilmek büyük başarı. Üstelik dünyanın bir ucundan Türkiye ile ilgilenen ve hepimizin her an hissettiği post-modern faşizmin yürütücülerini açıkça eleştirmekten çekinmeden, gerçek bir entelektüel duruş sergileyerek gerçekleştiriyor bu başarısını. Ama Paul Auster, bana göre son 3-4 kitabıyla bir düşüş içindeydi ve nihayet İç Dünyamdan Notlar  ile bizi yeniden eski Paul Auster havasına sokacak bir kitap verdi. Bir otobiyografi. Ama Paul Auster’in özlediğimiz üslubunu, neşesini, hüznünü ve edebiyatçı kişiliğini getiriyor bize. Çok daha önce Cebidelik ile hayatının bir bölümünü, parasız günlerini ve tutunma çabasını aynı çerçevede aktarmıştı bize. Yine bitmesinden duyacağımız korkuyla başlamakta zorluk çektiğimiz bir kitabın kokusunu alıyor insan böyle kitaplar çıkıp geldiğinde. Güzel bir okuma lezzetini bulacağınızdan eminsinizdir. Kesinlikle yaşayacağınızı bildiğiniz mutluluk anlarının beklentisiyle başlayacağınız kitaplardan biri. Bu yüzden başlayamadım henüz. Arada karıştırıyorum. Satırlar arasından bir kitapseveri büyüleyen, sarhoş eden tadın ipuçları fışkırıyor. Bitmesin diye kapatıyorum. Ama özel bir anda okuyacağım. Özel bir anda açmak isteyeceğiniz bir şarap şişesi gibi. Ya da bir filmde de denildiği gibi açıldığı anı zaten özel yapacak bir kitap (şarap) karşımızda.

Çok basit bir niteleme olacak ama Amerikalı yazarların 60’lı yaşlarında farklı bir boyuta geçtiklerini düşünüyorum. Olağanüstü edebi kişiliklerinin filozofik bir dalı çiçek açıyor geçerken sanki. Paul Auster’de de bunu görüyorum.

181-Ama bu üç yazarı ne zaman anımsasam, ne zaman yeni yapıtlarını elime alsam diğer tutkunu olduğum yazarın, Yalçın Küçük’ün yeni bir kitabını ararım. Nihayet Hoca özgürlüğüne kavuştu ve sanıyorum ki bizi en kısa zamanda yeni kitaplarıyla buluşturacak. Yalçın Hoca… Yeni bilgi kıtaları keşfetmekten bıkmayan büyük yol gösterici. Bizi yine eşsiz okuma serüvenleri ve karanlıkların, duvarların yıkıldığı yolculuklar bekliyor. Bu kez ortaçağın şekillendirdiği dini tutuculuğa son darbeleri indirecek yapıtlar gelecek sanıyorum.

