“Sen gelmiyor musun?” diyerek girdi kapıdan Eşref Bey. Heyecanlıydı. “Ne diyorsun, nereye gelmiyormuşum?” sözleriyle karşıladım onu. “Demek ki haberin yok! Azerbaycan’a gidiliyor duymadın mı?” Duymamıştım. Birkaç gündür il dışında olunca yokluğumdan faydalanıp hemen bir gezi planlamışlardı herhalde. Şaka bir yana, “Başkan beni atlamazdı; unuttu mu acaba?” demek geçti içimden. “Vallahi duymadım, birkaç gündür il dışındaydım. Ne zaman gidiliyormuş?” “Söylendiğine göre iki hafta sonra. İstersen başkanla bir görüş, kırmaz, mutlaka seni de dahil eder. Belki etmiştir de, dönmeni bekliyordur!”

Doğruydu, unutmamıştı Başkan; iki gün sonra toplantı çıkışı, beni de davet etti geziye, “Kambersiz düğün olmaz Besim Bey!” diyerek. Ne yalan söyleyeyim memnun olmuştum bu davete. Gerçi daha önce bir kez gitmiştim Azerbaycan’a ama o zaman Bakü dışına çıkmamıştık. Bir de taşrasını görsek fena olmazdı. Alıp götürecek değildik ya… Teşekkür ettim.

Meclis üyesi olmanın en güzel hediyesiydi bu geziler. Adına “bonus” derlerdi ki, tadından yenmez cinsinden.  Ne de olsa çok “yoğun” çalışıyor, onun, bunun, “seçmenlerin” beklentilerine yanıt vermek uğruna “kan, ter” içinde kalıyorduk. Belki dünyanın en zor işlerinden biriydi, politikacılık. Hele bizim memlekette… Beş yıl sırtında taşırsın da bir kez atlarsın ya, işte o zaman yandın; sıfırlanırsın… Onlarca tuğlayı üst üste yığıp, aralarından birini çektiğinde yıkılan duvarın altında kalmak gibi bir şeydir bu. Bütün çalışmalarınız birden boşa çıkar. Bu yüzden dengeleri iyi kurmak, kimseyi atlamadan, kırıp dökmeden ve de düşmeden sürdürmelisin bu işi. Yoksa ayağın sürçmeyegörsün, çiğneyip geçenlere paspas olursun Alimallah!

Pek sık olmasa da her yıl bir iki yurt dışı yapmak iyi geliyordu insana. Cebinden beş kuruş çıkmadığı gibi bir de yolluk alıyorduk ya… Gerçi halim vaktim yerinde buna ihtiyacım yoktur,  ama devlet kesesinden az da olsa sebeplenmenin tadı bir başka oluyordu canım. Ne de olsa “Devlet malı deniz yemeyen domuz!” veya eşek dememişler mi? Ne domuz olmak istiyordum ne de eşek. Bizden olsa olsa sırtlan olur ama neyse… Kendime harcamasam da çoluk çocuğa bir şeyler alıyordum. Gerçi gittiğimiz yerlerden verilen hediyeler de azımsanacak şeyler değildi. Öyle bile olsa torunların beklentileri farklı oluyordu elbette.

Başkanla arkadaşlığımız çocukluk ve gençlik yıllarına dayanıyordu. Aynı mahallede doğup büyümüş aynı okullarda okumuştuk. Aynı otlaklarda yayılıp, aynı bulaklarda sulanmıştık. Aynı sokakların havasını, aynı iklimin dünyasını taşıyorduk. Yetmiyormuş gibi yaz kamlarına gidip “komando eğitimleri” bile almış, yerine göre kurt, yerine göre aslan kesiliyor, arada bir de tir tir titriyorduk sudan çıkmış it gibi. Olmadık zamanlarda rüzgara karşı işemişliğimiz olduğu gibi, hovardalık da vardı kitabımızda. Ne de olsa bıçağı kında bıçkın delikanlılardık. Bent deresi bizden sorulurdu. Liderimize de ölümüne bağlıydık ki, “vur dese vurur, öl dese ölürüz!” dercesine…

Başkan benden iki gömlek ilerde dururdu her zaman. Liderin bütün söylemleri ezberinde, her an her türlü göreve hazırdı. Milliyetçi mukaddesatçı grubun gözü pek, imanı sağlam elamanlarında biriydi kendisi. Orhan Reis dendi mi şöyle bir dururdu herkes. Ona olan güvenimiz tamdı. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, işse iş, eylemse eylem duman ederdik koca mahalleyi. Üniversitelerin öğrencisi olamasak da kenarında köşesinde az militanlık yapmadık yani. Bu nedenle, sahte de olsa, yarım yamalak bir diplomayı hak etmişizdir herhalde.

Korkusuzdu Orhan; tek başına dalardı “komünistlerin” üstüne. Peşinden de biz… Ona yetişmek için göbeğimiz çatlardı. Bu yüzden çok dayak yemiş, yine de vazgeçmemişti huyundan. Kaç kez kurtardık bilmiyorum. İki kez ölümden aldık onu,  kafa göz dağılmış vaziyetteydi. Doktorlar bile şaşırırdı kafasının sağlamlığına da “Mübarek etten kemikten yapılmış kafa değil, yekpare mermer kütüğü!” derlerdi. Bazıları buna “Nato mermer, nato kafa!” deseler de, bizimkisi oldukça “kaliteli” bir taştı. Bu arada biz de boş durmuyor, Allah ne verdiyse vuruyor, alacağımızı da alıyorduk elbette. Biz of, ah diye sızlanırken, o her seferinde de, “Bana iyi geliyor, iyice kinleniyorum, kinlendikçe de bileniyorum!” deyip geçiyordu.

