Son Dakika




Puşkin’le tanışalı 56 yıl oldu. 1964, Ortaklar İlköğretmen Okulu’nda 5. Sınıf öğrencisiydim. Sefer Aytekin çevirisi bir şiirdi buluşmamızı sağlayan: “Şaire”. O antoloji[1] hâlâ kitaplığımda. O şiirin şu iki dizesini, hiç unutmadım: “Ey şair, kulak asma, sevgisine sen halkın /… / Yürü hür vicdanın seni çektiği yere” Ne mi var bu iki dizede? Hayal kırıklığı ile özgüvenin iç içeliği. O özgüvendir, “Sibirya Madenlerinin Derinliklerinde” çalışan işçilere seslenirken şu dizeleri yazdıran: “Kırarak kilitleri aşk ve dostluk / ulaşacak yanınıza. /  Sürgün hücrenize nasıl / Benim özgür sesim ulaştıysa[2]

Gelin, bir de Yahya Kemal’in “Deniz Türküsü”e,“Şaire”yle nerede karşılaştıklarını soralım:“Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız, / Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız, / Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!... / İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.”Evet, büyük şiirlere, köprüler kura kura ulaşılır. Şairin ve şiirin yalın gerçeği de budur.

Okur yolculuğumda, Puşkin, beni hiç yalnız bırakmadı; Erzurum Yolculuğu, Biyelkin’in Öyküleri, Dubrovski, Maça Kızı, Yüzbaşının Kızı’yla...

 Her sanatçıyı, kendi çağı biçimlendirir. Bir başka düşün adamı, bir başka sanat Puşkin, Fransız İhtilali’nden 10 yıl sonra doğmuştur. Fransız kültürüyle yetişmiştir. Elbette düşüncesiyle de eylemiyle de özgürlükten yana olacaktır.

Büyük biyografilerin ustası H. Troyat, şöyle bir Puşkin portresi çizer bize: “Kanda kırma, kültürde Fransız, ruhta Rus

Türk okur-yazarı,  Puşkin’i, 20.yy Rus yazarlarından, yüzyıl önce yaşamış olmasına karşın, daha çok okumuş, daha çok sevmiştir; bunun bir nedeni var kuşkusuz.

Puşkin’i besleyen üç kaynak vardır. 1) Aldığı eğitim nedeniyle Fransız dili ve edebiyatı, 2) Rus halk öykülerine ilgisi, 3) Ortadoğu’ya ilgisi.

Ortadoğu’ya ve Osmanlı’ya ilgisi nereden mi kaynaklanıyor? Annesi, İstanbul’un köle pazarından alınıp evlat edinilen bir Habeş prensinin torunudur; “Büyük Pierre’nin Arabı”. Puşkin’in Hz. Muhammed için yazdığı “Peygamber” şiirini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Türk edebiyatını, edebiyatçısını besleyen Fransız dili ve edebiyatıdır. Benim kuşağımın okullarında, İngilizceden çok Fransızca okutulurdu. Bir bakıma Puşkin, Rus edebiyatının batısıdır. Türk okur-yazarının dil damak zevkiyle örtüşmektedir. Halk edebiyatına ilgisiyle de. Türk edebiyatını ve okurunu da besleyen, kendi coğrafyasıdır. Dede Korkut başta olmak üzere halk hikâyeleridir.

Nice Türk yazarı gibi o da edebiyata şiirle başlamıştır. “Gurbette saygıyla izliyorum / Geleneğini eski zamanların” dizelerinde olduğu gibi geleneğin izini sürerek. Puşkin, bana göre Rus edebiyatının Tanzimatçısıdır. Daha çok da Tevfik Fikret’i. Şiirleri ve beğenileri, eski kalıplara uymamaktadır. Bizimkilerin öznel ve romantik tutumlarına karşın, Puşkin daha nesnel bir bakış açısına sahiptir.Rus edebiyatının “gerçekliğe ilk sağlam adım”ıdır. Gorki’ye göre “başlangıçların başlangıcı”… Bu yönüyle de Türk edebiyatının Sabahattin Ali’si.

