Sitemizin giriş katındaki dairenin ışıkları yandı, ama artık orada Reşit Toker Paşa değil yeni taşınmış bir aile yaşıyordu. Bir yıl önce boşaltılmıştı daire; altı ay kadar boş kalmış, sonunda yeni sahiplerine satılmıştı. Oraya her gözüm kaydığında, komşumuz Reşit Paşa’yı anımsar, zamanın akıp gidişi ve bizi dertlendiren konuların gerçekte ne denli boş olduğu üzerine düşüncelere dalarım.

Uzun boyu, mavi gözleri, gümüş renkli saçlarıyla gösterişli bir adamdı Reşit Paşa, ancak sürekli sağlığından yakınır, hangisi gerçek hangisi hayali olduğunu bilmediğim hastalıkları nedeniyle doktor doktor dolaşırdı. Şuruplar, kutu kutu ilaçlar, yurt dışında yaşayan kızının gönderdiği çeşitli vitaminler masada yığın halinde dururdu, kendisi de vaktinin çoğunu onların prospektüslerini inceleyerek geçirirdi. Hiçbir doktorundan memnun değildi. “Kimsenin bir şey bildiği yok. Bunların anladığı yalnızca para!” diye söylenirdi onu ziyaret ettiğimde. Zaten yaşlılığının sorunlu geçeceğini yıllar önce haber vermiş bir doktor. O paraşütle atlama olayından sonra bel ve sırt ağrıları için hastaneye gittiğinde röntgen filmine bakıp: “Sizin omurgaya ne olmuş böyle?” diye sormuş doktoru.  O da olanları anlatınca: “Sizin yaşlılığınız çok zor geçecek,” demiş doktor. “Omurgaya çok yük binmiş atlarken. Darbenin etkisiyle disklerin arası açılmış, omurgada kireçlenme olmuş.

Bu olay rütbesi henüz binbaşı iken başından geçmiş. Görevli olarak askeri bir uçakla Ankara’dan Adana’ya giderken uçağın motoru aniden alev almış. Uçuş ekibi: “Uçak düşüyor!” diye bağırışmış. “Ne yapacağız, peki?”  diye sorunca da biri yanıtlamış: “Paraşütle atlayacağız, Binbaşım!” “Sen çıldırdın mı?” demiş Reşit Binbaşı. “Ben sizin gibi havacı değil, karacıyım. Bir binanın beşinci katından aşağı baksam başım döner.” O böyle derdini anlatmaya çalışırken ekipten biri onun sırtına paraşütü geçirmiş bile. Kapıya kadar getirip: “Binbaşım, beşe kadar sayıp şu deklanşörü çekeceksiniz! Arkadan biz de geliyoruz,” diyerek kendisini aşağı itivermiş. Önce dehşetli bir rüzgârla savrulmuş Reşit Binbaşı. Çığlık çığlığa düşerken bir an ona söylenenleri anımsamış ve hemen deklanşörü çekmiş. Tabii, acemi olduğundan, sert açılan paraşüt omurgasını zedelemiş. “İşte, “ derdi. “Doktorun dediği çıktı sonunda. Emekliliğim ızdırap içinde geçiyor.”

Emekliliğini üzüntü içinde geçirmesinin asıl nedeni, bence, daha yüksek mevkilere gelmeyi umarken, henüz tümgeneral iken emekli edilmesiydi. Askeri okulları ve kursları hep birincilikle bitirmişken, sicili parlak, dosyası teşekkür ve taltif belgeleriyle dolu iken bu beklemediği emeklilik onu pek sarsmıştı. Komutanlarına da kırgındı. Bu takdir belgelerinin birer örneklerini daima deri çantasında muhafaza eder, gittiği her yere de çantasıyla giderdi. Bir keresinde Ordu Evi’nde yemek yiyip,  salona geçmiş. “Baktım, emekli bir korgeneral, etrafına toplanan kişilere kendini övüp duruyor. Şöyle başarılar kazanmış, böyle takdirler almış… Yanaştım. ‘Affedersiniz, komutanım,’ dedim.’ Söylediklerinize kulak misafiri oldum. Askerlik hayatınız başarılarla doluymuş.  Tebrik ederim. Peki, bunları kanıtlayacak bir belge var mı elinizde?’ Şaşırdı: ‘ Ne belgesi?’ dedi. ‘Öyle ya,’ dedim. ‘İnsan bir iddiada bulunurken belgesini de sunar.’ Yüzü allak bullak oldu: ‘Senin var mı, peki?’ ‘Elbette,’ deyip çantamı açtım. Bütün birincilik diplomalarımı, teşekkür belgelerimi önüne koyuverdim.”  

Bunları anlatırken, eşinin getirdiği çayı yudumluyor, yanına oturan kedisini okşuyordu. İri yarı, iyi beslenmiş bir kediydi bu. Eve her geldiğimde yanıma sokulur, koklar, sonra da tırnaklarıyla bacaklarımı tırmalamaya kalkardı. Huzursuz olduğumu gören Paşa gelip onu kucağına alırdı. Kedilere düşkünlüğü vardı.  “Kusura bakma,” derdi. “Yabancılara böyle yapıyor. Biraz yabanidir. Başka insan görmediğinden olacak. Malum, kapımızı çalan pek yok. Biz de bıkıyoruz ondan bazen, ama ne yapalım. Sokağa atsak iki gün sonra ölür, sitenin tekir kedisi gibi acar değil bu.”

Öyle diyordu, ama sitenin kedisini de besleyen oydu. Hele gebe kalıp yavruladığında ona süt vermeyi hiç savsaklamaz, soğuk kış günlerinde, altına kilim serip, onu yavrularıyla birlikte sıcacık kazan dairesinde konuk ederdi.

Zaten itilmişlere, yoksullara karşı pek merhametliydi; makam sahiplerine, zenginlere,  ise tepeden bakardı. Sitenin kapıcısını her zaman gözetir, para yardımı yapar, çocuklarının kitap, kırtasiye masraflarını karşılarken, sitenin çoğunluğunu oluşturan mühendis, yönetici, yargıç gibi üst düzey sakinleriyle selamlaşmazdı bile. Yıllık yönetim toplantılarına da katılmaz, kapıcının getirdiği kararları imzalamakla yetinirdi.  

Herkesten şikâyetçiydi: Partilerden, politikacılardan, kendisini erken emekli eden komutanlarından, doktorlardan, komşulardan ve hatta kızlarından. Kızlarından biri İstanbul’da öbürü de Kanada’da yaşıyormuş. Her ikisi de evliymiş ve iyi para kazanıyorlarmış, ama babalarını bazen telefonla aramaktan, yılda bir kez de kısa bir ziyaret için Ankara’ya gelmekten öte geçmiyormuş ilgileri. Bunları anlatırken eşi söze hiç karışmaz, çay servisini yaptıktan sonra örgüsünü örmeye başlardı. Kulağında bir cihaz vardı ama yine de duymuyordu konuşulanları.

Reşit Paşa uzun yıllar MİT’de yönetici olarak görev yapmıştı. Teşkilat yaptığı hizmetleri takdir etmiş olmalı ki,  emekli olunca onunla ilişkisini kesmemişti; bir tür danışmanlık görevi vererek deneyimlerinden yararlanıyordu. Bu görev erken emekli edilmesinin acısını bir nebze olsun hafifletiyor, kendine güvenini canlı tutuyordu. “Beni bazıları, bir kenara itilmiş, sıradan bir emekli paşa sanıyor,” demişti bir gün. “MİT’de hala görevli olduğumu senden başka bilen yok. Geçenlerde bir baktım, yandaki Ziraat Bankası lojmanlarında oturan bir müdür arabasını bizim binanın önüne park etmiş. Taksi çağırmıştım, girişi kapadığından taksi yanaşamıyor. Belim de ağrıyor zaten. Sinirlendim. Müdüre çıkıştım: ‘Buraya neden park ediyorsunuz? Bir ambulans gelse nasıl girecek? Yangın çıksa itfaiye aracı nasıl müdahale edecek?’ Adam beni hafife aldı galiba. Cevap bile vermeden elini ‘Hadi oradan!’ der gibi salladı yalnızca. Ben de gereğini yaptım. İki gün sonra lojmanın kapısına bir kamyon yanaşmıştı; Müdür Bey lojmanı boşaltıyordu.” 

Bir keresinde de Genel Kurmay Başkanına yazdığı bir mektubun örneğini gösterdi bana. Mektupta, iyi dileklerini sunuyor, görevinde başarılar diliyor, sonra da bütün yaşamını orduya adamışken, şimdi bir kenarda unutulmuş olmaktan yakınıyordu. Mektubun sonunda da, “Komutanım, siz de sonunda benim gibi emekli olacaksınız. O zaman beni daha iyi anlarsınız,” diyordu. Mektubuna yanıt alamayışı onun için ayrı bir üzüntü kaynağı olmuştu.

Bir gün sitenin girişine bir ambulansın yanaştığını gördüm.  Görevliler evden sedyeyle çıkardıkları Reşit Paşa’yı araca yerleştiriyorlardı. Hemen yanına gittim. Yüzü sapsarıydı.

“Paşam, ne oldu size?”

Gülümsemeye çalıştı: “Birkaç gündür çok kötüyüm. Kızım beni uçakla İstanbul’a götürüyor. Özel bir hastaneye yatıracak.”

“Geçmiş olsun, Paşam. İnşallah yakında tamamen iyileşir, tekrar dönersiniz evinize.”

Bu sırada sitenin tekir kedisi olanları anlamış gibi telaşla ortada dolaşıyor, acı acı miyavlıyordu.

Paşa onun sesini duydu. Doğrulmaya çalıştı. “Senden rica ediyorum,” dedi. “Bu hayvana sahip ol. Her gün karnını doyur, suyunu ver. Yoksa sefil olur. Ben düşünmesem zavallı kimsenin umurunda bile değil. Bunu yaparsın, değil mi? Söz ver bana.”

Ambulans görevlileri sedyeyi içeri itip kapıyı kapattılar. Araç siren çalarak yola koyuldu.

Bu sözlerinin bana vasiyeti olduğunu o anda tahmin edememiştim.

    

Sedat Erden

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)