Bu arada bizden habersiz bazı olaylara karıştığı konusunda söylentiler geliyordu kulağımıza. Sorduğumuzda da, “Siz karışmayın bu işlere söyleneni yapın yeter!” sözleriyle “racon” keserek savuşturuyordu bizi. “Benden bile sakladığına göre bir iş var bunda!” deyip geçiyordum. Eyleme “gizem” katmak yeni moda olmaya başlamıştı o zamanlar. Abilerimiz, “Karanlıkta iş çevirmek her babayiğidin harcı değildir!” deyince susardık. Sır gibi sakladığı bu işlerden dolayı 12 Eylülden sonra iki yıl yattı hapiste. Ben hep, bir türlü kopamadığı “karı – kız” işlerine bulaştığını düşünsem de durumun farklı olduğunu o zaman anlamaya başlamıştım. Sonunda aklansa da bir cinayete karıştığı, tatsız bir geçmiş olarak kalmıştı hafızamızda. “Su testisi suyolunda kırılır!” lafını boşa çıkaranlardan biriydi o. “Çatladı ama kırılmadı; testi de, ne testiymiş arkadaş!” diyen çok oldu arkasından.

Birlikteliğimiz politikada da devam etti. Üç dönemdir o İlçe Belediye Başkanı, ben de meclis üyesi olarak devam ediyoruz. Halkın büyük bir sevgisi vardır Başkana. Cesur ve etkileyici kararlarıyla halkın gönlünde taht kurmuştu. Çok şükür, sayesinde içkili lokanta kalmadı ilçemizde. Gençliğimizde Orhan’la çok içmişliğimiz vardı. Fakat Başkan olduktan sonra, bir de umre ziyareti yapmıştı ki, içkiyi bıraktım dedi. Ondan sonra da tanık olmadım… Biz içmeye devam ediyorduk. Buna rağmen, onun yasakçı tutumunu desteklemiştik. Politika gereği elbette… Burada vatandaşın dediği önemliydi; “o her zaman haklıydı çünkü.” Arada bir de, onun gözüyle bakmak gerekirdi etrafa. Ayrıca içki meselesi “baş sorun”uydu ilçemizin.   

İçkiyle kafaları ütülerken, başka konulara kafa yormadığımız sanılmasın! Bu dönemde gecekondu yok denecek kadar azaldı ilçede. Büyükşehir Belediye Başkanının destekleriyle ve zaman zaman bizim de bulaştığımız karışık işleriyle kentsel dönüşüm projeleri uygulandı. Gecekonduların o çirkin görüntüleri yerlerine devasa ve “modern” binalar boy gösteriyor şimdi. İlçemizin beton yığınına dönüştüğü eleştirisi yapılsa da, bunun “marjinal grupların” işi olduğunu herkes biliyor artık. Sıra yeşil alan yaratmaya geldi. Önümüzdeki yıllarda inşallah bunu da gerçekleştireceğiz. Elbette “yer kaldıysa…” Bunu, Başkan duymasın diye içimden söylüyorum.

Başkanın ortaya koyduğu bu performans, onu büyükşehir başkanlığına kadar götürür diye düşünüyordum. Zaman zaman buna hazırlanmak gerektiğini hatırlatınca, “… kısmet!” deyip geçiyordu. Sanki istemem yan cebime koy der gibi bir hali vardı. Ama içinden geçenleri çok iyi biliyordum. “Allah kısmet ederse o günleri de görürüz…” derdim. İlçede birçok projeye imza atmıştık. “Değmediğimiz sorun kalmadı!” diyordum ama yine de belli olmazdı…” “Bir verirsin iki ister, iki verirsin üç ister… Arada bir pas geçersin hastır çeker” dedikleri doğruymuş. “Alışılmış kudurmuştan beterdir!” demeleri de bundan olsa gerek. Madem alıştırdın vereceksin arkadaş!   Halkla aramızda sağlam bir gönül bağı vardı: biz ona verdikçe o da bize veriyordu. İki tarafın da memnun olduğu bu durum devam ettiği sürece de görevimize devam etmeye kararlıydık.

***

Nihayet yola çıkma günü gelmiş, havaalanına varmıştık. VIP salonuna girdiğimizde Başkan ve bir arkadaş hariç herkes hazırdı. Kafilede başkan dışında 6 meclis üyesi iki de il müdürü vardı. Birbirimizi tanıyorduk. Selamlaşırken ilkokula yeni başlayan çocuklar gibi utangaç ve acemice davranıyorduk. Bu durumda kısa pantolonumuzla bilyelerimiz eksikti sadece. Onlar da olmayıversindi canım! Yoklama mı yapacaklardı…? Olmadı biraz büyüyüp, bizden başka kimseler yokmuş gibi şakalaşıyor, karşılıklı takılıyorduk. Resmiyetin sıkıcı havasından kurtulmuş, ergen oğlanlara dönmüştük adeta. Kılık kıyafetimizle, gençlik kampına gidiyormuş gibi bir halimiz vardı. İşin gerçeği şuydu ki, çocuklukla gençlik arasında gidip gelirken kendimize uygun bir pozisyon bulmaya çalışıyorduk.

Azerbaycan’a ilk kez gitmiyordum ama yine de heyecanlıydım. Pasaportumu, banka ve kredi kartlarımı, paramı iki de bir kontrol ediyordum. Yurt dışına her çıkışımızda yanıma dolar almayı alışkanlık haline getirmiştim. Bizim için olmazsa olmazlardandı… Zaten hayatımızın büyük bir kısmında dövizle yatıp kalktığımızdan, bu durum hiç de yadırgatıcı değildi. Ekonomiyi ona bağlayıp, onunla döndürmeye kalkınca, başımız fırıl fırıl dönerken, nedense büyüyen kıçımız dönmez olmuştu.

Ne olursa olsun, bitiyordum şu uçak yolculuğuna! İnsan gökyüzüne çıkınca tüy gibi hafifliyor, bütün ağırlıklarını atıyordu. Baş dönmeleri durmuş, ama kıçımız oynamaya başlamıştı ki, bu bir mucizeydi... Bir çeşit “göt atma” durumu vardı üzerimizde. Sanki ağırlıkları atmasak uçak uçmayacakmış gibi geliyordu… “Yer çekiminin azalmasından!” demişti bilgiç bir arkadaş. Ne demek istediğini pek anlayamamıştım ama ne olursa olsun hoşuma gitmişti… Rahat bir uçuştan sonra Bakü’ye indik. Bizi, birkaç kez Türkiye’ye gelen, Başkanla da görüşen, hatta konuk olacağımız ilçeyle kardeş şehir olmamızda büyük emeği olan milletvekili Hacı Mirza Bey ile Türkiye’den bir iş adamı ve Azeri ortağı karşıladı.

Programa göre ilk gün için resmi bir ziyaretimiz yoktu. Yol yorgunluğunu atıp davetli olduğumuz akşam yemeğine gidecektik. Ne de olsa, bu yarı resmi bir yemekti. Kıyafetimiz de ona göre olmalıydı. Nasrettin Hoca’nın “ye kürküm ye!” fıkrasını hatırlatır gibi olmasa da ona yakın bir anlam taşıyordu. Otelimize yerleşip kıyafetlerimizi değiştirdikten sonra lobide buluşup lafladık. Kendimizi, önemli görüşmeler yapmaya gelmiş büyük devlet adamları havasına soktuğumuz otel görevlilerinin ilgisinden belliydi. Garsonların biri gelip, biri gidiyor, bir isteğimizin olup olmadığını soruyordu. Bu durumdan sıkılmıştık. Mademki boş oturmamızı istemiyorlar, Bari içecek bir şeyler ısmarlayalım dedik. Sanki sözleşmişiz gibi birer Türk kahvesi söyledik. Yanında da su… Sonra da meyve suyu söyleyenler oldu.

Yemek, göl kenarındaki bir otelin terasındaydı. Gün batımıyla karışık, yer yer çam ağaçlarıyla süslenmiş, oldukça güzel bir manzarası vardı. Bizim Mogan Gölünden daha büyük görünüyordu. Bulunduğumuz yerin tam karşısında otel olduğunu düşündüğümüz bir yapı daha vardı. “Bu manzarayı kaçırmayalım düşüncesiyle erkenden geldik!” dedi ev sahibimiz Hacı Mirza Bey. Başkanımız bu düşüncelerinde isabetli olduklarını söyleyerek teşekkür etti. Eylül sonu olmasına rağmen göle girenler, son kırıntılarını kaçırmamak için şezlonglara uzananlar, belli ki, güneşten birkaç yudum daha almak istiyorlardı. Onlara göre günün ve mevsimin tadını sonuna kadar çıkarmak gerekiyordu; yoksa anlamı kalmazdı tatilin. Öyle ısırıp atmak hiç olmazdı… Yemeğin üstüne alınan tatlı, tatlının üstüne konan kaymak gibi geliyordu bu son dakika kırıntıları.

Yemeğe oturduğumuzda güneş batmış, kızıllığını bir miras gibi bize bırakmıştı. Zengin sofranın etkisinden sıyrılıp, onunla oyalanmaya vaktimiz yoktu. Kebap ağırlıklı menünün, değişik mezelerle süslenmesi içkili bir ortam olacağını gösteriyordu. Nitekim garsonlar hepimize, tek tek ne içmek istediğimizi sormaya başladı. Öncelik, baş konuk olarak bizim Başkana aitti elbette. Başkan tereddütsüz gazsız içeceklerden bir meyve suyu söyledi. Türkiye’de olsaydık mutlaka ayran derdi. Ama nedense burada tercihini değiştirmişti. Garson biraz duralasa da elindeki deftere notunu düştü. Başkanın umuma açık yerlerde alkollü içki kullandığını ben dahil kimse görmemişti bugüne kadar. Ama özel ortamlarda birlikte içtiğimiz çok olmuştu. Umreden sonra bizimle de içmez oldu… Burada ne yapacağını merak etmiştim. Birçok konu gibi bu da sıkıntılı bir durumdu. Yine çift kişilikli bir varlığa dönüşüyorduk.

Azerilerin bu konuda oldukça rahat olduklarını biliyordum; karşımızda içeceklerdi. Biz ne yapacaktık? Kardeşliğin pekişmesini sağlamak üzere bulunduğumuz bir ortamda, “Yok biz o meretten içmeyiz!” mi diyecektik? Adamlara konuk olmuşuz sofralarına oturmuşuz, karşımızda içki içiyorlar diye kalkıp gidecek miydik yoksa? Bu kabalığı yapacak mıydık? Yarın bize konuk olduklarında, ”Kusura bakmayın biz alkol almıyoruz size de içirmiyoruz!” mu diyecektik? Hadi içtik diyelim! Peygamberimiz Hz. Muhammet savaşta ölen amcasının ciğerini yiyen Hind affediliyordu da, bizim şurada kardeşlik adına içtiğimiz bir içecek sırf alkollü diye affa uğramayacak mıydı?

Kafamda bu tartışmalar olurken garsonun tepeme dikildiğini son anda fark ettim. Kararlıydım, zehir olsa içecektim. “Şarap” dedim. “Sizin şaraplarınıza hayır diyemem!” sözcükleri dökülüverdi ağzımdan. Dedim ama az önce “su” diyen arkadaşımın dirseğini de yemiştim, “Sen ne yapıyorsun? Bizi de günaha sokacaksın!” demesin mi. Herkesin bakışları bana dönmüştü. “Herkesin günahı kendine kardeşim!” dedim. “Sütten çıkmış ak kaşık numarası yapmayın şimdi bana! Burada adam gibi bir yemek yiyeceğiz. Bana göre kardeşlik ve dostluk bunu gerektirir. Benim bildiğim, mümkün olan her şeyin paylaşılması, kardeşliğin temel koşullarındandır. ‘Ev sahiplerine eşlik etmek de usuldendir!’ demezler mi büyüklerimiz. Ortama uymak da insanlığımızdan olsa gerek. Sadece yiyip içiyoruz şurada. Rahat olun biraz!”

Bu çıkışımdan cesaret alan öbür yanımdaki Hamdi Bey “Ben de…! Gürcistan ve Azeri şarabının methini ben de duymuştum. Merak ettim şimdi!” diyerek beni takip etti. Bu davranışımızın Azerileri çok mutlu ettiği, yüzlerindeki tebessümden anlaşılıyordu. Fakat Bizim Başkan’ın yüzü biraz kararmıştı. Diğer arkadaşlar ise, benim şarap içmemi, belli ki,  yadırgamışlardı. Buna karşın bizim Azeri kardeşlerimiz boş kadehlere vurmaktan veya kendi kendilerine kadeh kaldırmaktan kurtulmuşlardı.

İçkilerin ısıttığı ortam yüreklere kadar uzanmış, bilinen mevsimlerin ötesinde bambaşka bir iklim oluşmuştu. Bir sofrayı paylaşmanın sihirli dokunuşları, “iki ülke bir millet!” söylemini ete kemiğe büründürüyordu sanki. “Şimdi bir şişe rakı olsaydı da, dostluğun ve kardeşliğin anlamını siz o zaman görseydiniz!” demek geçti içimden. “Alimallah, kendi memleketimizi kurtardığımız gibi Azerbaycan’ı, hatta tüm Türk Cumhuriyetlerini de kurtarırdık...” Bunları diyemezdim; ne olur ne olmazdı. Kardeşliğin o kadarını kaldıramazdık daha… Bunu denemeye kalkanların, Elçibey’e yazık etmelerinden birkaç yıl geçmişti henüz.

İkinci gün Parlamento ile Bakü Belediyesine yapılan nezaket ziyaretleri klasik görüşme ve konuşmalar şeklinde geçse de bizim için değerliydi. Ne de olsa kardeş bir devletin evinde ağırlanan konuklardık ve bundan özel bir mutluluk duyuyorduk. Bizler burada, sadece Türkiye’deki bir ilçenin temsilcileri gibi değil, ülkemizi temsil eden bir heyet olduğumuzu daha iyi anladık. Azerbaycan’ın kalbinin attığı bu koca yapılarda bulunmakla ağırlanmanın ciddiyetini, ülkemizin dünyadaki yerini daha iyi kavramamızı sağlıyordu. Ben şahsen bunun bilicine bir kez daha vardığımı zannediyordum. Peşi sıra yapılan Şehitlik ziyareti ise, kardeşlik duygularımıza yeni ve güçlü anlamlar katmıştı. Özelikle Karabağ şehitlerinin mezarlarındaki tazelik kanlarının henüz kurumadığını gösteriyordu. Kendimizi o kadar yakın hissettik ki, canlarını bizim için vermişlerdi sanki…  Rahmet dualarıyla andık onları.

İkindiye doğru gezdiğimiz plaj, Azerbaycan'ın bir başka boyutunu gösteriyordu. Bakü’nün kuzeyine, Hazar Denizinin de batısına düşen plaj, devlet büyüklerinden birinin oğlu tarafından işletiliyordu. Onun hakkında söylenen mafya lideri söylemi hepimizi tedirgin etmiş, “Böyle bir şey nasıl olur!” demeden geçememiştik. “Bu da bir şey mi?” diyerek devam etti ev sahibimiz. “Az güneyimizdeki daha büyük bir plajı da Büyük Başkanın oğlu işletiyor!” Bu sözler ağzımızı açık bırakınca, lafını esirgememesiyle tanınan bizim Hamza Bey, “Pes doğrusu, bu lafın üzerine hiçbir şey söyleyemem arkadaşlar. Bizde de benzer şeyler oluyor ama ister istemez, bu kadarı da olmaz dedirtiyor insana. Bundan sonra benim ağzımdan her şey girer ama hiçbir şey çıkmaz!” diyerek günün anlamını özetleyiverdi.  Gezi sonuna kadar da bu sözünü tuttu diyebilirim; zorunlu olmadıkça, özellikle Azerbaycan’la ilgili tek söz etmedi.

Herkes bir yorum yaparken Bizim Başkanın suspus kalması beni bir kez daha şaşırtmıştı. Kendisiyle ilgili ortalıkta dolaşan “mafya artığı” gibi ifadeler geldi aklıma. İçimden, “ İhtimal vermememe rağmen, bu da nereden çıktı şimdi?” demeden edemedim. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz!” deyişi doğru muydu acaba? Onunla ilgili aklıma takılan tek şey “bir şeyler gizlediği” fikriydi. “Hiç bir şey yoksa da mutlaka bir şeyler vardır!” gibi söylemler literatürümüze girmemişti henüz. Bendeki bu saplantı çocukluğumdan bu yana hiç bitmemiş, aksine şüphelerim gittikçe artmıştı. Evlendikten sonra ben hovardalığı bıraksam da onun aynı hızla devam ettiğini ve bir iki dost edindiğini duymuştum. Ancak ne yalan söyleyeyim bu konuda bildiğin bir şey mi var? derseniz, yok derim. Bu gizliliğin nedeni sadece bu olamazdı; daha ciddi ve önemli bir sırrı olmalıydı. Benimkisi sadece bir sezgi, belki de bir kuruntuydu. O zaman bu şüphe de ne oluyor? diye sorabilirsiniz. Onunla ilgili bilmediğim ve anlamakta güçlük çektiğim şey, kayboluşlarıydı. Olur, olmaz zamanda, Ninjalar gibi kayboluyor, sonra da çıkıveriyordu birden. Çocukluğundan beri saklambaç oyununu çok sevdiğini biliyordum ama bu başkaydı: O tek başına oynamaya başlamıştı bu oyunu. Belki de başka bir takımın içindeydi. Ortada sır gibi sakladığı bir şey vardı sanki. Herkesin sakladığı bir şeyleri, saklandığı bir yerleri olduğuna inanmaya başlamıştım. Son zamanlarda, kötü bir huy mu ediniyordum yoksa?

***

 Kardeş şehre yolculuğumuz, ertesi gün kahvaltıdan sonra başlamıştı. 11 kişiydik otobüste. Herkes birbirini daha yakından tanıyınca, kardeşliğin yanında dost olmuştuk. Yol üzerinde gördüğümüz yerlerle ilgili bilgi alıyor, varsa oralarla ilgili hikayeler dinliyorduk. Özellikle Prof. Murad Eminzade’nin aktardığı tarihi bilgileri ilgi çekiciydi. Mola verdiğimiz petrol istasyonu bize Anadolu’daki, 60’lı yılların istasyonlarını hatırlattı: eskimiş derme çatma, bakımsızlıktan terkedilmiş gibi duran yapılar, sineklerin pike yaptığı masalar. Eskiliğinden, rengi değişmiş ve sigarayla yer yer delinmiş masa örtüleri.  Yerlerde sürünen izmaritler. Kirli tuvaletler…

Bir ara, Azerbaycan’ın önemli şehirlerinden Gence’nin yanından geçiyorduk. Yer gök üzüm bağı desek yerindeydi. Sonsuzluk algısı yaratıyordu insanda. Üstelik bu görünen, bağların önemli bir bölümünün sökülmesinden sonraki haliydi. Sanki bölgede başka tarım yapılmıyormuş gibi bir izlenim ediniyordu insan. Bağların bir kısmının niçin, ne zaman söküldüğünü sorduğumuz da, “Gorbaçov’dan sonra Sovyetler Birliği genelinde başlatılan içki içimini azaltma kampanyası gereğince bu yola gidildi!” yanıtını alıyoruz. Bizim ekip hep bir ağızdan “Çok iyi olmuş, keşke hepsini bozsalardı…!” temennilerine güldü bizim ev sahipleri. “Biz de düşündük, lakin yerine bir şey koyamadık henüz! Şarap bizim için önemli bir ihraç maddesi. En büyük alıcısı da Rusya… Ama bir gün petrolümüzü tamamen biz işletirsek, o zaman belki…” dediler.

Küçük, küçük köy ve kasabalar görüyorduk sağlı sollu, dupduru tabiatın içinde. Çalışan insanlar, otlayan hayvanlar… Dışa vuramadıkları duygularına mahkum edilmiş bir duruşla hayat, burada da devam ediyordu kıpır, kıpır. Bambaşka bir kavganın yamacında, ayakta durabilmenin adıydı bu. Bol yağış aldığı belli olan bölgede, selin bir kader olduğu,  bıraktığı izlerden belli oluyordu. Yıkılan köprüler, yarılan tarlalar, yırtılan yollar… Yok olan umutlar… Toza toprağa karışan gözyaşları… Sadece insanları değil dağı, taşı, toprağı da kardeşti bu diyarların.

***

Kardeş kasabanın sakinleri, kasabanın yaklaşık 5,6 km dışında karşıladı bizi. Burası bol şelaleli, yemyeşil, güzel bir parktı. Girişinde kadınlı, erkekli; yaşlı, genç 100, 150 kişi vardı abartısız. Folklorik bir grubun dans gösterileri gözümüzü şenlendirdi. Ne yalan söyleyeyim bu kadarını beklemiyorduk. Yetmiyormuş gibi her birimizin boynuna taze çiçeklerden yapılmış birer çelenk takmaları tabloyu tamamlar nitelikteydi. Bir rüyanın içine düşmüşüz gibi ayaklarımız yerden kesilivermişti. Kasaba Belediye Başkanının kardeşlik vurgulu konuşmasıyla göğsümüz kabarmış, hak etmediğimiz bir ödülün muhatabı olmuştuk. Yer gök alkıştı, ama ortalık yıkılmıyordu. O kadarı da fazla olurdu. Herkesin gülüyor olması, bizim için adeta çırpınıyor olmaları yeterliydi.

Özenle hazırlanmış masalarda yok yoktu. Hepsi de kendi mutfaklarından çıkmış ev ürünleriydi. Daha çok hamur işi börek, çörek ve tatlılar… olsa da, tabloyu tamamlayan yörenin meyveleriydi elbette. Masmavi gökyüzünün altındaki bu manzara, insan ve doğanın oluşturduğu renk cümbüşüyle, bütünlük sağlıyordu. Kardeşlik sofrası diyorlardı adına. Önümüzdekiler yetmiyormuş gibi, bir yandan çaylar gelirken, karşılıklı konuşmalar, sevinç gösterileri sanki senfonik bir eseri seslendiriyordu.

“İşte bizim insanımız, tıpkı Anadolu’daki gibi; konukları için, neleri varsa dökmüşler ortaya!” dedim içimden.  Nereden, hangi yiyecekten başlayacağımızı bilemedik bir süre. Seyretmek de ibadettir diyerek, onca nimetin önünde saygıyla eğildik. Bizim için hepsi de farklı lezzetlerdi ve hapsinin tadına da bakmak istiyorduk. Maksat kimseyi kırmamaktı. Ev sahiplerimizin “…şundan tadın, bunu da deneyin…!” derken gözlerindeki mutluluğu küçümseyecek bir tutumda olmaktan sakınırken yedikçe yedik…

Yemek faslından sonra, kahve içmek için daha sınırlı bir grupla, ayrı bir yere aldılar bizi. Kaymakam, Belediye Başkanı, İki komutan ile bir savcıyla iki hakim de vardı. Bizim ilçe protokolüne benziyordu. Yemyeşil ağaçların arasında, çevreden soyutlanmış büyükçe bir çardak, sağından solundan şırıl şırıl akan sular… Para sesi bir yana da, su sesinin kadın sesine ne kadar benzediğini ilk kez burada fark ettim; cıvıl cıvıldı ortalık… Ayrıca bana, bir gezi sırasında Safranbolu’da gördüğümüz Asmazlar Konağındaki havuz başı sohbetlerini hatırlattı. Konuşmaları, havuza akan su sesi izole ediyordu. Söylentiye göre, ağızlardan çıkan sözcükleri su alır gidermiş… “Derdini kimseye anlatamasan bile suya anlat…!” demeleri bundanmış. Konuşmaların içeriğinden bu anlamı çıkarmıştım…

Kaymakam ilçe ile ilgili bilgi veriyordu. Bir ara sol tarafımızdaki dağları göstererek, bir süre önceki Ermeni saldırılarına değindi. Bizim için Ermeni tehdidi bu kadar yakın der gibiydi. “… Ama bizim askerler ve onlara yardım eden gençler her türlü saldırıyı anında bertaraf etti!” Bu sözler ortamıza bomba gibi düşmedi ama bizim heyettekileri şöyle bir salladığından emindim. Gözüm Başkandaydı; hafiften terlemiş gibiydi. Keyfinin kaçtığı belliydi. Bu gibi durumlarda, pek belli etmese de, içinden hop oturup hop kalktığının eskiden beri tanığıydım.

Otobüse binmiş kasaba merkezine doğru yola çıkmıştık. Araçta yine aynı kişilerdik. Sağımızda solumuzda yemyeşil bahçeler vardı; bizi selamlar gibi el sallıyordu ağaçların dalları. Gülümseyen yapraklarını okşamak istedim ama olmadı. Adeta ağaç tünelinden geçiyorduk kucak kucağa… Belediye Başkanı kasabalarında ve yakın yörede üzüm dışında birçok meyvenin de yetiştiğini söylemişti.

Bir ara bizim Başkan yanımdaki boş yere oturdu. Fısıldar gibi bir sesle, “Yahu arkadaş, Kaymakamın anlattıklarını duydun! Ermeniler dibimizde! Ağaçlar olmasa, neredeyse yüz yüze, göz göze geleceğiz. Derim ki, tamam, programa göre bu gece burada kalacaktık, lakin iş bildiğimiz gibi değil… Geldik, gördük; resmi görüşmelerimizi de az sonra yaparız, akşama dönelim derim! Sen ne dersin?” Çakıldım kaldım yüzüne. Adam resmen korkuyordu… Öyle bir küçülmüştü ki gözümde, iri bir kediyle karşılaşan fare olmuştu sanki. “Dağ başını duman almış…!” biz de üstüne gidiyorduk. Ne demem gerektiğini bilmesem de ağzımdan, “Yahu Başkan bunu nasıl dersin? Adamlara ‘geleceğiz, bir gece konuğunuz olacağız!’ dedik mi, dedik. Söz verdik geldik, şimdi apar topar dönmek de ne oluyor? Ne derler adama? Böyle ateş almaya gelir gibi, adeta kaçarcasına… Yoksa ev sahipliğimizden hoşnut kalmadınız mı? Bu nasıl ‘gardaşlık’? demezler mi? Hem nasıl bir mazeret uyduracağız? Mantıklı bir gerekçe düşündün mü bari?” sözcükleri dökülüverdi. Kızgın ve üzüntülüydüm. Sadece bu da değil, utanıyordum da. Diğer arkadaşları bilemezdim ama Başkan ev sahiplerimize bunu söylerken orada bulunmak istemezdim doğrusu.

Ben bunları söylerken sesimin tonu biraz yükselmiş, yakınımızdaki arkadaşlar da duymuştu. Anlamsız anlamsız yüzüme bakıyorlardı ki, Başkan “Akşam Bakü’ye dönüyoruz arkadaşlar!” deyip bizim açımızdan kapatıverdi konuyu. Duramadım, soruverdim: “Yahu Başkan, Bakü’ye döneceğiz de gece nerede kalacağız?” Düşünmeden verdiği “Kaldığımız otelde…!” yanıtına gülmemek için kendimi zor tuttum. “İyi de rezervasyonumuz var mı bakalım? Bugün burada konaklayacağımıza göre…” “Yoksa da bir şekilde hallederiz!” diyerek kestirip attı.

Dönmeye karar verince programlara hız verildi haliyle. Kaymakamlığı, Belediyeyi, Adliyeyi ziyaret… İkramlar… Karşılıklı övücü kardeşlik soslu hamaset konuşmaları ne kadar da yavan gelmeye başlamıştı bana. Her şeyi sessizce izlemenin dışında yapacak bir şey yoktu. Benim için bu gezinin içi boşalmış, tadı tuzu kalmamış çoktan sona ermişti. Kasaba ve yakın çevresinde şöyle bir tur attıktan sonra da hızlandırılmış programın yemeğine davet ettiler bizi. Daha öğlen yediklerimizi hazmetmemiş, üstüne ufak tefek ikramlardan da tatmak zorunda kalmıştık. Ama burada konuktuk ve ev sahibine uymak zorundaydık. Onun ikramı reddedilmezdi.

Sofra döşenmişti yine. Tok olmasaydım, hilafsız siler süpürürdüm. O derece iştah açıcı ve zengindi. Öyle ya, ta Türkiye’den gelen “öz gardaşlarıydık…” Şarap ikramlarını kabul ederek onlarla yine kadeh kaldırdık iki arkadaş. Ne de olsa grubun namusuna kurtarmak biz gönüllülere düşmüştü. Yemeğin benim için en unutulmaz yanı yanımda oturan Savcıyla tanışmak oldu.  Şaşırtıcı bir şekilde Türkçeyi bizim gibi konuşuyordu. Anlamakta tereddüt ettiğim tek sözcük çıkmıyordu ağzından. Bunun nedenini sorduğumda “İzlediğim Türkçe diziler!” dedi. Dizilerin bu kadar etkili olacağını daha önce hiç düşünmemiştim. 

***

Yemekten sonra apar topar yola çıktık. Yorgunluktan olacak, 5.5 saat süren yolculuğu verilen mola dışında, neredeyse uyuyarak geçirdik desem yeridir. Havası kaçmış balonlar gibiydik koltuklarda. İyi ki de uyumuşuz… Boş boş konuşarak gezinin ne kadar “başarılı” geçtiğinin kritiğini yapacak değildim. Başkana kırgındım. Bunu telafi etmek için yanıma oturmak isteyeceğinden de emindim. “Hiç çekemem!” dedim içimden. Vurdum kafayı…

Onun bu kadar tabansız çıkacağını aklımın ucundan bile geçirmezdim. Bu kadar yıldır peşinden gidiyorum, siyasette kader ortaklığı yaptım, ama bu tarafına ilk kez tanıklık ediyordum. Takke düşmüş kel görünmüştü. İnsanların gerçek yüzünün zorluklar karşısında ortaya çıkacağını biliyordum, lakin Bizim Başkanın burada tırsacağı hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Bu gerçeğe tanıklık etmek, suratında yumruk gibi patladı. “Değişim denen şey, hepimiz için kaçınılmazdır belki de…” dedim içimden. “Bu öyle bir şeydi ki, insana inançlarını sorgulattığı gibi, her şeyi de başa sardırırdı.”  

Nihayet otele gelmiştik. Saat 01.15’ ti ve tahmin ettiğim gibi boş odaları yoktu. Bu duruma hiç şaşırmadık. Başkan, “Siz lobide biraz oturun ben bir görüşme yapıp geleceğim,” diyerek yanımızdan ayrıldı. Kiminle görüşebileceği konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. “Bu saatte ancak yeraltı dünyasıyla konuşulur. Bir de…” demek geçti içimden. Herkes geniş koltukların birine yerleşip kendince kestirmeye başladı. Yarım saat sonra geldiğinde Başkan’ın yüzü asıktı. “Çare yok arkadaşlar, sabah saat 06.00 ya kadar koltuklarda uyuyacağız!” dedi.

Özür dilemesini beklemiyorduk, lakin kısa bir açıklamayı da hak etmiştik. Bu kadarını bile esirgemişti, bizim “eli açık, gönlü geniş” Başkanımız. Belki bizi çantada keklik olarak görüyor, “Size bu kadarı bile fazla, bu geziye aldığıma şükredin!” diyordu içinden. Bizim başkan sadece gözümden değil, gönlümden de düşüyordu. Benimle göz göze bile gelmiyordu artık. İki koltuğu bir araya getirip, kendime bir yatak yapmayı hayal ederken, Başkanı çekiştirme telaşıyla birini bile zor buldum.  Kavganın kalanını bir başka zamana bırakıp, “İnceldiği yerden kopsun!” diyerek, kedilerden öğrendiğim kadarıyla, kıvrıldım koltuğa. Halimizi gören de aşırı alkolden sızıp kaldığımızı sanırdı. Ama nerdeee…? Durumumuz pek acıklıydı. Geldiğimiz günkü asaletimizden eser yoktu; tuz buz olmuştuk… Bu durumdan, ortalığın sakinliğinin kurtarmış olmasına şükretmekten başka yapacağım bir şey yoktu. Ne yazık ki, sırrımızı bembeyaz örtüler yerine, gecenin karanlığının kapatmış olması hüzün vericiydi.

Uyumak ne mümkün…! Bir türlü, kendime rahat bir pozisyon bulmadım; seçeneğim de yoktu zaten. Uzatmayayım, “uyuz eşekler” gibi saat 04.00’e kadar kıvrandım durdum. Baktım olacak gibi değil kalktım, biraz dolaştım. Etrafta, “Hint Fakirleri” gibi sağa sola, yarım yamalak uzanan bizimkilerden başka kimseler yoktu. Bar kapalıydı, Çay kahve servisi yapılmıyordu. Resepsiyon memuru bile görünmüyordu… Tam bir çöl manzarasıydı gördüğüm; kurumuştu her yer. Bir bardak suya bile hasret kalmıştık. Dikkatimi çeken Başkanın yokluğuydu. Yerleştiğini sandığım koltuğu boştu. İyimserlik yapıp “Tuvalete gitmiştir,” diye düşündüm. Yetmedi, “Sabah ezanına daha vakit var ama uyuyamadığından hazırlığa erken başlamıştır…” Ne desem ne düşünsem boşunaydı; ikna olmuyordum…

Saat 06’ya doğru köstebekler gibi bir yerlerden çıkmaya başladı görevliler. Arkadaşlar ayaktaydı. Biran önce odalarına gidip biraz uyumak istiyorlardı. Başkandan haber yoktu. Nerede olduğunu, nereye gittiğini bilen de... “Adam mafyalara karışmasın! Ya da…!” dedim içimden. İki de bir mafyaya takılmam, beni de huzursuz etmeye başlamıştı. İstemeyerek de olsa ikinci seçeneği tercih ettim.

***

Görünen oydu ki, “Kardeş Kasabaya” ayırdığımız günü Bakü’de geçirecektik. Bizim için serbest bir gezi olur umuduyla daldık sokaklara. Çarşılarda, pazarlarda, parklarda sallana sallana vakit öldürdük. “Boşta gezenin boş kalfası” olduk. Ekonomisi henüz tam olarak toparlanamadığından ilgimizi çeken pek bir şey yoktu. Girdiğimiz her yerden hayal kırıklığıyla çıktık. Elimiz boş dönmeyelim diyerek, zoraki bir şeyler aldık yine de. Programsız, hovardaca harcanan bir günün anlamsız yorgunluğunu taşıyarak süklüm püklüm otelimize döndük.

Sabah kahvaltıdan sonra, resepsiyona uğrayıp çıkış işlemlerini yapmak isterken, Başkanla iki arkadaşın görevliyle tartıştığını gördüm. Yaklaşarak, “Ne oldu?” dedim  “bir sorun mu var?” Mahcup bir yüz ifadesiyle “Yok bir şey, hallederiz şimdi!” dediler. Onlara inanmamıştım. Ortada bir gariplik vardı. Bir şey saklıyorlardı. Ben gelince susmalarından belliydi bu. Doğrudan resepsiyon görevlisine sordum sorun nedir diye. Adam bir umutla bana baktı. “…ekstralar beyefendi, ödemek istemiyor arkadaşlar.” Bizimkilere bakmadan, “Ne ekstrası?” dedim gayri ihtiyarı. “İçilen içkiler, 100 er dolar!” yanıtını verdi. Başkan hemen atıldı “Biz içmedik gardaş! Kim içtiyse ondan al parasını!” diye çıkıştı. Hem biz misafiriz. Bizi misafir edenlere söyleyin!” demez mi. Kan beynime çıkmıştı. Hayretle “Üçünüz de mi?” demişim. Yahu hani siz içki kullanmazdınız?” Bakışlarını benden kaçırarak, “Yahu, kaç kez söyleyeceğiz biz içmedik… Bizim içki kullanmadığımızı sen de söyledin!”

Benim için konu anlaşılmıştı. Krizi büyümeden çözmem gerekiyordu. “Tamam gardaş!” dedim, “bunların içmediği içkileri, gizlice odalarına girip ben içtim. Alın şu 300 doları da kimseler duymadan kapatalım meseleyi!” diyerek cüzdandan çıkardığım parayı görevliye uzattım. Hiç de itiraz etmedi bizim yüzsüzler. Hiçbir şey olmamış gibi çıktılar gittiler… Bakakaldım arkalarından.  

Yeterince rezil olmuştuk zaten, fazlası bize de Azeri gardaşlarımıza da ağır gelirdi. İki duble içkide fırtınalar koparmanın alemi yoktu. İnsan olan yediğini, içtiğini inkar etmezdi! Bir türlü dürüst olamamıştı şu bizimkiler. Baştan aşağı riyakarlık, takiyye… Vakti gelmişti, kararımı verdim: Benim için gezi de, yol arkadaşlığı da burada bitmişti… Vatan-millet güzellemesi yapanların, gardaşlık efsaneleri yaratanların bir atımlık barutlarının bile olmadığını ne yazık ki görmüştüm. Boş tenekelerle bırakın kavgaya girmeyi, çelik-çomak bile oynanmazdı… Balon patlamış, “efsane” sona ermişti. Üç günde yaşadığım düş kırıklıkları benim için yeterliydi.

Türkiye’ye döndükten sonra hem meclis üyeliğinden, hem de partiden istifa ederek siyaseti bıraktım. Kimseye de tek kelime etmedim. Aylar sonra duydum ki, Bizim Başkan Büyük Şehir Başkanlığına aday olmuş. Sis bastı etrafımı; acı acı gülmeden edemedim. Usta bir sırtlan olarak, “pek de yakışırdı Başkanıma…!”                                 

Celal Ulusoy
Gercekedebiyat.com 
                                                 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)