Türk tıp tarihi esasları / Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk
Mevlana'nın da torunlarından sayılan Prof. Dr. Nafız Uzluk Türk tıbbının unutulmazları arasındadır. Onun yazdığı makaleler Türk Tarih Kurumunca5 cilt olarak yayımlandı. Aşağıdaki yazı Tıp Tarihi adlı 1. ciltten alınmıştır.
Türk tababetini 4 büyük bölüme ayırmak suretiyle tetkik etmek icap eder: I - İslam olmadan önce II - İslam olduktan sonra III - XVIII’inci asırda garp kitaplarından tercümeler suretiyle IV - XIX'uncu asırda tamamen Avrupa metotlarıyla Orta Asya Türklerinin İslam olmadan önceki tıbbi bilgilerine ait kaynaklar vardır. Animist tababete salik idiler. İslamiyet'i kabulden sonrada Türklerin İslam tababetindeki rollerini tebarüz ettirmek konumuzun dışında ise de İslam tıbbı, kuruluşundan itibaren layıktır. Garplıların yanlış olarak Arap tıbbı dedikleri İslam tıbbı ırk itibariyle Arap olmayanlardan Hıristiyan, Musevi ve muhtelif kavimlere mensup Müslüman tarafından kurulmuştur. Müslüman Türkler, Arap isimlerini hatta Arap usulünde cümleleri kabul etmeleri dolayısı ile İslam tıbbının yüce hekimlerini Türk, Arap, İranlı, Yahudi, gibi sınıflara ayırmamıza çok kere imkân vermiyor. XII'nci asırda Türkçe kitaplar gördüğümüz halde tıp kitapları ancak XIV'üncü asrın ortalarına doğru yazılmaya başlanmıştır. XII-XII’üncü yüzyıllarda Anadolu Selçuklularının Arapça mühim ilim ve tıp kitapları Farsçaya tercüme ettirdiklerini bulmaktayız. Bu sebeple Türk hekimlerinin ekserisi eserlerini bu dillerde yazmışlardır. Binnetice milletlerarası ilimler âlemi bu hekimleri ve eserlerini bu dillerin etronolojik çevresinden mütalaa etmektedirler ve Orta Asya'da mevcudiyeti gayrikabili inkâr olan Türk tıbbını meşhur ve maruf olan bu iki Arap ve İran medeniyetine mal etmektedirler. Fakat 1071 Malazgirt meydan muharebesinde Bizanslılara karşı muzaffer olup Anadolu'ya yayıldığımızdan bugüne kadar intilâd eden 9 asırlık zaman zarfında Türk'ün bu yeni ana vatanında, üzerinde durulması icap eden değerli bir tıp tarihimiz vardır. Selçuklular İmparatorluğu'nun 1308'te yıkılmasından sonra Farsça da onlarla birlikte resmi dil olmaktan çıkmıştır. Selçuk devrinde hekimler tıbbi eserlerini Arapça yazmışlardır ve bu devirde edebiyat dili, hatta devletin resmi dili olarak, Farsça kabul edilmişti. Fakat XIII'üncü asrın sonlarından itibaren Karamanoğulları'nın rehberliği ile dil bahsinde bir Türkçülük cereyanı uyanıyor ve bu cereyan Osmanlıların ilk teşekkül devirlerinde, XIV'üncü asırda, daha da gelişiyor ve Türkçe yavaş yavaş, resmi ve edebi dile hâkim oluyor ve Türkçe telif, tercüme ve adapte eserler yazılmaya başlıyor ve bu usul XIX'uncu asra kadar devam ediyor. Selçuk devri, Anadolu Beylikleri ve Osmanoğulları hekimlerinin bir kısmı klasik mahiyet taşıyan - ve Arapça ve Türkçe olarak kaleme alınmış- bu yazma eserlerinin birçoğu elan İstanbul, Anadolu ve hatta birçok milletlerin kütüphanelerinde mevcuttur. İlk Türkçe tıp kitabı XIV'üncü asır ortasında Ege Denizi kıyılarında Aydınoğullarından olup 1349'da ölen Bahaeddin Umur Paşa'nın emriyle yazılmış bir kitaptır. Aslı İbni Baytar'ın Camiü'l-Müfredatül Edviye Agdiye nam Arapça eserdir. Bunun mufassal ve muhtasar iki tercümesi bulunmaktadır. Kâmilü's Sınâa da bu asırda Türkçeye çevrilmiştir. Orta Çağ'da garple olan ticari münasebetlerimiz dolayısıyla, bazı garp ilaçları memleketimizde de tanınır hatta tek tük garplı hekimlerle temas mümkün olursa da XVIll'inci asra gelinceye kadar Türk tababetinde şark ve bilhassa İslam tababeti esasları hâkimdir. İslam tababeti teamüllerine göre kurulan Türk hekimliği daha XVl'nci asrın başlarında Avrupa'nın yatro-chimie diye her tarafta lehinde ve aleyhinde cereyanlar uyandıran yeni usuldeki gelişmesini Türkiye'de korumaya çalışmışlardır. Suriye'deki hekimler Latin diliyle daha sıkı ve daha yakından temasta oldukları için tıpkı Abbasilerde olduğu gibi Avrupa hekimliği Latinceden Arapçaya tercüme ediliyor. Bu lisanı Türk medreselerinde iyi öğrenmiş olan Türk hekimlerinin kalemiyle dilimize döndürülüyordu. Halepli Nasrullahoğlu Salih'in (ölümü 1669) Arapçaya Letinceden Tıbb-ı Cedid-i Kimyaf kitabı Berlin Devlet Kütüphanesi'ndedir. Yine XVIII'inci asırda hassa tabiplerinden Bursalı Ali Münşi Efendi (ölümü 1773/34) tarafından Chinae-chinae kabukları hakkında Avrupa kaynaklarından bilhassa Valantini (1657-1729), Helvetius (1661-1727), Morton Richard (1637-1698), Plempius V Fort, (1601-1671), Badus (Badus - Sebastian) (1643-1704), Lorenzo (1624-1689), Thomas Sydenham gibi o çağın meşhur müelliflerinden istifade ederek, onların kitaplarını okuyarak kendi şahsi müşahedelerini katmak suretiyle her zaman için kıymetli olan bir monografi hazırlamıştır. Yine XII. asırda Konya Aksaray'ı, Akşehir, Mardin, Erzurum ve Erzincan'da, 1308'de Amasya'da birer, Selçuk darüşşifası açılmıştır. 1288'de de Sivas'ta bir darürraha inşa edilmiştir ki, bunların çoğu harap bile olsa Selçuk mimarisinin birer parçası olarak elan mevcutturlar. Sivas'taki tesisin elimize geçen vakfiyesinden bu hastanelerin zamanında tam kadrolu olarak çalıştıklarını, hekim, cerrah ve göz mütehassıslarının bulunduğunu öğreniyoruz. Ayrıca Anadolu beyliklerinden Zülkadiroğullarının 14'üncü asırda Kayseri'de yaptıkları leprozeri, Saruhanoğullerının Manisa'daki körhanesi dikkate değer. Osmanlılar Anadolu Selçukları ve Anadolu Beylikleri zamanında kurulan bu sağlık müesseselerinin vakıflarının aynen idamesine itina göstermişlerdir. Zira Osmanlıların gelişi Türk milletinin başındaki hanedanın değişmesinden başka bir şey değildir. Bunun haricinde Osmanlılar gittikçe genişleyen Türk ülkelerinde ve hastane bulunmayan Anadolu şehirlerinde sıhhat müesseseleri de kurmuşlardır. Yıldırım, Sultan Bayezid zamanında 1399'da Bursa'da bir hastane yapıldığı gibi 1470'de de Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'da bir üniversite ve ona bağlı bir hastane kurulmuştur. Rumeli'nde Türkler tarafından inşa edilen ilk hastane ikinci Sultan Bayezid zamanında 1486'da Edirne'de yapılmıştır. Yavuz Sultan Selim zamanında 1516'da İstanbul'da Karacaahmet'de bir leprozeri kurulmuştur. Oğlu Kanuni Sultan Süleyman tarafından da annesi Hafza Sultan adına 1539'da Manisa'da bir hastane, İstanbul'da (1547-48) de ikinci bir üniversite ile buna bağlı olarak geniş bir darüşşifa (hâlâ mamurdur) ve bir tıp mektebi (halen sağlık merkezi olarak restore edilmiştir), 1539'da da refikası Hürrem Sultan adına Haseki'de bir hastane yaptırılmıştır. Üçüncü Sultan Murad 1583'de annesi Nur Banu adına İstanbul'da bir hastane, Birinci Sultan Ahmet de kendi adına yapılan camii yanında 1616'da bir hastane yaptırmışlardır. Bütün bu sağlık tesisleri Selçuk vakfiyeleri esasına göre, lakin daha mükemmel bir tarzda, idare edilmişlerdir. Bu meyanda hekimler arasında hiyerarşiye de riayet edilmiştir. Tıbbi hiyerarşiler en başta gelen hekimbaşılar bugünkü sağlık vekilinin de selahiyetine haizdirler. Bunlar hem sarayın, hem de memleket sıhhi teşkilatının başıdırlar, padişah tarafından nasbolunurlar. Arasında çalışma, ilim ve dirayetleriyle mevkilerini bihakkın doldurmuş olanlar, az değildir. Ayrıca eczaneler makamında olan attar dükkânları açılmış, hekim ve cerrah muayenehaneleri tahdid edilmiş, zaman zaman hekim ve cerrahlar imtihana tabi tutulmuş ve böylece şarlatanlığa meydan verilmemiştir. Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (İBB Atatürk Kitaplığı) XIX. asırdaki askeri reformdan sonra askeri hastaneler sayısı da artmış ve bu son yapılanlarla beraber bu güne kadar yalnız İstanbul'da hastanelerin sayısı 60'ı geçmiştir. Bunlardan başka birer temizlik müessesesi olan hamamların sayısı –evler konaklar ve saraydakiler hariç- 200'den fazladır. İstanbul'a bol su temin edilmiş, evlerden başka yüzlerce çeşmeye de su verilmiştir. Şehrin temizliğine ve kanalizasyonunun inşasına halk ve devlet el ele gayret etmiştir. Bilhassa vakıflar sayesinde yaşayan imaret aşhanelerinde birçok fakirlerden maada ilim ve idare adamları da karınlarını doyurmuşlardır ki sosyal yardım tarihimizi zenginleştiren bu müesseseler yalnız İstanbul'da değil, yurdun her köşesinde ihtiyaca cevap verecek kadar çoktur. Asırlardır ki ehemmiyetlerine göre şark ve garp dillerine vakıf olan hekimler emsalleri arasında temayüz etmiş ve hatta eser sahibi olmuşlardır. Çok defa adapte eserlerinde şahsi görüş ve müşahedelerine de yer vermişlerdir. Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk Konya Ereğlisi’nde doğdu. Babası Yemen’de şehid düşen subaylardan Ahmed Hamdi Bey, annesi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin soyuna mensup Ayşe Sıddıka Hanım’dır. Konya’da idâdîyi bitirdikten sonra İstanbul’a giderek Tıp Fakültesi’ne (Haydarpaşa) girdi ve 1924’te mezun oldu. Aynı zamanda devamlı ilişki içinde bulunduğu Mevlevîlik çevrelerinde kendini yetiştirdi, Arapça ve Farsça öğrendi. Mesudiye hükümet tabipliği, Konya Memleket Hastahanesi dahiliye asistanlığı, Konya ve Aksaray sıtma mücadele tabipliği görevlerinin ardından şahsî imkânlarıyla Almanya’ya gitti (1932). Münih Higien ve Hamburg Sıcak Memleket Hastalıkları enstitülerinde Friedrich von Müller’in yanında çalışarak bakteriyoloji ve iç hastalıkları uzmanlık diploması ile başarı belgesi aldı (1935). Bu arada Eppendorf Hastahanesi’nde Schottmüller ile birlikte çeşitli araştırmalar yaptı. Yurda dönüşünde Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’ne girdi (1935). Bir yıl Trakya’da salgın hastalıklar müfettişliğinde, ardından Ankara Hastahanesi’nde görevlendirildi. 1946 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi açılınca tıp tarihi ve deontoloji profesörlüğüne getirildi. Türk Tıp Tarihi Kurumu kurucu üyeleri arasında yer aldı. Milletlerarası Tıp Tarihi Cemiyeti ile diğer bazı tıp kurum ve kongrelerinde Türkiye’yi temsil etti. Seçildiği Türkiye Anıtlar Derneği başkanlığını yirmi üç yıl yürüttü. Sağlık Bakanlığı’nca takdirnâme, Libya hükümetince “üstün başarı” madalyası ve İran hükümetince 1937’de gümüş, 1956’da altın “maarif nişanı” ile ödüllendirildi. 1972’de Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden emekliye ayrıldıktan sonra da bilimsel çalışmalarını sürdürdü. 27 Eylül 1974 tarihinde Ankara’da vefat etti ve Konya’nın Üçler Mezarlığı’nda annesinin yanında toprağa verildi. Son devrin meşhur semâzenleri arasında yer alan Feridun Nafiz, Ankara’da ağabeyi yüksek mimar Şehabeddin Uzluk ile birlikte kurduğu Uzluk Basımevi’nde yayımladığı tıp ve Selçuklu, Osmanlı, Mevlevî tarihlerine dair Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca ve İngilizce telif ve tercüme eserleriyle tanınmıştır; bunların bazılarında “Hekim Şifâî” ve “Bay Sungur” takma adlarını kullandığı görülür. Yazma ve basma eserlerden oluşan zengin kütüphanesi ve arşivi, orijinal hat ve resim koleksiyonu ile birlikte halen Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi, Konya İl Halk Kütüphanesi binasında bulunan Mevlânâ Dokümantasyon Merkezi ve İstanbul’daki Türkpetrol Vakfı’na dağılmış durumdadır (Karpuz – Şafak, sy. 11 [2003], s. 74-77). Feridun Nafiz Uzluk’un doğumunun 100. yıl dönümünde Selçuk Üniversitesi tarafından adına bir hâtıra kitabı yayımlanmıştır (bk. bibl.). Eserleri. Telif: Üretme Yerleri ve Boyalar (Ankara 1943), Laborantlara Bakteriyolojik Araştırmalar Kılavuzu (Ankara 1947), Aşılar Serumlar (Ankara 1948), Şâni Zade Mehmet Ataullah (Ankara 1951), Türkiye’de Anatomi’nin Gelişmesi ve Teşrihçi Mazhar Paşa (Ankara 1953), XVIII. Yüzyıl Türk Hekimlerinden Bursalı Ali Münşi’nin İpecacuanha Monografisi (Ankara 1954), Türk Tıbbiyesinin 748. Yıldönümü Dolayısıyla Hekimbaşı Mustafa Behçet (Ankara 1954), Fatih Devrinde Karaman Eyâleti Vakıfları Fihristi (Ankara 1958), Genel Tıp Tarihi (Ankara 1959), Atatürk Çağında Sağlık Hizmetleri ve Eğitiminde Gelişmeler (Ankara 1964). Neşir: Mecâlis-i Seb’a-yı Mevlânâ: Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü (trc. M. Hulusi, İstanbul 1937); Mektûbât-ı Mevlânâ Celâleddin (Mevlânâ’nın Mektupları, İstanbul 1937); Anadolu Selçukî Devleti Tarihi (İbn Bîbî’den trc. M. Nuri Gencosman, Ankara 1941); Dîvân-ı Sultan Veled (Ankara 1941); Selçukî Devletleri Tarihi (Kerîmüddin Aksarâyî’den trc. M. Nuri Gencosman, Ankara 1943); Târîh-i Âl-i Selçûk der Anatoli: Anadolu Selçukluları Devleti Tarihi (anonim, tıpkıbasım ve T trc. Ankara 1952); Gülistan Tercümesi (Sa‘dî-yi Şîrâzî’den trc. Seyf-i Sarâyî, Ankara 1954). Tercüme: Hippocrate’ın Aphorismaları (Ch. Daremberg ve Br. de la Martiniere’den, Ankara 1962); Ulu Arif Çelebi’nin Rubâileri (metin ve tercüme, İstanbul 1949); Mevlâna Celâleddin (Bedîüzzaman Fürûzanfer’den, Ankara 1963, 1986, 1990, 1997; Konya 2005); Fransız Tıp Akademisine Göre Hazreti Muhammed “A. M.”ın Şuuru Tamdır (Ankara 1970); Kur’an’da Tababet (Karl Opitz’den, Ankara 1971; basılmış [25 adet] ve basılacak [55 adet] kitaplarının tam listesi için bk. Uzluk Armağanı, s. 157-174; makaleleri [264 adet] için bk. a.g.e., s. 77-89). İhsan Karaağaç, “Dr. F. Nâfiz Uzluk’un Yaşamı ve Tıp Tarihi-Deontoloji Öğretisinin Mevlevîlik Araştırmalarına Katkıları”, 10. Millî Mevlânâ Kongresi: Tebliğler: Doğumunun Yüzüncü Yıldönümü Anısına Prof. Dr. Feridun Nâfiz Uzluk Armağanı (haz. Haşim Karpuz v.dğr.), Konya 2003, II, 11-17. Aykut Kazancıgil, “Prof. Dr. F. Nâfiz Uzluk (1902-1974) Hayatı-Özellikleri”, a.e., s. 65-89. Hasan Özönder, “Prof. Dr. F. Nâfiz Uzluk’un Mevlevî Kültüründeki Yeri ve Önemi”, a.e., s. 111-125. Nâfiz Uzluk, “F. N. Uzluk’un Basılmış, Basılacak Kitapları”, a.e., s. 157-174. Öztan Öncel, “Prof. Dr. Feridun Nâfiz Uzluk ve Tıp Tarihi”, Tıbbî Etik Yıllığı, II, İstanbul 1992, s. 98-101. Eray Canberk, “Feridun Nâfiz Uzluk”, Bilim Tarihi, sy. 5, İstanbul 1992, s. 28-30. Haşim Karpuz – Yakup Şafak, “Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi’ndeki Feridun Nâfiz Uzluk Arşivi”, Tıp Tarihi Araştırmaları, sy. 11, İstanbul 2003, s. 74-77. Yakup Şafak, “Uzluk Kardeşlerin Mevlevîlik ve Çelebilik Yönleri”, a.e., sy. 14 (2006), s. 178-182. “Uzluk, Feridun Nâfiz (1902-1974)”, Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, Ankara 2007, VIII, 443-444. (Kaynak: İslam Ansiklopedisi) Gercekedebiyat.com
(Toplu Makaleler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Tıp Tarihi, 1. Cilt 1. Kitap. S. 622 – 627; A. Süheyl Ünver ile birlikte, Tıbbiyeli, Özel Sayı, Ağustos 1953)FERİDUN NAFİZ UZLUK KİMDİR?
BİBLİYOGRAFYA
YORUMLAR