Tarih ve edebiyat / Alp Hamuroğlu
Son zamanlarda arka arkaya okuduğum bazı kitaplardan söz edeceğim. Kitaplar seçimlerle, tercihlerle belirlenmiş değildi, rastlantısal ortak özellikleri vardı. Roman, öykü ve anı kitaplarının, anlatılarının dışında da değişik özelliklerinin düşündürdüğü şeyler oluyor.
Örneğin, “tarihi romanlar”, romanlar dünyasının önemli bir kategorisidir, bense onlara çok düşkün değilim, ama okumuşluğum vardır. Ve hala de öylelerini okumaktan her zaman kendimi alamıyorum. Hevesli olmadığımı söylemem kimi tarihi romanların beni hayal kırıklığına uğratmasından, hatta daha doğrusuyla öfkelendirmesinden, isyan ettirmesinden. Kurgusallığa evet ama tarihi eğip bükmeye hayır. Tarihi roman yazarlarının tarihçe donanımlı dürüst olması lazım. Ayrıca herhangi bir yazarın günün birinde tarihi roman yazacaksa konu olan tarihi dilimi ve mekanı iyi öğrenmesi de zorunludur. Elbette böyle diyorum ama, bunun sağlanmasının kolay olmadığını da biliyorum, tarih bilmeyene tarihi roman yazmayı yasaklayamazsın ya... Neyse, tarihi romanlar konusu okurun ihtiyatlı olması gereken bir konu deyip geçelim. Ama “tarihi romanlar”ın tarih bilgisi eksik olan okurlara zararı ise sanıldığından daha fazla, bunun da bilinmesi lazım. Çünkü tarih, romanlarla öğrenilmiş oluyor, yanlış yazılmışsa, tarih de yanlış öğrenilmiş oluyor. Bir de içinde tarih olan edebiyat ürünleri var. Böyle kitapları yazanlar nedense, bazı tarihi roman yazarlarından, ya da günün birinde tarihi roman yazan bir yazardan daha sorumlu oluyor gibime geliyor. Böyle kitaplarda tarihin tersyüz edildiğine ve kullanıldığına (istismar edildiğine) pek rastlayamazsınız, ancak ayrıntılarda ve ufak tefek şeylerde sorunlar olabiliyor. Bu kitaplarda yazarın ya yaşadığı bir tarih söz konusudur, ya da ilgilendiği, ilgilenmek zorunda olduğu ve bu yüzden de en azından biraz ya da oldukça iyi bildiği bir tarih vardır. Bunları yansıtırken de gerçeklik ve inandırıcılığı sağlama bakımlarından böyle yazarlar çok başarılı oluyor, çünkü daha ciddi davranıyorlar. Tabii ki, bu tür alanlarda da ciddiyetsizlikler ve sululuklar vardır. Öğrenilen bir tarih değil, yaşanarak bilinen bir tarih yanlışlar ve saptırmalar taşısa da genellikle daha güvenilir oluyor. Tarihi o dönemdeki bir yazarın yazdığına dayanan ya da yazar için yakın tarih olan eserler. Yazar öğrendiği şeyleri değil, bildiği şeyleri anlatıyordur. Gerçeği, yaşananı, bilineni anlatmaktaki “birinci el” ve ilk kaynak olma rahatlığı ve üstünlüğü, zorlanma, yakıştırma ve uydurmaya kapı açmaz. Hayal gücüne başvurmak yerine kullanacağı hazır bir malzemesi vardır. Süslemenin ve eklemelerin gerekli olmadığı anlatım, üslupla ilgili olsa da, yaşanmışlığın ya da iyi biliyor olmanın sonucudur. İçinde tarih de olan edebiyat ürünleri, bazen hayatın gizli kalmış yanlarının açığa çıkarılmasıdır, çünkü özeldirler, kişiye özgüdürler. Eğer onlar çok insanın ilgileneceği şeylerse önem de taşırlar. Zaman, mekan ve geçip gitmekte, akmakta olan hayatlar olarak tarih, elbette nesnel sayılmaz ve kaynak olarak her zaman anlam taşımaz. Tarih, geçmiş zaman oluyor. Ama edebiyatta tarih mekansız düşünülemez. Gerçek ya da aynen kopya edilenler vardır, başka gibi gösterilen mekanlar vardır. Bu yüzden içinde tarihin olduğu her eser, somut bilgi ya da öznellikler yüzünden özdeşleşmeleri davet eder. Sözünü edeceğim okuduklarım şöyle: Aşela (Zuhal Kuyaş)[1], Dağlara Yazılıdır (Çetin Öner)[2], Devlet Ana (Kemal Tahir)[3], Giritli Mustafa (Ertuğrul Erol Ergir)[4], Loksandra / İstanbul Düşü (Maria Yordanidu)[5], Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (Sevgi Soysal)[6]. Biri dışında hepsi daha önce okuduklarım. Daha önce okunmuş kitapların tekrar okunması çoğu zaman çok güzel oluyor, aynı zamanda yararlı da. Çünkü, aradan biraz zaman geçmişse yeni okunmuş gibi oluyor her şeyden önce. Ama daha önemli olan, ilk okunduğu zamanki okurdan, sonraki okumadaki okurun farklı olmasıdır. Daha önceki okumada okunmamış gibi olan şeylere rastlanıyor, bu yüzden. Okur aynı yerde durmuyor. Belki de okur, her kitapla yeni veya başka bir insan olmaktadır. AŞELA’YA ACIMAK MI, YOKSA... “... bu korkuyla yaşamaktan bıktım. Bak, kızkardeşlerine koca çıkmıyor, neden? Bu yöreden bizden kız almaya, bize damat olmaya korkuyorlar.” (s. 107) Aşela romanı, güney Kafkas bölgesi halklarının 19. yüzyılda yaşadıkları ortamı ve süreci konu alıyor. O dönem bölge için acılı bir tarihtir. Amaç tarih anlatmak için romanı araç etmek olmayınca roman da kendi ölçülerinde değer kazanıyor. Tarih, bölgenin çoğrafyası gibi, fondadır. Ama bilmediğiniz birçok şeyi öğrenebilirsiniz, çünkü bunlar başka türlü öğrenmeyi aklınıza getirmeyeceğiniz şeylerdir. Bölge tarihinden kafasında boşluklar kalmış olan okurlara vereceği çok şey var Kuyaş’ın. Kimler mi var içinde, Çerkezler, Abazalar, Acaralar, Gürcüler, Kürtler, Ermeniler, bizim Laz dediklerimiz ve “Osmanlılar”. Acaralı kadınların dirayet ve cesaretleri yansıtılırken Ahıska’nın, Abazistan’ın önemleri ve oynadıkları roller sergileniyor. Ne gibi olaylar yaşanıyor, savaşlar, göçler, beklenmedik gelişmeler, toplumsal dönüşüm vb. Ama temelde aşk, sevgi, vefa. Bunlara, saygı, hedefler, planlar, uğraşlar, mücadeleler ve azimkarlık eşlik ediyor. Ancak esas olan bölgenin savruluşu ve insanların çektikleri. Savaşın tarihi değil ama korkunçluğu üzerine yazılmış. Adı bilinen kimi tarihi şahsiyetlere rastlıyoruz. Hücumlar, savunmalar, emirler, stratejiler; bütün bunlar asker olmayan, üstelik kadın bir yazar için hayret uyandırıcı. Teknik bilgiler olsun, genel diye görülsün, hepsi yazarın aileden öğrendikleri, birinci el bilgiler. Elbette eklenmeler de vardır. Acaraların Lezgi kavminden oldukları, Ermenilerin tarih sahnesinde nasıl yerlerini aldıkları, Batum’um bizden nasıl çıktığı, Osmanlı’nın ne kadar acizleştiği, buna karşın vaktiyle büyük devlet olmanın mirası, daha birçok şeyi satır ya da sayfa aralarında görmek mümkün. “Aşela kız”ın heyecan verici hayatı çok sahici. Bu baş kişi, roman boyunca beğendiğiniz, sevdiğiniz, hayran olduğunuz bu birinci kahraman, en sonunda verdiği kararla okuru kendine yeniden hayran bırakıyor. Güzel bir roman okumuş olmak yanında yukarıda sıraladığımız konularda da bilgilenmiş oluyoruz. Yazarın Türkçesinde ufak tefek sorunlar varsa da hem dil, hem de anlatım tekniği olarak yüksek düzey bir eser. DAĞLARA YAZILI; DAĞLAR, ATLAR VE İNSANLAR! “At seni değil, sen atı yöneteceksin!... Yapma! Vurma ata aptal adam! Ata vurulmuz!” (s. 22) “Derken kuzeyden, demir silahlı, atlı bir ordu geldi. Yerle bir ettiler Kafkas ilini. Dağlılar düşmana değil, atlara, atlılara yenik düştüler. Günlerce ortalığa çıkamadılar, kadınların yüzüne bakamadılar... İçlerinden biri düşman ordusuna katılıp, onlarla gitti. Yıllarca bir ses çıkmadı atlı ordudan da, onlara katılan dağlıdan da... Günlerden bir gün, süt beyazı bir atın üstünde çıktı geldi adam.” (s. 35) “Türkmenler de sever atı, Araplar da. Bir de İngilizler sever derlerse de inanmayın. İngiliz kendini sever, atını değil.” (s. 114) Atlarla hemhal olmuş insanların efsanevi hayatları, ata güzellemeler. Göç toplumlarının tarihe sızması. Göçlerle yaşananlar. “Kafkasya’dan Osmanlı yurduna kadar kurutulmuş et yiyerek gelebildik biz. Eti olmayanlar açlıktan telef olup gittiler” (s. 48) diye torununa anlattıklarıyla yaşanan tarihi canlı kılan büyükanne. Anlatmaya devam ediyor, bu sefer Karadeniz: “... Aylarca sürdü yolculuğumuz... Çoğu dayanamayıp kırıldılar yol boyunca. Ölenleri sarıp sarmalamadan, öylece salladılar o karanlık suya. Osmanlı yurduna gelip, karaya ayak bastığımızda binenlerin yarısı bile kalmamıştı gemide.” (s. 75-76) Savaş mağdurları, fecaat, dehşet ve bazan da övünç. Gene ninenin söyleyeceği var: “Otuz üç yıl savaş, yenil... Kovul anayurdundan, babaocağından...” Buna karşılık, Antep’te Fransız bölüğünün tepelenmesi, Haje anlatıyor: “Kaçıyor Fransız, atını, silahını bırakıp. Bizimkiler alışkın. Hemen yakalıyorlar atları.” (s. 104) Savaştan korkmuş, savaşmam diyen. Yurtlarından güneye, Binboğa Dağlarına savrulmuş Avşarlar, Yörükler, Çerkezler, Kürtler ve daha niceleri, bilgeler ya da deliler olarak karşımıza çıkıyor. “Abazalar, o şenlik düşkünü Abazalar ekinlerini tarlada unutur, düğünden düğüne taşınırlardı atlarla. Ovadaki biçilmemiş her tarla tartışmasız bir Abazanındı.” (s. 78) Ya Çerkezler, “... Düğüne gider gibi dövüşe gittiler... bunlar, aha bu deli Çerkezler kendi ayakları, kendi istekleriyle gittiler savaşa... Çala oynaya, türkü söyleye, ağıt yaka gittiler... Çoğu da geri dönmediler” (s. 52-53). Kabartayların bir Çerkez kolu olduğunu öğreniyor, Türk geleneğinde demircinin anlamını yaşıyoruz. Bilmediğimiz Türkçe sözcüklerle tanışıyoruz. Örneğin, “suvartmak”, düşününce ne demektir diye, buluyorsunuz; atları suya götürüp su içirtmek. Daha neler de neler. Sanki saygıdan daha önemli bir değer yok! “Kimse kesemezdi sözünü. Gelenekti bu; bir yaşlı konuşurken ne söze girilir, ne soru yöneltilir, ne odadan çıkılır, ne konuşulurdu.” (s. 96) Kitabı resimleyen Avni Arbaş’ın bedenlerle ve atlarla anlatıma katkısından mı, yoksa resimlerin olağanüstü güzelliğinden mi söz etmek gerek diye bocalıyorum. Söz yetersiz olur. Nasıl anlatılabilir ki! Bazı şeylerin resmi yapılamıyor, bilinir, örneğin mutluluğun, bazı resimlerin de anlatılması. Bütün bunlar Çetin Öner’in kendi dinledikleri ve yaşadıkları olmalı, bu kadar etkili başka nasıl olabilir? DEVLET ANA “...Batıya yöneleceğiz! Talan etmeyeceğiz! Din yaymaya çabalamayacağız. Tersine herkesin inancına saygı göstereceğiz! İnsanlar arasında, din, soy, varlık bakımından hiç bir üstünlük tanımayacağız!” (s. 178) Devlet Ana, tezleri olduğundan dolayı iyi bilinen, bu yüzden de hakkında çok şey yazılan bir dönem romanı. Beylikten devlete geçiş, Söğüt’ten geniş alanlara yöneliş, Osman’dan Orhan’a değişen toplumsal ilişkiler, açığa çıkmamış dinamiklerin sergilenmesi; bütün bunlar, televizyonlarda Ertuğrul-Osman dizilerini biraz izlemiş ve bu sayede “kuruluş” hakkında biraz bilgi sahibi olmuş olanlar için sağlıklı bilgilenme ve derinleşme olanakları sunuyor. Tabii aynı zamanda toplumun “dizi düzeysizliği” diye bir gerçeğin de içine düşmesinin çaresizliğinin farkına vararak. Osmanlı’nın devlet oluşunda ve çok hızlı büyümesinde Doğu feodalizminin olumlu özelliklerini görüyoruz. Yazar her ne kadar Batılıların Asya tipi üretim tarzı tezlerine yakın düşmüş olsa da, kitabın genç feodalizmin avantajlarını ve Doğu feodalizmlerinin kitleleri etkilemesindeki kolaylıkları sergilemesi önemli ve dikkat çekici. Tarihçi veya tarih meraklısı olmayan okurlara Avrupa feodalizminin açmazlarını göstermesi, gayriinsani özelliklerini sergilemesi ise çok yararlı, çünkü fazla bilinmeyen şeyler. Köylülerin Avrupalı feodallerin düzeninden kaçış isteği nedenleri olarak sıralananlar da çarpıcı. Örneğin, gölünden izinsiz balık tuttuğu için köylü asması, ormanından tavşan avladığı için garibanı öldürmesi, köyünden toprağından ayrılmasını yasakladığı insanlara demir tasmalar perçinlemesi, demir tasmasını söktüren köylüyü idam etmesi, söken demirciyi kazığa oturtması vb. Bunların yanında Avrupalı feodaller arasında yaygın olan “ilk gece hakkı”ndan[7] söz etmemesi eksik kalmış. Ayaklananlara baskı, öldürme, işkence elbet bütün feodalizmlerin ayrılmaz özelliğidir, ancak Avrupa feodalizmlerinin “düşmanlar”a (Türklere, Selçuklulara, Osmanlılara) sığınmayı getirecek ölçüsüzlükleriyle nefret toplama gücü oldukça yüksek. Çok iyi anlaşılacak gibi anlatılmış. Bunları okurun kendisi Doğu-Batı sorunsalı çerçevesinde değerlendirirse yazarımızın meramına da kucak açmış olacaktır. Bu bilgiler yanı sıra, merkezileşmeye tabi olmaya ve oba kalıbının dışında konumlandırılmalarına direnmeye yatkın olan Türkmenler ve onların kurumlaşmış örgütlenmelerinin (abdalları, fakıları, Ahileri, Babaileri), “Kuruluş” safhasında devletle uzlaştırılmaları Osmanlı devletinin ortaya çıkmasının püf noktasını gösteriyor sankı. Tipleme olarak Bacıbey’in, savaşan kadınların “Bacıyan”lar olarak örgütlenmiş olmasına gönderme yapması için olduğunu görüyoruz. Bu savaşçı kadınlar kurumu “saray”ın ve kentleşmenin ortaya çıkmasından sonra haliyle işlevini yitirecektir, ama Kuruluş dönemine kadar ve Kuruluşta varlığı önemlidir. Ayrıca bunun yanı sıra, dirayetli, karakterli, güçlü kadın tiplerinin çizildiğini fark etmemek de mümkün değil. Roman olarak Devlet Ana, ne tarihi roman, ne de tarihin zemindeki görüntüsü. Ama ciddi bir çalışma. Belli ki, çok kaynak elden geçmiş. Yazarın okurunu düşündürmesi ve onda araştırma hevesi ve isteği uyandırması bir amacın gerçekleştirilmesi için, düşündürmek, tartıştırmak. Vaktiyle bir arkadaşımla bir konuşmamızda “düşünür edebiyatçılar”lar diye bir kategori ele almamızı hatırladım. Kemal Tahir, her şeyden önce bir düşünür yazar.[8] GİRİT’TEN İZMİR’E ACILI BİR YER DEĞİŞTİRME! “Venizelos, ... iki toplumu düşman etmiş ve Girit’i Yunan toprağı yapmıştı, duramamıştı. Yayılmacı milliyetçiliğini Yunan Krallığı ordusuyla Anadolu’da da sürdürmek istemişti. Beceremeyince, büyük mübadele ile milyonlarca insanı evinden barkından ve topraklarından uzaklaştırıp perişan etmişti.” (s. 133) Giritli Mustafa, olayların içinden geçmiş birinin kaleme almış olması sayesinde belgesel sayılabilecek tanıklıklar sağlıyor. Olaylar, esas olarak Resmo ve İzmir’de geçiyor. Mübadele; öncesi ve sonrasıyla. Rum ve Türk toplumlarının karşılıklı durumları. Yaşananlar, felaketler, acılar. Ama dış güçlerin kışkırtması, kandırması ve kotarması ile gerçekleşen bu yakın tarihin öncesi var. Başka bir devletin ilk müdahalesi, Rus Çariçesi Katerina’nın 1770’te bir ayaklanma düzenlemesiyle başlıyor. Sonra yüzüstü bırakılmış isyancılar, yenilgi, hayal kırıklığı, işkenceler, ölümler. O dönemlerde Avrupa için Yunanlar kendilerinden değil; öyle görülüyorlar. Onlar da Türkler gibi, Doğulu, geri, sevilmeyen ve istenmeyenler. Sonradan durum değişiyor, baştacı ediliyorlar, meğerse uygar olan da, uygarlığı başlatan da, geliştiren de onlarmış (s.139 ve 193)! Avrupa uygarlığının kökünde, temelinde Grekler varmış! Böylece, 19. yüzyılda, Osmanlı’yı çözmek, parçalamak, güçsüzleştirmek planlarında kullanılacaklardır. İsyanlar hazırlanır, desteklenir, örgütlenir ve kıyımlar yapılır. Yunanistan devleti Osmanlı’ya kabul ettirilir, çünkü bütün Avrupa ve Batı, Türklere karşı topyekün bir savaş yürütmüştür. Medeniyet sınırının bittiği yerdir Yunanistan, orası “bağımsız” bir güdülen devlettir 1830’da. Arkasındansa Türk, “hasta adam” olacak, herkes bir tarafından onu ısıracaktır! Eserin kahramanı, bütün çevresiyle birlikte toplumlar arasında dostluk ilişkileri içinde. Kendiliğinden güzel olan birlikte yaşam, müdahaleler oldukça zorlaşıyor, ama gene de “imkansız değildi” diye düşünülüyor. Nitekim bir yandan güzellikler yaşanmaktadır. Çok yıllar sonra Mustafa, doğduğu, büyüdüğü, arkadaşlıklar, dostluklar ve aşklar yaşadığı o unutulmaz büyülü kenttedir. Resmo, az değişmiştir, “bıraktığı gibi”dir. Oysa yaşadığı İzmir ve çevresi, onun içinde yaşadığı dönemde bile, o kadar değişmiştir ki, bir karşılaştırma yapınca Resmo’daki görüntüler Mustafa’yı rahatlatır, sevindirir (s. 135). Kent ve tarih tahribatının umarsızlığını düşünmeye, neden Yunan adaları sahilleri, yerleşim yerleri ve manzaralarının değişmediğini, neden bir özenti ve moda olmayarak yapılardaki beyazlığın devamlılık halinde olduğunu çözmeye çalışıyoruz bu süreçte. Elbette belli nedenleri hepimiz biliyoruz, kontrol edilemez nüfus, önlenemez göçler, rant ekonomisi, değerlerden yoksun yeni paracı toplum, Batılılaşma vb. Mustafa’dan küçük bir ayrıntı öğreniyoruz; Yunanistan’da belediye başkanları ve valilelerini oralılardan belirler ve seçerlermiş (s. 170). Yaşadığı yüzyılın sona doğru gittiği Girit’te şaşırtıcı bir anısı var Mustafa’nın; Türk kahvesi “Grek kahvesi” olmuştur. Mecburen onu içecektir, çünkü “Türk kahvesi” artık “satılmamaktadır”, ama bunun anlamı, komşumuzun ve Batı’nın elbirliğiyle Türkte olan ve Türkten alınan bazı şeylerin Yunanların malı yapılmasıdır. (s. 141) Yaşadığı şeylerin içinde hâlâ Türk dostu olanları görmek onu sevindirse ve umutlandırsa da, hep işin aslını, yönetimlerin sorumluluğunun belirleyici olduğunu düşünecektir Mustafa. LOKSANDRA’NIN BİLGELİĞİ “Şair olmak için şiir yazmaya ne gerek? Müzisyen olmak için notaları bilmeye ne gerek? Cennete gitmek için dindar olmaya ne gerek? İşte cennet, gözleri görene. Sende görecek göz yoksa yerde de gökte de cenneti bulamazsın.” (s. 51) Okuduğum kitapları tekrar okumaktan belirli ölçülerde kaçınıyorum, ama okuduğum Loksandra, gene de iyi ki tekrar okuyorum dediğim bir kitap oldu. “Tarihe tanıklık”lar sıraya girmiş; ayrıntılı değil ama, örneğin, alaşağı edilen sultanların Yedikule zindanlarına hapsedildiği söylentileri, kellelerin atıldığı kuyular, Bulgaristan, Romanya, Karadağ gibi yerlerde Osmanlı’dan ayrılıkçılıklar, 1898 Türk-Yunan Savaşı, bacanağı Çarı ziyaret etmek için Petrograd’a giden İngiltere veliahtının canını teröristlerden zor kurtarışı, İstanbul’un İngiliz, Alman ve Fransız çok katlı mağazalarıyla tanışması, Kral Yorgo’nun (Georgios) ve Jean Jaurès’nin öldürülüşleri, Rusların Yeşilköy’e kadar gelişi, İstanbul’da Hıristiyanların da askere alınışı, Büyük Savaşın başlaması; bunların hepsi sayfalara sayfalara dizilmişler. 1820’lerden başlayan yüz yıllık bir dönemin romanı, ama yüz yıllık bir tarih özeti değil. Toplumsal değişimlerin yansıtılması. Marquez’i anıştıran bir anlatımı olan romanda eski ve bozulmuşluk duvarına henüz hiç çarpmamış İstanbul’u da tanıyoruz, mahalleleri, semtleri, tulumbacıları, arabacıları, satıcıları ile. Tarihi bir roman denemez ama belgesel tadı veren bir tarih içeriyor. Genç Türklerin Sultan Hamid’i tahtan indirmesine seviniyor Loksandra (s.181), çünkü sultanın “baskı yönetimi altında Türklerin Rumlardan daha çok özgürlüğe sahip oldukları söylenemezdi” diye düşünülüyormuş (s. 64). Loksandra sevecendir, herkesi sevendir, herkes için düşünendir, ayrım yapmayı bilmez. Ona düşmanlaştırılmak istenen insanları savunur ve sever. Vicdanlı Loksandra soru soran insandır, sormadan edemez ”insanların acı çekmesine seyirci kalabilir misin”? Kendisi kalmayacaktır çünkü, kim olursa olsun. Loksandra’nın hayvan sevgisi ve hayvanlarla ilişkisi, kişiliğindeki sevgi dolu insanın hem bir göstergesi ve hem de kanıtı gibidir; İstanbul sokak köpekleri, “sahipsiz oldukları için herkesi seviyorlardı ve mutluydular. Buna karşılık, sürünün komutanına bağlıydılar. Sürünün komutanı da mahallenin Loksandrası’na bağlıydı” (s. 55)! İstanbul’dan ayrılacak olan Loksandra’nın sorunu vardır, İstanbul’a bağlıdır, İstanbul’da yaşayanları sevmektedir. Bu yüzden hüzünlüdür. Sonra da İstanbul hasreti çeken bir Rum kadın olacaktır gittiği yerde. “Aman deme, İstanbul’a mı gideceksin? Ah, bir kuş olsam da seni götürecek geminin direğine konsam, ben de İstanbul’a gitsem!” (s.168) diyecek kadar. Görüldüğü gibi bu hasret, onun ruh güzelliği kadar şiirsel söylemiyle de dile getirilmiştir. Kişilik tahlilleri insanları okuyucuya tam olarak yansıtacak gibi ayrıntılıdır, ama gene de kestirmedir, ekonomiktir, fazla söz olmadan kişilikler örülür; belli ki, yazar Yordanidu olağanüstü yetenekli bir anlatıcıdır. 200 sayfaya bu kadar çok karakter çok iyi anlatılarak nasıl sığdırılmıştır diye düşünmeden edemiyor insan. Yunanistan’ın kendini hep dış güçlere muhtaç hissetmesine de değiniliyor, örneğin bir tanesi, Yunan kralının Rus Çarına “Türkleri durdurmak üzere gerekeni yapması” için başvurduğudur (s.123). Oryantalistlerin “Anadolu kadınının hafifmeşrep olduğunu söylemeleri” gibi yanlış ve olumsuz değerlendirmeler yerli yerine oturtulur (s. 17). Yazar da Loksandra türündendir, haksızlığa gelemez. Herhalde aynı kişidir. Yazar kadının Rumcası Türkçesiyle harman olmuştur, roman boyunca o kadar Türkçe söz geçmektedir ki, bunların eklenmiş olduğu düşünülemez. Türkçe sözcükleri çevirmen italik yazdığı için hepsini görürüz, iyi etmiştir. Çevirmene söz geldi diye belirtelim, keşke çevirisi Türkçeye tam hakim olan bir kişinin düzeltmesinden geçseydi! Kimi deyimlerde, kimi sözcük kullanımlarında hatalar var. YILDIRIM BÖLGE NEYDİ, NASILDI... VE SEVGİ? “Koğuş kalabalıklaştı, albayın işleri çoğaldı. Cezaevi yönetiminin usuldan usula yeni yöntemler geliştirdiğini, bunca siyasi tutukluyu baskı altına almak için daha etkili yollar aradığı seziliyor.” (s. 113) Kitabın roman ya da benzeri bir tür kurmaca (fiction) olmamasına karşın bir edebi özelliği var. Bir değerli yazarımız, arkadaşım Mümtaz İdil, bunu, Sevgi Soysal’ın anılarının “sanatsal güzelliğinin” olmasıyla açıklamıştı.[9] Çok doğru. Bir tarihin (“12 Mart 1971”) simgelediği “anılar” olan kitap, bu güzellikle okunuyor. Kaldı ki, “koğuş”u anlatan anılardan bazıları zaten bir öykü. Bu da, yani anı yazarken anıyı öykü haline getirmenin, bir yazar için ayrı bir ustalık olduğu demek. Ayrıca yazar, kendini önemli bir roman-öykü yazarı olarak kanıtlamış zaten. “Kadınlar Koğuşu”nun 1976’da yayınlanmasına kadar hepsi ses getiren, ilgi gören (ikisi öykü, üçü roman olan) beş kitabı var. Üstelik bir romanı da (Yenişehir’de Bir Öğle Vakti) ödüllü, esaslı yani. Büyük yazar diye bildiğimiz insanlar anılarını, anlatılarını yazdığı zaman kimse o yazılanların edebiyat içi mi, yoksa dışı mı olduğunu düşünmez, konuşmaz, tartışmaz. Bu “aenılar” da öyle ele alınmalı. Örneğin, Flaubert, Çehov, Joyce, Yakup Kadri’nin anıları, aynı roman ve öyküleri gibi ve onlar kadar okunur. Ayrıca Sevgi Soysal bizim Virginia Woolf’umuzdur. Mümtaz İdil ekliyor; kitabın, “12 Mart döneminin en tutarlı ve tarafsız belgesi” olduğu söz konusu. Hukuk belgeleri gibi “tarafsız” olan bu belge, bir hukuksal belgedir. Neden, suçluyor çünkü. Hukuksal metinler edebiyat değildir, ama arada edebi değeri olan hukuksal metinler de vardır, olabilir, çünkü bu yazarına bağlıdır (örneğin, E. Zola’nın İstinaf Mahkemesine, hukukçulara, Adalet Bakanına, Cumhurbaşkanına ve “Fransa”ya yazdıkları; 1897-98[10]). Sevgi Soysal’ın yazdıklarında istediği her şeyi en iyi bir şekilde anlatabilme gücünün farkına varılmaması mümkün değil, bu hangi kitabıyla olursa olsun okurun dikkatini çeken bir özelliği. Ve bu dikkat çekilirken o edepli ve sevimli hınzırlık da gözlerden kaçmıyor. Yazar, hafiften aykırı. Dahası, bir kere muhalif. “Ben muhalifim” diyenler eskiden bana itici gelmezdi, ben de muhaliftim çünkü. Ama şimdilerde muhalifliği kartvizit yapanlara kaygıyla bakıyor ve biraz da acıyorum, beğenmiyor ve sığ buluyorum; ve ben gene muhalifim. Demek ki muhalifliğin çeşitleri ortaya çıkmış; gösteriş için olanla, haklı muhaliflik arasındaki fark, ya da anlayamadığım başka bir fark gibi. Sorun, muhalif olmayı övünülecek bir şey olarak düşünmekten kaynaklanıyor olmalı, oysa muhalif olmayı övünür gibi yapanlar aslında muhalif olmayı zedelemekten, ona zarar vermekten başka bir şey yapmıyorlar. Neyse, Sevgi Soysal’ın muhalifliği, yaşadığı ve gördüğü şeyleri sorgulama yeteneği ile de ilgili. Bu yetenek ise her muhalifte olmaz zaten. Çünkü sorgularken bir kayırma yaptın mı ya da duygularını işin içine kattın mı aniden işin tadı kaçıyor. Yetenek yetersizliğinin ilacı ise henüz bulunamadı! Sevgi Soysal, dürüst, cesur ve açıksözlü! 12 Mart’ın gülünçlükleri onun kaleminde baskılara muhalefet konusu olmakla kalmaz, bu sayede alay konusu da yapılır. Yıldırım Bölge, kaçınca okumadır bilmiyorum, bu okumamı da yazarla ilgi yeni değerlendirmeler yapmamın yanı sıra, anılar çuvalının içindeki ziynet eşyalarını farkederek de yaptım. BİTİRİ-YORUM Tekrar okumanın güzellik ve yararından söz etmiştim, haklıyım, yanlış değil, ama, bu durum biraz da insanı sinirlendirmiyor değil, okunmuş bir kitabı okumak, yeni, başka ve okunmamış bir kitabın okunma zamanını çalmış olmuyor mu? Oluyor tabii. Ama unutmamak gerekir, hiç bir hayat okunması gereken veya istenen kitapların hepsinin okunduğu bir hayat olmamıştır, ve olmayacaktır. Aynı, yapılması gerekenlerin hepsinin yapıldığı, yapılıp bitirildiği bir hayat olmadığı gibi. Bunu unutmazsak “bilmece”ye çözücü bir şekilde yaklaşmış oluruz. İşte üzerine yazayım diye yola çıktığım, rastlantısal ortak özellikleri olan bu birkaç kitap böyle. Bir araya gelmeleri, getirilme değil, tamamen rastlantısal. Tarih ile edebiyatın ilişkisinde, bu ilişkiyi barındıran eserlerin kimi belli bir tarihi kendince açıklamıştır, kimi belirli bir geçmiş olayla veya tarihle ilgili merak uyandırıp bunu gidermeye çalışmıştır, kimi de tarihe bir not düşmüştür. Bir de yazarın tarihle ilgili bir anlayışı ve nedeni olmaksızın tarihin edebiyata sızması söz konusudur, bu belki de zaman zaman kaçınılmazdır. Tarih, (örneğin, sağlık gibi) en insani bilim alanlarından biridir, nasıl sızmasın ve nasıl insanla iç içe olmasın? Tarih edebiyatın temel dayanaklarından biridir. Şimdi bir düşünüyorum, edebiyatın tarihsizini, tarih dışısını; olur muymuş acaba? Olur elbette ama tarihle edebiyatın buluşmasının hem çok eski, hem de çok zengin örnekli olduğunu bilinir. [1] Zaman, Sumer destanları da tarih, Homeros