182-Okuma tutkunları için araya yıllar girdikten sonra bile unutulmayacak, her zaman dönülmek istenecek kitaplar vardır ve Dostoyevski’nin kitapları da böyledir. Kısa bir otobüs yolculuğuna bile sığabilecek bir okuma süreci için en uygun kitaplarından biri olan Beyaz Geceler’i bitirmem sadece bir saatimi aldı. Bu uzun öykünün temel çatısını hatırlıyordum elbette. Hatta romanın son bölümünde her okuyanın yaşayacağını düşündüğüm hafif kızgınlıkla karışık acıyı, belki de yirmi yıl öncesinden kalmış bir kötü anı gibi duyumsuyordum. Buna rağmen genç bir üniversite öğrencisi olduğum döneme ait, sanırım klasik yapıtları ilk kez okuyan çoğu insan gibi,  olay örgüsünü ön plana çıkaran bu  okumadan farklı olarak bu kez kelimeleri, cümleleri, diyalogların yapısını ve okuduğum sayfalardan yayılan anlamın yoğunluğunu öne çeken bir okuma süreci yaşadım. Ama ilk okuduğum yıllarda bana Dostoyevski’nin diğer yapıtlarına doğru muhteşem bir yolculuğun kapılarını açan bu küçük kitabı bitirdiğimde bu kez farklı bir lezzeti yakaladığımı söyleyebilirim. İnsan yaşlandıkça klasik eserlerin bıraktığı tadın da değişeceğinin bilincindeydim, ama bu okumayla bunu somut bir biçimde yaşadım diyebilirim. Öncelikle Dostoyevski’nin insanı, gerçekten de olması gerektiği gibi, büyük sanatçıların bize her defasında sunmayı başardıkları gibi, bütün karmaşıklığıyla, basitçe kategorize edemeyeceğimiz bir bütünlükle sunduğunu söylemek isterim. Aslında Dostoyevski’nin belki de bütün büyük yaratıcıların en büyük sorunu olarak karşımıza çıkan, basit ihtiyaçlar için türetilmiş dillerin basit simgeleri olan, ama ne yazık ki aynı zamanda da elimizdeki tek araç olan, sözcükleri kullanarak, insanın iç büyüklüğünü, önce (düşünerek) kavramaya, sonra da (yazarak) aktarmaya çalışmak gibi, hep bir yönüyle eksik ve başarısız kalmaya mahkum bir çabanın yine de en yetkin örneklerinden birini üretebilmeyi başardığını bir kez daha gördüm diyebilirim. Büyük bir şiirin bütününden yayılan bir imge, bir buğu gibi, Dostoyevski’nin sözcüklerinde de insana ilişkin, atomlarına ayrılamayacak, kavramlara dönüştürülemeyecek, duygusal bir derinliğin görkemini, bir bütünlük duygusunun gücünü hissediyor insan okudukça.  Bir biçimde insanın kavranmaya uygun olmayan çok köşeliliğini, anlatılamazlığını yüzümüze vuruyor sanki. Rönesans ressamlarının insan tenine en uygun, en gerçekçi renk tonunu bulmak için önce soğuk renklerle bir astar hazırlayıp sonra bu alt tabakaya sımsıcak renkleri yerleştirmesine benzer biçimde, insanın çelişki gibi görülen davranışlarını, sözcüklerin yetersizliğini ve sınırlarını aşarak sunmayı başarıyor. Örneğin öykünün kadın kahramanı Nastenka’nın şu sözlerine bakalım: “Onu daha çok sevmekle birlikte, siz daha iyisiniz.” (Beyaz Geceler, Mehmet Özgül çevirisi, Can Yayınları, 2. baskı, 1982, s. 71) Burada “saçmalamış” diyemeyiz. İnsan gözü bir rengin 17.000 değişik tonunu ayırt edebiliyormuş. Dostoyevski de, bizi önce insan duygularının, yönelişinin,  kısaca insan dediğimiz varlığın, neredeyse renk tonları gibi sonsuz dar aralıklardan oluşmuş bir bütün olarak yer aldığı bir evrene çekip sonra o kesitlerden birini göstererek, sadece bir andaki, bir kesitteki, sadece bir renk tonundaki insanı ele veren sözcükler ve cümlelerden oluşmuş bir imge türeterek, insanın sonsuz zenginliğini, var olacağı (gösterilebileceği) tek alan olan sanat (edebiyat) alanında yaratmayı başarıyor.

Bir başka cümle daha: “Onu seviyorum, ama geçer bu, geçmesi gerek, geçmemesi olanaksız. Hatta şimdi de geçmiş olduğunu hissediyorum… Belki bugün sona erer. Neden mi? Çünkü ondan nefret ediyorum.” (s.82)

Şimdi, cümlenin başında “seviyorum” diyor, ama sonunda “nefret ediyorum” a geliyor, Nastenka. Bu nasıl olabilir? İkisi nasıl aynı anda gerçekleşebilir? Çelişki mi? Yoksa, eylemin, etin ve kemiğin öne çıktığı modern zamanlara ait anlatıma göre daha zengin bir dünya mı var karşımızda?

Dil, bir canlı ise eğer, hayatının çok çok büyük bir bölümünü, insanlığın kentlere doluşamadığı, bireyin yeşeremediği, çoğalamadığı, insanın doğadan kopamadığı, hayvani yönelimin neredeyse kalıcılaştığı bir dönemde geçiren bir canlı oldu. Daha da kısacası dil, ömrünün tamamına yakın bir süresinde insanın diğer insanlarla ilişkisinin bir yönüyle sadece bir tür “alışveriş” biçiminde gerçekleştiği bir ömür geçirdi. Bir anlamda bu klişeler ve üniformalar dünyasında,  görme duygumuzdaki hassaslığa paralel biçimde, duygusal-düşünsel varlığımızın nüanslar ya da kişisellik göstermesine olanak ve gerek yoktu. Bireyin doğuşu, kelimelerin anonimliği ile biricikliğimiz arasında büyük bir açıklık yarattı. İnsanın buna yanıtı kelimeleri yan yana koyarak bu biricikliğe uygun imgeler yapabilmek oldu. Büyük sanatçı, bu yetersizlikten insanı zenginleştirecek, daha doğrusu o zenginliği gösterecek yeni bir tür sonsuzluk yaratmayı becerdi. Dostoyevski bana bunları düşündürttü.

183- Charles Dickens’in uzun öyküsü Denizden Gelen Haber’i okumam da yaklaşık elli dakikamı aldı. Klasik yapıtların hemen hemen tamamında doğaya ilişkin anlatımlar önemli yer tutuyor. O dönem kentlerin bugünkü kadar doğanın kuşatmasından uzak, beton bina yığını yapılar olmaması, kent insanının bugünkü kadar doğadan kopuk olmaması, doğa betimlemelerine ait bölümlerin en azından öykü ve romanların giriş bölümlerinde belli ölçüde de olsa var olmasına neden olmuş. Bugünün kent insanı doğayı böyle dolaysız algılayamıyor artık.

184- Joseph Conrad’ın Gençlik adlı  uzun öyküsünü, bir süredir oluşturduğum “küçük klasikler” başlıklı okuma listemin bir parçası olarak okudum. Dostoyevski ve Dickens’ten sonra Conrad da benzer bir tat bıraktı bende. Özellikle denizcilik yaşamına bizi çeken imgelerin edebi metne yerleştirilişi ve bu imgelerin oluşumunda önemli yer tutan denizcilik terimlerinin kullanılışı, hiçbir yapaylık duygusu uyandırmadan, hikayeyi kalın bir gerçekçilik düzlemine oturtmayı başarıyor bu eserde. Büyük yazarlara has kıvraklık, kurguyu cesurca biçimlendirebilme yeteneği, kişilerin çizilişindeki ustalık, hepsi Conrad’ı yüceltiyor ve diğer eserlerinin de peşine düşmemize neden olacak bir heyecan uyandırmayı başarıyor.

Çoğu kısa romandan çok uzun öykü diyebileceğimiz eserleri, ara vermeksizin, bir oturumda okumaya çalışıyorum. Bir bakıma bir deney, bu yaptığım. Gerçekten de okumayı seven insanlar olarak çok nadiren bir eseri bir kerede, hiç ara vermeksizin okuyabiliyoruz. Bu okuma eyleminin giderek bir tüketim eylemine dönüşme riskini de taşımasıyla ilgili.

Şehir içi otobüslerde ya da metroda yaptığımız okumalara karşı değilim, ama bu tür okumalar sistemin bize bıraktığı boşlukları doldurma çabası olarak bir anlamda sisteme uymanın bir değişik biçimi haline geliyor. Oysa okumaya ayrı bir zaman ayırıp, diğer faaliyetlerimizi bu süreye göre biçimlemek çok sık yapmadığımız, yapamadığımız bir eylem. Bu bir boyun eğmedir. Bunu tersine çevirmek ve kesintisiz bir okuma eylemi için kitaplaşmış ama hacmi dar olan eserlerden kısa bir liste yaptım. Şehirlerarası otobüs yolculuklarında, bitirmeden elimden bırakmama kararlılığıyla kapaklarını açıp okumaya başlıyorum.

Kesintisiz okuma, normal okuma eyleminden farklı. Sonuçları da farklı. Hem okuma eylemini yaşamımızı sürdürmek için gerekli ve maalesef öncelikli eylemler ya da faaliyetler arasına sıkıştırmıyoruz, hem de edebi bir eserden alacağımız hazzı ya da çıkaracağımız sonuçları daha katışıksız, eser dışındaki etkileri en aza indirerek almış oluyoruz. Elbette sadece okumaya ayıracağımız günler, haftalar olsa iyi olurdu. Şimdilik saatlerle idare ediyorum. Ama bu deneyim, örneğin Proust, Savaş ve Barış ya da Don Kişot gibi daha uzun okumalar için kesintisiz okumaya  uygun bir zaman arama çabasını da zorlayacak gibi görünüyor. Sadece yemek yemek, tuvalete gitmek dışında bölünmeyen bir okuma maratonu… İşten, zorunlu faaliyetlerden uzakta yeni bir izin ya da tatil türünü var etmeye çalışmak… Hayali bile güzel.

Yeni kitaplarla devam etmek üzere...

Dr. Ali Ulvi Özdemir

Gerçekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM