Cumhuriyet’in kültürel ve ideolojik alandaki en önemli atılımlarından olan Köy Enstitüleri, emperyalizm destekli "yerli ve milli" gericiliğin saldırıları neticesinde çok uzun süre ayakta kalamasa da, hem bu kurumlarda yetişen aydın öğretmen kuşağı hem de onların eğittiği gençlerin birikimi, belki de son birkaç on yıla gelene kadar ülkemizde okuyan, yazan, düşünen herkesçe duyumsandı.

Enstitülü kuşağa mensup olanların meslek yaşamları kovuşturma, soruşturma, sürgünlerle geçti ama onların kalbi hep güneşli güzel günlerin heyecanıyla attı.

Ürettikleri, yazdıkları, söyledikleri ile siyaset ve ekin dünyamızda köşe taşı olan ve bizlere rehberlik eden Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Dursun Akçam, Emin Özdemir, Osman Şahin gibi değerli kalemler, aydınlanma mücadelesi geleneğimizde önemli bir yer edindiler.

Onlardan birisi de asıl adı Garip Tatar olan, tıpkı diğer yoldaşları gibi, köylülüğün, yoksulluğun ve yoksunluğun içinden Cumhuriyet’in uzattığı ele tutunarak çıkmaya ve bu ülkenin çocuklarını da çıkarmaya çalışan Ümit Kaftancıoğlu’ydu.

1935’te Ardahan’ın Hanak ilçesine bağlı Koyunpınar köyünde yedi çocuklu bir ailenin üyesi olan ve “insan olduğumuzu orada anladık” dediği Cılavuz Köy Enstitüsü’nde dünyayı öğrenmeye başlayan Kaftancıoğlu, Demokrat Parti döneminin en sert en baskıcı yıllarında Mardin’in Derik’ine atanır.

Burada anmak istediğim romanı Tüfekliler de yazarın bölgede geçirdiği üç yılın tanıklıklarının oldukça gerçekçi, politik izdüşümüdür zaten.

TÜFEKLİLER ROMANININ KONUSU

Romanın ana karakteri olan Fevzi, Raskolnikov’la mukayese edilir romanın ilk cümlesinde. Ülkesine, geleceğe, halkına, kendine ilişkin hayalleri olan bu köy çocuğu, atamasının bildirildiği kâğıda bakarken artık o yoldaki ilk ve en önemli adımı attığını düşünür. Ancak hiçbir şey umduğu gibi olmayacaktır. Zaten romanın ilk bölümünün başlığı da belki bu yüzden “yolun sonu”dur.

Borç harç bulunan parayla görev yerine ulaşan Fevzi, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen, kendisi gibi yoksul ve hayalci, yeni atanmış genç öğretmenlerle bol akrepli bir bekâr evine sığışır. Bakanlık onlara aylarca maaş bağlamaz. Gittikleri okulun müdürü, kentin zenginlerinden borç para alıp onlara verir.

Derik, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerler gibi devlete uzak, ağalara yakındır. Fevzi, aşiretlerin bölüştüğü köylerin, üzerindeki köylülerle beraber alınıp satıldığı, cinayetlerin sıradanlaştığı bu çölde hayatı tanımaya başlar. Enstitüde öğretilenden çok farklıdır şimdi gördüğü. Orada öğretilen dünya buradakiyle bir değildir.

Cumhuriyet buraya daha uğramamıştır. Osmanlı’nın dağıttığı tapular yeni düzende de geçerlidir. Burada CHP-DP kavgaları bile hep ağaların kimi destekleyeceği üzerinden şekillenir. Çünkü ağa demek, köylü demektir. Ağanın desteğini almak, köylülerin desteğini almaktır.

Anlatıcı-yazar bu danışıklı dövüşü şöyle not ediyor: “DP 1950’de çoğunluğu alınca, birçok ağa CHP’den ayrılmıştı. DP ağalar kal’ası olmuştu. CHP bu kez ‘DP ağalık düzeninin savunucusudur!’ demeye başlamıştı. Oysa, CHP eski yapısıyla, ağalık düzeninin savunuculuğunu kimseye kaptırmamıştı. Ecevit’in, yenilenme çabalarından önce CHP çürük bir ağaçtı. Osmanlı yönetiminin diktiği çürük çınarlar, içi boş…”

Başka bir yerde de yazar, vatan toprağının ağa mülkü haline getirilmesine ilişkin şöyle söylüyor: “Türkiye Cumhuriyeti devleti, bin memeli anayı, üç ağaya nikâhlamış durumdaydı. Tanığı da kendisiydi devletin. Devlet bir çeşit aracıydı, bin memeli ana için: ‘Gel, diyor ağalara, gel bu dişi senin, istediğin gibi, gece gündüz, damarların doldukça boşalt’ diyordu.”

Ümit Kaftancıoğlu’nun görerek, yaşayarak öğrendiği ve 1974’te kaleme aldığı gerçeklerin, politik düzlemde bugün bile henüz idrak edilememiş olması, bence ülkemizin soluna çok şey kaybettirdi. Bugün dahi maalesef ülkemizdeki bütün kötü gidişin 14 Mayıs 1950’de başladığını iddia edenler var.

Bu vesile ile yazarın sonuç olarak not ettiklerine ilişkin teorik düzlemde birkaç cümle etmek gerekirse şunu söylemeliyiz ki "Kemalist devrim"imiz, tüm geç dönem demokratik devrimler gibi, kapitalizmi aşmak gibi bir ufka sahip olmadığı için, zamanla, az da olsa mevcut anti-emperyalist, feodalizm karşıtı yönlerini de yitirmiş, gericiliğe teslim olmuştur.

Açıkça belirtmeliyiz ki CHP hiçbir zaman kimsesizlerin kimsesi değildi. Burjuva karakteri nedeniyle işçilerin ve köylülerin partisi haline gelemedi. Milli mücadele yıllarından başlayarak bugünlere dek patronlara, ağalara, şeyhlere verilen tavizler önce bu partiyi, sonra Cumhuriyet’i ele geçirdi.

Bunu bilimdışı gerekçelerle yadsıyanlar, o dönemki adıyla "Dersim" bölgesinde 1938’de yaşananları feodaliteye karşı mücadele olarak değerlendirip “ilerici” bulanlar, aynı devlet aygıtının neden Urfa, Diyarbakır, Mardin ağalarına hiç dokunmadığını asla açıklayamazlar.  

Az evvel söylediğim üzere, CHP’nin aslında toprak reformu yapacağını ama Menderes’lerin buna engel olduğunu düşünen kesimlerin bugün bile var olması düşündürücüdür. CHP, 1950’deki seçimleri kazansaydı da toprak reformu yapamazdı… Daha tuhafı mı? Bugün dahi "Kürt sorunu" başta olmak üzere ülkemizin kronikleşmiş sorunlarının çözümü için toprak reformuna ihtiyaç olduğunu iddia edenlerin bulunmasıdır. Türkiye ve dünya ekonomisinin geldiği yerde, bu kadar kalabalık bir nüfusla, tarımın tasfiyesine, tohum tekellerine karşı mücadele etmek için gerekli olan, zaten yapılması imkansız olan toprak reformu sayıklaması değil tarımda kolektivizasyondur; ulusal, planlı ve ekolojik üretimdir.

ÜMİT KAFTANCIOĞLU'NUN YANLIŞI

Kaftancıoğlu’nun hakkını teslim ettik, yanlışını da söylemeliyiz. 1974 senesinde, Bülent Ecevit’in solcular ve emekçi halk için olumlu duygu, düşünceler ifade etmesi ve yazarın da bundan etkilenmesi bir yere kadar anlaşılır. Ancak Ecevit’in Türkiye’nin en tutarlı antikomünistlerinden olduğunu, dahası İsmet Paşa’nın ürettiği “ortanın solu” kavramının altını ideolojik olarak doldurarak, her ne kadar ezilenlerden yana bir imaj yaratmış ve teveccüh görmüş ise de egemen sınıfların Batıcı-laik fraksiyonunun sesi olmaktan öte bir işlevi olmadığını not etmeliyiz.

Ümit Kaftancıoğlu’nun Tüfekliler romanı, gerçekçi ve sert üslubu, az bilinen halk deyimlerinin bolluğu, köy hayatındaki kadın-erkek ilişkilerinin en çıplak hali ile resmedilmesi kadar, bize yukarıda söylediklerimizi düşündürtmesi yönüyle de fazlasıyla önemlidir.

Romanda, bu düzenin böyle devam etmemesi gerektiğini düşünen; ama devletin ve ağaların, tüfeklerin gölgesinde elleri kolları bağlı gençlerin düşünsel arayışlarının ilerleyen yıllarda Türkiye İşçi Partisi’ne sempatiye dönüştüğünü anlattığı bir bölüm var ki o da oldukça değerli. Çünkü… Yüzyıllardır yoksul, ezilen, sömürülen Kürt halkının itirazlarının etnikçi-feodal ama modern görünümlü savaş örgütlerince emilip etkisizleştirilmediği dönemler gerçekten de oldu bu ülkede evet. Dil, din, mezhep, etnisite gibi modernite öncesi unsurların toplumsal mücadele alanına taşınmadığı; sosyalizmin bütün Türkiye halkları için ortak bir mücadelenin pusulası olduğu zamanların üzerinden sadece otuz kırk yıl geçti. Bunu unutmayalım ki umudumuzu kaybetmeyelim.

Kaftancıoğlu, Tüfekliler’e konu olan Derik’teki köy öğretmenliği yıllarının ardından, Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü'nün Edebiyat bölümünü bitirerek Rize'nin Pazar ilçesi ortaokulunda Türkçe öğretmenliğine başlar. Sonrasında TRT’ye, Köy Yayınları bölümüne girer. "Gerçek edebiyatın halkın ağzında, dilinde olduğunu bilmeliyiz. Halkın sözlü edebiyatını yazıya geçirecek, değerlendirecek olanlar da halk çocuklarıdır." diyen Kaftancıoğlu, Anadolu'yu gezerek yaptığı derlemelerle halkın sözlü edebiyatını, türkülerini yazıya döker.

12 Mart Muhtırası’nı izleyen süreçte, Nihat Erim’in baskısı ile bu görevinden alınır ve İstanbul Radyosu Kültür Yayınları’nda görevlendirilir. Bireysel edebi üretimleri gibi TRT için yaptığı programlar, röportajlar da ses getirir. Halkın binlerce yıllık mücadelesinden süzülen destanlarını bu çağa taşır Kaftancıoğlu. Ülkemiz çocuk edebiyatına da nitelikli katkılarda bulunur.

Enstitülü bir öğretmen, bir Anadolu aydını olarak içinden geldiği toplumsal gruba da iltimas göstermez. Alevilik adına kendi kast tabakasını üreten inanç sömürücülerine laf etmekten kaçınmaz. 1972 tarihli, ödüllü Hakullah adlı röportajında bu konuya eğilir. Ve şöyle der: “Biri çıkmış minbere sömürmüş, biri çıkmış posta sömürmüş, biri cübbe giymiş, biri ‘Ehli sünniyiz’ demiş, biri Aleviyiz demiş, sömürmüş. Yönü ne olursa olsun sömürüye karşıyız.”

1980’in Haziran‘ında, (kendisi öldürüldükten sonra yayımlanacak) Varlık röportajında, “Asıl amaç, varacağımız insandır; onu ayakta tutmak için gösterilen çabadır, değnektir, dayanaktır, çarktır sanat, ötesi boş… Benim görevim, uygar olmayan, hakkı yenen, ezilen insanlara haykırmak, elinden tutmaktır. Gerekirse ölmektir.” diyen; Köroğlu’nun, Karacaoğlan’ın, Pir Sultan’ın çağdaş sesi, halk bilimci, yazar, değerli aydın Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980’de evinin önünde katledilir.

NATO’nun ülkemizdeki emek, bağımsızlık, aydınlanma mücadelesine karşı bir kontra terör yapılanması olarak görevlendirip yönettiği CIA milliyetçisi partinin genel başkanı olan A. Türkeş, 10 Nisan günü düzenlediği basın toplantısında, Kaftancıoğlu’nun Altın Ekin adlı kitabını göstererek “Böyle komünizm propagandası yapan insanlar hâlâ aramızda.” demiştir.

Benim için Türk edebiyatının en büyük yazarlarından olan, Yaşar Kemal’in hep söylediği gibi “su katılmamış devrimci bir kahraman” Hasan İzzettin Dinamo’nun, “Yağmursuz, bakımsız, çorak, çöl, ekmeksiz güneyin çileli halkının Âdem Baba zamanından kalma çilesini öğrenmek isterseniz okumalısınız.” dediği ve yazarının “Bırakılan, duvar deliklerine sokulan namlular, tüfekler, tabancalar ne zaman çıkarılırsa, ne zaman hep birden, aralıksız, acımasız, bilinçle birleşir, bir amaçta, bir düşüncede birleşir patlarsa o zaman geniş günler, güzel günler, kurtuluş gelecekti, doğacaktı.” diyerek bitirdiği Tüfekliler romanı vesilesi ile Ümit Kaftancıoğlu’nu ve mensubu olduğu, çok değerli aydınları anma fırsatı bulmuş olduk.

Roman, geçtiğimiz Nisan ayında Ayrıntı Yayınları’nca basıldı. Kaftancıoğlu’nun diğer eserleri de yayınevince yayımlanacak. Bunu önemli ve değerli buluyorum. 

Ama…Türk’e, Türk sözcüğüne, Türk edebiyatına ilerici-politik gerekçelerle değil, neoliberalizmin çürümüş ideolojik cephaneliğinden devşirilen teorilerle ve sivil toplumcu aydın müsveddelerinin ürettiği ikinci el söylemlerle savaş açan şair-yazar unvanlı sefillerin son icadı olan ve bu yayın evinin alamet-i farikası “Türkçe Edebiyat” başlığını Ümit Kaftancıoğlu’nun eserlerinin üzerinde görmeye üzülmeden de edemiyorum.

CANAN KAFTANCIOĞLU'NA BİR ÇİFT SÖZ

2005’te, kendilerine CHP’yi düşman seçerek siyasete soyunan, Deniz Baykal’ın tasfiyesinin ardındansa CHP’ye katılan 1o Aralık Hareketi’nin en önemli kişilerinden Oğuz Kaan Salıcı’nın araladığı kapıdan 2011’de bu partiye giren, girdiği günden beri hep yöneticilik yapan ve kısa sürede de İstanbul örgütüne hâkim olan, Ümit Kaftancıoğlu’nun oğlunun eşi Canan Kaftancıoğlu’na da bir çift söz etmeden bitirmek istemiyorum.

Kendisi, 9 Ocak 2013’te şöyle bir tweet atmış: “Ümit Kaftancıoğlu'nun, Tüfekliler isimli romanında öğrencisi Ahmet Türk ve Kastro Kanco'yu anlattığını biliyor muydunuz?”

Ben anmaya gerek duymadım, evet yazar Derik’te öğretmenlik yaptığı yıllardan izler taşıyan bu romanında, bölgenin en güçlü ağalarından birinin kardeşi olan, Fevzi karakterinin öğrencisi, sonraki yıllarda siyasette boy gösterecek Ahmet Türk’ten sıkça bahsediyor.

Evet, bunu yapıyor ama Canan Heval’in söylediği gibi Ahmet Türk’ü anlatmıyor. Onun ağabeyinin ve onun gibi diğer ağaların Osmanlı’dan bu yana sahibi olduğu topraklarda, devletin de desteğiyle, yoksul Kürt halkının nasıl sömürüldüğünü anlatıyor!

Sonuç mu? Demek ki her akla geleni sosyal medya denilen çöplükten paylaşmamak gerekiyor. Çünkü, az belki fakat, bu ülkede okuduğunu anlayanlar da bulunuyor.

Tüfekliler, Ümit Kaftancıoğlu, Ayrıntı Yayınları İst. 2020

Alper Erdik
Gerçek Edebiyat

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)