Nâzım Hikmet’in, “Ömrüm boyunca bir tek şiir çevirdim Türkçe’ye, Puşkin’in bir şiirini.” dediği şairdir o. “Yeryüzünde, batısı doğusu, kuzeyi güneyi içinde, sevdiğin dört şair say’ deseler, bu dörtten biri Puşkin’dir.” dediği şair.

190 yıl önce bu topraklardan geçen Puşkin’le Tekin Sönmez’i buluşturan, coğrafya ve şiirdir. Savaşın ve şiirin izini sürenlerin buluşması.  Metinler arası ilişkide sağladıkları başarı.

ErzurumYolculuğu[3] kısacık bir metin. Olup olanı 60 sayfa,(önsözden sonra:15–75). İlk iki bölümde cephe öncesi yolculuk var (sayfa 15- 48). 1. Bölümde, Kafkasların aşılması, Tiflis – Gürcistan izlenimleri; 2. Bölümde Tiflis – Kars yolculuğu… Bu iki bölüm üzerinde durmayacağım, birkaç anımsatmayla yetineceğim. Daha çok Puşkin’in savaş günlüğüne odaklanacağım.

PUŞKİN'İN SAVAŞ  GÜNLÜĞÜ

Puşkin, Kafkasları ikinci kez geçmektedir. Sekiz yıl öncenin sürgün anılarıyla. Coğrafyanın ilkelliğine, yoksulluğuna, kültür çeşitliliğine bir kez daha tanık olmaktadır.

Bir konaklama noktasından ötekine, coğrafyanın koşullarına göre bazen yaya, bazen yaylıyla, bazen kağnıyla, daha çok da atla yol alınmakta. Atlar, konaklama noktaları arasında kiralık; bugünün oto kiralama sisteminden herhangi bir farkı yok. Kervansaraylar, ulaşımdan güvenliğe, o çağın en gelişmiş kurumları. Her biri, bir ticaret ve kültür özeği.

Coğrafyayı anlatırken, şair yanı öne çıkmakta.  Özellikle de betimlemelerde. Kafkasları,ancak şiir aşabilir. İşte o ilk iki bölümün notları:

Kalmuk kızının cilveleri gözümü korkutmuştu. Çadırdan çabucak çıktım ve bu bozkır Kirke’sinden hızla uzaklaştım. (sayfa 18)”

"Tatarlar kağnılarının gıcırtısıyla övünüyorlar. Şerefli insanların kimseden gizlisi saklısı olmazmış. Varsın, yolculuk yaptıklarını herkes işitsinmiş... Bir daha şerefine bu kadar düşkün bir toplulukla yolculuk etmek istemem doğrusu. (sayfa 20)"

 “Buraya Çerkez geleneğince en iyi biniciler gömülmüştü. Taşın üzerine oyulmuş kılıç ve hançer tasvirleri, savaşçı dededen savaşçı torunlara anı olarak kalmıştı. Çerkezler nefret ediyor bizden. Geniş otlaklarından sürüp çıkarmışız onları. Köylerini yakıp yıkmışız, köklerini kurutmuşuz.” (…) “Kırım Tatarları gibi bunların ellerinden de silahlarını almadıkça yola gelecekleri yok (sayfa 21 - 22)”

Türk tutsaklar yol yapımında çalışıyorlardı. Yiyeceklerden yakındılar. Kara Rus ekmeğine alışamıyorlarmış.“(sayfa 26)”

Yaşlı bir İranlı olan hamam sahibi, dışarıda oturuyordu. Kapıyı açtı; geniş bir odaya girdim. Bir de negöreyim? (sayfa 33)” (…) “Erkeklerin girişi kadınların kılını bile kıpırdatmamıştı. Kendi aralarında gülüşüp konuşmayı sürdürdüler. Kimse çarşafına sarınmak için elini tez tutmuyor, soyunanlar işlerini sürdürüyordu. Sanki görünmeyen adamdım ben. İçlerinden çoğu gerçekten güzeldi. T. Moor’un hayal gücünü doğruluyorlardı. (sayfa 34)”

Güneş battıktan sonra bile hava serinlemedi. ‘Geceler sıcak! / Yıldızlar yabancı!...” (…) Cayır cayır yanan Gürcistan’a son bir kez baktıktan sonra aşağılara, serin Ermenistan ovalarına inmeye başladım. (sayfa 39)”

Bizdeki bu ün tapınıcılığının nedeni bencilliğimizdir belki de. Ün karşısında eğilmekle, biz de ona bir katkıda bulunmuş oluruz çünkü. (sayfa 42)”

Ne dağı bu diye sordum. ‘Ararat’ dediler. Seslerin etkisi ne kadar güçlü! Var gücümle baktım bu efsanevi dağa. Yenilenme ve yaşama umuduyla onun doruğuna yanaşan Nuh’un gemisini, biri ölümün öteki barışın simgeleri uçup gelen kuzgunla güvercini gördüm. (sayfa 45)”

Arpaçay!... Yani sınır!... (…) Sınır içimde gizemli duygular uyandırırdı hep. Yolculuk, çocukluğumdan beri beni en çok saran hayaldi. (sayfa )”

Subay yazılı emir istiyordu. Adamın Asyalı olduğu yüzünden belliydi. Bunun üzerine gerekli belgeyi aramak zahmetine katlanmadım elime ilk gelen kâğıdı çıkarıp verdim. Subay onun şöyle kurumlu kurumlu gözden geçirdi; yazılı emir gereğince ekselanslarına at verilmesi buyruğunu vererek kâğıdımı geri verdi. Bir şiirdi bu. (sayfa 48)”

Çevrede köyler vardı. Fakat ahali kaçıp gitmiş, hepsi bomboş kalmıştı. (…)” Arazi gittikçe yükseliyor, Soğanlı (eski Toros) Sıradağları’nın ilk tepeleri görülmeye başlıyordu. (sayfa 48)”

Ne var bu tümcelerde?

-Halklar, alışkanlıklar, önyargılar…

-Doğu’yu küçümseme.

-Doğu’nun o iki olgusu: yoksulluk ve cehalet.

-Yeşeren / yeşertilen ulusçuluk.Bugün de yaşanan kavganın kökleri.

-Belli belirsiz özeleştiri…

-Elbette şiir, şiirin sıcaklığı…

-Coğrafyanın sıradışılığından beslenen gerçeküstülük. Tezat… Örneğin, “kuzgun” ile “güvercin”. Hayal… Güzeli de var, çirkini de. Kirkeo çirkinlerden biri.

-Şiiri besleyen o mitoloji.

Puşkin, Soğanlı’yı değil ‘Sagan-lu’yu, Ağrı’yı değil Ararat’ı yeğliyor. “Sagan” efsanedir. “Toros” boğadır. O boğa, bizi Gılgamış’a da götürür, Boğa Takımyıldızı’na da; hatta Kadıköy’ün boğasına, İtalya’nınTorino’suna…

Puşkin’inkine benzer, benim de bir hamam anım var. Dahası çok daha ilkel. Sıcak suyun aktığı bir mağaranın ağzında, yaşlı genç, kadın erkek birlikte yıkandığımız. Beytüşşebap’ın Hemkan (Ilıca) köyünde. O günlerde 20’li yaşlarımdaydım. Puşkin’den 140 yıl sonra. Niye hiç değişmez bu Doğu?

***

Gelin şimdi de, “Erzurum Yolculuğu”na çıkalım, savaşı adım adım izleyelim.

Puşkin’i Erzurum yolculuğuna çıkaran, her soylu sanatçıda

gördüğümüz o “muhalif tutum”dur. 21 yaşında güneye sürgündür. Kafkaslar’ı ilk aşışı da o zamandır. Puşkin sürgündeyken, o muhalif tutumun eyleme dönüşmüş biçimi Aralıkçılar İsyanı’dır (Dekabristler Ayaklanması). 1825’te kanlı bir biçimde bastırılan bu isyanda, ele geçirilen her isyancının cebinden bir Puşkin şiiri çıkar.

İsyan sonrası affedilen Puşkin,Petersburg’a dönmüştür. Sonrası, Çar’ın sansürüyle ve oto sansürle geçen bir yaşamdır.

Kuşkusuz her sürgün, sanatçıyı zenginleştirir. Dekabristler deneyimi, sürgün gözlemleri, ona bir şeyi öğretmiştir; halk desteği olmadan,her devrimin birdüş olarak kalacağını. Benim kuşağım da -68 Kuşağı- yaşadı bu acı deneyimi. Hem nice “dönek”ler çıkardık aramızdan. Puşkin’i belki de salt bu nedenle bir farklı seviyoruz biz.

13 Haziran’da başlayıp 27 Haziran’da biten on beş günlük bir yolculuk bu. Puşkin, 19 Temmuz’a kadar Erzurum’dadır. Sonrası dönüş, o da on iki gün.

Günlükten altını çizdiğim epeyce tümce var, sayfa kenarlarında da notlar. Alıntılar italik olarak üstte, notlar ve yorumlar altta:

Şafakla birlikte ordu ilerlemeye başladı. Ormanlık dağlara yaklaşıyorduk. Dar bir boğaza girdik. (…) Gerçekten tam pusuluk bir yerdi burası. Fakat General Burtsov’un hareketiyle oyalanan Türkler bu durumdan yararlanamadılar. Tehlikeli boğazı burnumuz kanamadan geçerek düşman ordugâhına on verst uzaklıktaki Soğanlı tepelerine çıktık. (sayfa 50 - 51)”

Savaş, başladığı bu noktada sona ermiştir. Savaş, fırsatı değerlendirme sanatıdır. Kızılçubuk’tanSoğanlı’ya çıkış engellenemeyince, Osmanlı için artık yapılacak bir şey kalmamıştır.  Sonrası, “vur-kaç”la hızlı bir geri çekiliştir.

Bizim Tatarlar, yaralı Türkleri soyup tarlanın ortasına çırılçıplak bırakıyorlardı. (sayfa 54)” 

“Bizim” safında Tatarlarla birlikte, Kazakları, Ermenileri, Yezidileride görüyoruz. Bölgenin tüm güvenliği Kazaklarda. Bu durum, gerçekten ürkütücü. Bir kez daha görüyoruz ki, “kullanılan insan”, kullanandan daha zalimdir.

Türkler yığınakların gerisinde kıpırdanmaya başlamışlardı. Bizi önce top ateşiyle karşılayıp sonra çekilmeye başladılar. Atlı kolumuz önden gidiyordu. (…) Yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türk’ün cesedi önünde durdum. 18 yaşlarında bir delikanlıydı bu. Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içinde yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kuşun yarası vardı. (sayfa 55)”

Puşkin bu tümceleriyle, kanımca, savaşın acımasız gerçekliğini, şair yüreğinin sızısını, anlatıma kattığı romantizmle hafifletmeye çalışıyor.

Karlı Soğanlı Sıradağları arkada kalmıştı artık. Hiçbir yerde düşmanla karşılaşmaksızın ilerliyorduk. Köyler bomboştu. Çevrenini hüzün verici bir görünümü vardı. (sayfa 60) … Hasankale Erzurum’un anahtarı saylıyor. (sayfa 61)… 26 Haziran’da Erzurum’un 5 verst ötesindeki dağlardaydık. (sayfa 62) … dünden beri kentte görüşmeler yapan Prens Bekoviç dörtnala Top Dağı’na geldi. Seraskerin ve halkın kenti teslim etmeye razı olduklarını; fakat Topçu Paşa komutasında birkaç dik kafalı Arnavut’un bataryaları ele geçirerek ayaklandıkların bildirdi. (sayfa 63) …27 Haziran günü Poltava Savaşı’nın yıldönümünde, akşam saat altıda, Rus Bayrağı Erzurum Kalesi’nde dalgalanıyordu. (sayfa 64)”

Dizginlenemez ulusçuluk işte böyle bir şey;bir ulusu da teslim alabiliyor, şairi de…Poltava Şavaşı’nın üzerinden 120 yıl geçmiştir. Demirbaş Şarl’ın Osmanlı’ya sığınması hâlâ yüreklerde yaradır. İnsanoğlu kin gütmeyi, şairi dahil, hâlâ unutamadı.Ayrıca şunu da anımsatmak isterim. Bu savaşın bir sonucu da Yunanistan’a bağımsızlığını kazandırmasıdır. Puşkin’de Byron etkisi, nedir, ne kadardır hep merak ettim. Ulusçuluk, Yüzbaşının Kızı ile Biyelkin’in Öyküleri’nde de egemen öğedir.

Bir şairle karşılaşmak, her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır, ne de dünya nimetlerinde gözü.  Biz zavallılar, şan, iktidar ve para peşinde koşarken o yeryüzünün hükümdarlarıyla aynı sırada durur ve herkes onu karşısında saygıyla eğilir. (sayfa 65)”

Puşkin, Osmanlı paşasının diliyle herhangi bir şaire mi, yoksa kendisine mi çerçeve çizmekte? O şair kuşkusuz kendisidir. Fikret gibi “vatanım rûy-i zemin” diyen,  dünya nimetlerinde gözü olmayan, alçakgönüllü ve saygın. Ama bu tümcelerde, üstü sırlansa da bir şeyin daha dışavurumu var, özellikle son sözcüklerde; Çar Nikolay’a bağlı yaşamının.  

1829  Osmanlı – Rus Savaşı’nın bütün özeti bu. İki ordu hiç yüz yüze gelmiyor. Kayıp vere vere, “vur kaç”la çekilen, merkezle bağı kopuk, olanakları sınırlı bir Osmanlı Ordusu. Puşkin bu durumu şöyle somutlaştırıyor:  “Erzurum’la İstanbul arasında, tıpkı Kazan’la Moskova arasında olduğu gibi bir çekişme var. (sayfa 68)” Dahası bu gerçeği, eşduyumla (empati), bir de Yeniçeri Emmioğlu’nun ağzından dile getiriyor. İşte o şiirden birkaç dize:

“… /İstanbul bırakmasın hâlâ uykuyu /…  /Onu baştan çıkardı kurnaz Batı / … / Küçümsüyor artık savaş alanından akan teri / Şarap saati oldu dua saatleri /… (sayfa 68)”

O Doğu-Batı çekişmesi bugün de bitmiş değil. Türkiye’de iktidarları belirleyen, hâlâ bu ikilik / ikilem.

Kentte dolaşırken beni yanlarına çağıran Türkler çıkarıp dillerini gösteriyorlardı.(Bütün Frenkleri hekim sanıyorlar.) (sayfa 69)

Erzurum’un ve Anadolu’nun çıplak gerçeği bu. Eğitim isteyen bütün meslekler Türklere yabancı. Bu acı gerçekle, Kurtuluş Savaşı sonrasındaki büyük göçürümde (mübadele) bir kez daha yüz yüze geldik.  13 milyon insan için yalnızca 300 kadar doktorla kalarak.

Erzurum dolaylarında tutsak düşen ve Seraskerle birlikte Tiflis’e gönderilen Osman Paşa, Kont Paskeviç’ten haremine güvenlik sağlaması dileğinde bulunmuştu. (sayfa 70) … Osman Paşa’nın evine geldik. Sonderece derli toplu, hatta zevkle döşenmiş denebilecek bir konuk odasına aldılar bizi. (sayfa 71) … Hepsi de hoş yüzlerdi; fakat hiçbiri güzel değildi. Kapıda Bay A ile konuşanlar haremin gözdesi, yüreklerin hazinesi, aşkın gülü olmalıydı. … Böylece bir harem görmüş oldum. Pek az Avrupalıya kısmet olur bu. İşte size bir Doğu romanı konusu. (sayfa 72)”

Batılı yazar ve ressamlar için Osmanlı haremi hep ilgi çekici olmuştur. Farklı yaşamlara, gizli ve gizemli şeylere merak! İnsanoğlunun değişmez tutkusu. Dahası “haremin gözdesi, yüreklerin hazinesi, aşkın gülü” Puşkin’den çok bir divan şairine yakışmıyor mu?

Ertesi gün hekimle birlikte ben de ordugâha gittim. Vebalılar vardı burada. … iki Türk ilgimi çekti. Bunlar hastanın koluna giriyor, onu soyuyor, elleriyle vücudunu yokluyorlardı. Adam veba değil de nezleydi sanki. Bunu görünce Avrupalı ürkekliğimden utandığımı itiraf ederim. (sayfa 73)”

Bu tümceler, hiç kuşkusuz, kadercilikten beslenen bir cehaleti somutluyor. Puşkin’i,bu cahil cesareti değil; daha başka şeyler utandırmalıydı kanımca. Savaş, savaşla alt üst olan yaşamlar, başka toprakları işgal… Açlık, yoksulluk, hastalık…Aynı coğrafyada, Gürcü’sü, Ermeni’si, Türk’üyle ortak yaşanan çile…

Bu savaşı kazananlar, Dekarbistler’di (Aralıkçılar). Bu orduyu yönetenler, üstüyle astıyla onlardı. Bu yolculukta Puşkin’in el üstünde tutulması, ona her türlü olanağın sağlanması bu nedenledir. Kim midir onlar? Hani şu bizim “er çıkarttığımız” Mehmet Başaran, Uğur Mumcu’larımız; “Egenekon” ve “Balyoz”la ordudan sürüp çıkarmak istediğimiz albaylarla paşalarımız …

GOGOL'UN ÖLÜ CANLARI ve PUŞKİN VARDIR

Gogol’ün ve “Ölü Canlar”ın arkasında Puşkin vardır. Puşkin olmasaydı, Gogol ne kadar Gogol; Gogol olmasaydı, Dostoyevski ne kadar Dostoyevski olurdu? Gogol’ün “Puşkin, olağanüstü bir olaydır.” sözü ile Dostoyevski’nin “Puşkin, bize gelecekten haber veren peygamberimizdir.” sözü bizim daha fazla şey söylememize gerek bırakmıyor.

Ataol Behramoğlu, Puşkin, Gogol ve Dostoyevski’nin kenti Petersburg’u[4]gri”, bu kentteki “Rus ruhu”nu da “çelişkili varoluş” sözcükleriyle niteler. Bu kentin insanları, birini ötekine yeğlemeden bütün çelişkileriyle birlikte yaşarlar. Ben de bir gün Petersburg sokaklarında, o insanları, Dubrovski, Akakiyeviç, Raskolnikov’u arayacağım kuşkusuz.  Umarım, “Palto”mu bu sokaklarda kaybetmem. Dönüşte, Puşkin’in başka bir “Biyelkin”i olur muyum bilmem?

Her şair bir başkasını besler. Her şiir bir başka şiiri… 38 yaşında bir düelloyla biten Puşkin’in yaşamı da tüm duyarlı yürekleri… Gel de Behçet Aysan’ın “Düello”sunu anımsama şimdi! İşte Behçet Aysan’dan, rengi Petersburg gibi gri, üç beş dize: “Bir yaz günü oldu bunlar /gri yağmurlar yağıyordu / çekildi bütün kılıçlar / ben bir yanda rakip hayat/ denizse köpürüyordu / ve şarkılar söylüyordu / alabildiğince bir siren / ölmemi istemiyordu” Ancak ikisi de öldü. Farklı dünyalar, farklı rakipler!...

***

Tekin Sönmez Kars-Bardızlıdır(Gaziler). Şimdilerin liberal moda deyimiyle "Çok kültürlü" denilen bir coğrafyanın insanı.

Tekin Sönmez’i okurken ve dinlerken, O’ndan çok şey öğreneceğinizi bilin. 2016 İzmir Kitap Fuarı’nda O’ndan “Puşkin’in ErzurumYolculuğu”nu dinledim. Çok önce okuduğum bir kitabın izini, bu kez bir söyleşide sürdüm. Söyleşi boyunca Dün-Bugün Köprüsü’nden geçen bir yolculuğa çıktım, zenginleştim.Hazarlar olmasaydı Rönesans olmayacaktı, çünkü Emeviler’i 300 yıl boyunca onlar durdurmuştur.” tümcesiyle ilk kez karşılaştım. Maya felsefesinde “zaman”ın tanrı olduğunu öğrendim.

Tekin Sönmez’den bir de İsveç dilinde “kaçış” anlamına gelen “raşın“ sözcüğünün, zamanla “Rus” olup çıktığını. “Ruslar, o kaçan halkın ulusa dönüşmüşüdür.”  tümcesini not ettim. “Dil olmadan ulus olunmuyor.” tümcesiyle iyice keyiflendim. Edebiyat olmadan da olunmadığını / olunamayacağını, Erzurum Yolculuğu’ndaki şu tümce öğretiyor: “Rus halkının bir hiçlikten doğarak kudrete ve şana nasıl ulaştığını anlatacak bir kalem gerek bize.” Yermolov’un bu sözleriyle özdeşleştirdiği kişi, Pukin’in kendisidir kuşkusuz.

Başka bir kültürle onlarca yıl iç içe yaşayıp da Türkçeyi bu denli yalın ve akıcı kullanan bir yazara rastlamanın keyfiydi belki yaşadığım. “Türkçe bilenin işi rast gider.” diyen İran atasözüne, bir kez daha iman ettim. Yenilip içilip kalkılan o iftar sofralarına hiç benzemiyordu.

Erzurum Yolculuğu, savaş coğrafyası bağlamında, Tekin Sönmez’in özellikle şu dört kitabına dikkatinizi çekmek isterim:

Erzurum Efsaneleri Sarıkamış

Kar Platosu Öyküleri

Kar Büyüsü

Kars-Erzurum Arasında Osmanlı-Rus Savaş Sanatı Puşkin Kitabı – 1829.

Tekin Sönmez, “Puşkin gibi bir yazarı olan orduyu yenemezsiniz.”der ve ekler: “Bir ülkenin, halkın yükseliş göstergesi, o ülkede konuşulan dil, edebiyat düzeyi kadardır. Çünkü edebiyat zeki insanlar için yazılır. Savaşı kazananlar da onlardır.”

İşte belleğimize kazımamız gereken birkaç tümce daha:

 “Olacak şey mi demeyin! Bu dağların adı Saga/n idi. Saga’nlu Dağları, Efsane Dağları demekti o yıllarda. S. Lagerlöf da yüzyıl önce böyle bir saga yazmıştı. Sagan efsane demektir Oğuz Türkçesinde. Tıpkı Kağan gibi. Sagan/lu Dağları, notu düşen Puşkin bunu da bildi. Uydurmamıştı. Latince’den sagrado, kutsal ve masal dağları, bir başka dilde Saganlu ya da Soğanlı olmuştu.[5]

Ne güzel! Puşkin, Selma Lagerlöf ve Tekin Sönmez aynı eşikte / izlekte buluşuyorlar. Kendinden söz ettiren büyük yazar olmak biraz da böyle bir şey olmalı.

Puşkin, “Saganlu” dağlarında (sagan: masal) Rus ordularının seferine tanıklık ediyor; Tekin Sönmez ise “Soğanlı Dağları”nayapılan  Sarıkamış Şehitleri yürüyüşlerine. SaganluSoğanlı, sözcükler buluşmasının ne güzel bir örneği. “Sagan” sözcüğünün “masal” anlamına geldiğini de O’ndan öğreniyoruz.

Ne mi var bu masalda?  Puşkin’le Tekin Sönmez’in aynı coğrafyada buluşması. Dahası Homer’le, Hektor’la da…  Tekin Sönmez’in, “Onlar öldürmedikleri için kahramandırlar bugün.” saptaması, bu buluşmanın meyvesidir; yani “edebiyatın utkusu”. “Yazmaktanıklıktır.”, işte böylesine bir tanıklıktır; hem zamana, hem de dilin evrimine tanıklık.

Evet, Puşkin, “Erzurum Yolculuğu”nda tanıdı bu toprakları, hakçası hepimizden iyi anlattı.

Sibirya sürgünü olarak bildiğimiz Dostoyevski de yoksa bu toprakların sürgünü müydü? Rus bürokrasisi, onu bir biçimde kanatları altında mı almıştı? O “BeyazGeceler” sakın Kars’ın beyaz geceleri olmasın?

Puşkin’in ayak izlerini biliyoruz. Dostoyevski, o Beyaz Geceleri burada mı yaşamış / yazmıştır bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var, Kars, 40 yıl Rusya’nın bir parçası olmuştur. Müziği, teknolojisi, mimarisi, demiryollarıyla… Malakanlarıyla…

*

Tekin Dönmez “Kars-Erzurum Arasında Osmanlı-Rus Savaş Sanatı Puşkin Kitabı – 1829”adlı yapıtında “sıralı eğitim” disiplinine uygun bir titizlikle “Erzurum Yolculuğu”nu irdeliyor. 60 sayfalık özgün metne, 315 sayfalık bir açılımla.

Bu yolculuğu, “ulusalcı Rus olgusu”na bir övgü olarak değerlendirir. Ve özetle şu saptamayı yapar: Puşkin’in yaşam algısı, mürekkebinin rengini de belirler. Yaşamı, Hıristiyan-Müslüman, modernlik-yabanıllık “ikilem”lerinde algılar. Orduları, yaşamı, halkları… Hatta gelenekleri, giyim kuşamı, beslenmeyi, yıkanmayı… Örneğin, Puşkin’e göre Çerkezler yabanıldır. “Kafkasya, Hıristiyan misyonerler bekliyor.” demekten de geri durmaz.

Savaş muhabirliği, kuşkusuz edebiyatın cesaretidir. Puşkin, bunu başarıyor. Kendisi de bu deneyimi yaşayan Tekin Sönmez, bu cesareti keşfetmeye çalışıyor.

Savaş, öncü birliklerin savaşıdır. Sonrası, bir kaçış ve kovalamacadan başka bir şey değildir. Yani savaş başladığı yerde sona ermiştir. Rus ordusunun Kızılçubuk’tan Soğanlı düzlüğüne çıkışını engellenemeyince / engellenmesi akıl edilemeyince, Osmanlı ordusunun artık yapacağı bir şey yoktur. Savaş, iyi hamleler gerektiren bir oyundur; salt “maneviyat”la kazanılmaz. Asker sayısının çokluğuyla da!... Koca bir Osmanlı ordusu,  coğrafyanın yabancısı 15.000 kişilik Rus ordusuna yenilmiştir. Serasker Osman Paşa, cephedeki Hakkı Paşa’yla bağ bile kuramamıştır.

T. Sönmez bu durumu, bir benzetme / örneklemeyle şöyle somutlar: “… Kurmaylarıyla Rus Ordusu, satranç tahtasında ilerleme, hamle yapma sırasının hep kendilerinde olduğunu gördüler. Osmanlı Ordusu savaş tekniği nedir? Tarih öncesi bir Hint-Pers savaş sanatı yansıması olan satranç tahtasını, Osmanlı Ordusu olası ki hiç görmemişti. (sayfa 59-60)”

Gelin, edebiyatın, Puşkin’in ve Tekin Sönmez’in satrancına bir kez de siz tanık olun.

O satrancın başına adam gibi oturmadığımız için o coğrafyada aynı acı sonucu bir kez daha yaşadık. “Soğanlı Dağları’na geçit yerinin bugünkü adı Kızılçubuk’tur. Yer doğrulaması var. Orman içinde çevre dağlar güvenli, Kızılçubuk burası. Yukarıda TurnagelOrmanları. Batı doruğu ‘dikenli tabya’ adıyla ünlenir. ‘1924 Sarıkamış Şehitleri’nin kar eriyince topluca gömüldükleri yer: Dikenli Tabya

Savaşın gömdüğünü edebiyat gömmüyor, Edebiyat, “Dikenli Tabya”lar kurmuyor. Puşkin’le Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Sefer Aytekin, Tekin Sönmez, Ataol Behramoğlu, Behçet Aysan bir yerlerde ne yapıp yapıp buluşuyorlar. Ve daha nicemiz… Keşke, Okan Üniversitesi bahçesine dikilen Puşkin Heykeli’nin benzerleriyle başka yerlerde karşılaşabilsek!

Evet, edebiyat, buluşmadır; yürek yüreğe çoğalmadır. Ama Dante, Montaigne; ama Shakespeare, Goethe; ama Dostoyevski, Aytmatov; ama Hayyam, Tagore ile…

* Turnalar, 77. Sayı, Ocak-Şubat-Mart 2020

[1]Büyük Şairler ve Şiirleri, Hazırlayan: Tahsin Yücel, Varlık Yayınları 1961 (sayfa 120)

[2]Kardeş Türküler, Türkçesi: Ataol Behramoğlu,  Yeni Türkü Yayınları 1982 (sayfa 91)

[3]Erzurum Yolculuğu / Biyelkin’in Öyküleri, Puşkin, Çeviren: Ataol Behramoğlu, Cumhuriyet Dünya Klasikleri 1999

[4]Başka Gökler Altında, AtaolBehramoğlu, Cumhuriyet Kitapları 2010 (Sayfa: 256 - 259)

[5]Kar Büyüsü – Kars Platosu Öyküleri, Tekin Sönmez, Nis Media, 2. Baskı 2018(sayfa 298)

Tahsin Şimşek
Gerçek Edebiyat

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)