da, efsaneler de, ama edebiyat zaten tarihle, yazıyla başlamıyor ki. Çıkış sözelle. Büyük bir kısmı uçmuş olsa da. [2] Tarihin edebiyata kattığı zenginlik ise tartışmasız; roman sanatından tarihi çıkarsan geriye bir şey kalmaz sanki (kalır tabii, ama belki esası, çoğu gider). En bilinen ve kalıcı olan romanlar ve sahne oyunları hep tarih değil midir? Sefiller, Harp ve Sulh, Parma Manastırı, Yüzyıllık Yalnızlık, Hamlet, Türkün Ateşle İmtihanı vb. (bunlardan bir tekinin bile adını duymayan var mıdır?). Hatta bu şiir için de geçerli, en bilinen nazım örnekleri edebiyat tarihine malolmuş eserler değil mi? İlyada[11], Kurtuluş Savaşı Destanı[12], Canterbury Hikayeleri[13] gibi olanlar edebiyattır ama bir yandan da tarihtir, değil mi? Dolayısıyla tarihle edebiyatın buluşmasında kaçınılmazlık vardır. Tarih ve edebiyat ilişkisinde ilk akla gelen edebiyat tarihidir. Edebiyat tarihi bir disiplin olarak hem ülkelerin sözel ve yazınsal geçmişini ele alır, hem de ülkeler arası edebiyatın karşılaştırılması ve ilişkilerinin açıklanmasını, birbirlerini etkileşiminin saptanmasını kapsar. Bunun yanı sıra bir de tarihin edebiyat içindeki yeri vardır, ki ayrı ve önemli bir başka konudur. Yani edebiyat tarihine tarihin edebiyatı eklenmiştir. Kaldı ki, buluşma yanında, tarih ve edebiyat arasında geçirgenliği, edebiyatın tarihe dönüşmesinde olduğu gibi, bildiğimizi düşünüyoruz. Aynı şey diğer yönde olmaz mı? Eskiden yokmuş. Ama 20. yüzyılda modern bir bütüncül tarih anlayışının karşılığı olan Annales Tarih Okulu’nun ortaya çıktığı zamandan beri olduğundan söz ediliyor. Buna göre, artık tarih yalnız bir bilim değil, bir edebi türe dönüşmüş durumdaymış. Çünkü, toplumun tarihi, toplumsal tarih gibi aşamalar tarihi edebiyatı içerme ve kapsama bilimlerinde dönüştürmüş bulunmaktadır. Tarihçinin edebiyat kitabı yazdığıyla kolay karşılaşılmaz. Belki de yoktur, onun için vakit kaybıdır herhalde, bu yüzden olsa gerek. Fakat tarihin edebileşmesiyle, bilimin sanatlaşması ile bu da gerçeklik kazanmış durumdadır. NOTLAR [1] Kaynak Yayınları, İstanbul 1985. [2] Can Yayınları, İstanbul 1984. [3] Tekin Yayınevi, I ve II, İstanbul 1981. [4] Kendi yayını, İzmir 2000. [5] Belge Yayıncılık, İstanbul 1990. [6] Bilgi Yayınevi, Ankara 1982 (5. baskı). [7] Efendilerin köylü gelinlerin gerdek gecesinde damattan önce gelinle yatma hakları da vardı. Bakire kızlara düşkün olmasa da senyörlerin hak-güç ilişkisini sürdürmek uğruna aksatmadan yüzyıllar boyu sürdürdüğü “ilk gece hakkı” (jus primae noctis), Avrupa feodalitesi tarihinde dikkate değer bir uygulamaydı. Ayrıca, “ilk gece hakkı”, birçok yerde kimi zaman kişisel, kimi zaman yığınsal intikam ve ayaklanmalara yol açmaktaydı. Bu konuda bilgi için bkz. Friedrich Engels, Köylüler Savaşı, Payel Yayınevi, İstanbul 1967, s. 57-58. [8] Bu konuyu işleyen ve çok güzel ele almış, önemli bir tarih bilgisine sahip birikimli bir yazarın yeni bir makalesi; Ahu Yalçın Terzi, “Kemal Tahir’in Devlet Ana Romanındaki Tarih Tezi”, Teori (Türk Romanında Tarih ve Toplum 2), sayı 380, Eylül 2021, s. 42-53. [9] A. Mümtaz İdil, Bir Sevgi’nin Öyküsü, Kavram Yayınları, İstanbul 1990, s. 105. [10] Dreyfus Olayı (Adalet İçin Bir Savaşın Öyküsü) / Emile Zola, Yalçın Yayınları, İstanbul 1998. [11] Homeros, İlyada, Can Yayınları, İstanbul 1998. [12] Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye, Bilgi Yayınevi, Ankara 1974. [13] Geoffrey Chaucer, Canterbury Hikâyeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1994. Alp Hamuroğlu
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR