Şiiri Kullanım Değerine İndirgemek / Tuğrul Tanyol
Yıllar içinde yazdığım yazılar nedeniyle birbirinden çok farklı tepkilerle karşılaştım. Bir kısım okur, şair, edebiyatçı bu yazıları önemli buldu; yazılarımı zamanında kitaplaştırmadığım için beni eleştirdi. Bir başka kesim ise, karşıt bir tez geliştirmeden, bu yazılar sanki pek de önemli değillermiş gibi davrandı. Bir üçüncü şair ve yazar grubu ise bu yazıların yenilik taşımadığını, zaten bilinen şeyler olduğunu söyledi. Tüm bu tepkileri değerli bulduğumu söyleyerek bana uymayan bir alçak gönüllülükte bulunacak değilim. Yazdığım yazıların neredeyse hepsi benim için önemliydi. Ismarlama yazı pek az yazdım. Yazı yazıyorsam çözmeye çalıştığım bir sorunum var demektir. Bu sorun kimilerine yeni gelmeyebilir, ne var ki oturup üzerinde düşünmezler. Yeni değilse düşünmeye ne gerek var diyebilirsiniz. Peki ya unutulduysa. Bunun anımsatılması gerekmez mi yeniden? Bu girişi yapmamın nedeni, gün gibi aşikâr bir sorunun kimsenin umurunda olmamasından kaynaklanıyor. Aslında farklı kılıklarda olsalar da, farklı edebi ve siyasi görüşte olanlar bile aynı yanlışı yinelemekte diretiyorlar, ya da yanlışa ses çıkarmıyorlar. İsterseniz durup neyin sanat olup neyin olmadığını bir kez daha düşünelm. İtiraz edecek olanlar için şimdiden belirteyim, yeni bir şey söylemeyeceğim. Marksizmin bize öğrettiği birçok şeyden biri de sanatın zanaatten ayrılma sürecinin, kapitalizm ve burjuva sınıfının gelişimine paralellik taşıdığı gerçeğidir. Burada en ayırıcı özellik yapıtı ortaya koyan kişinin o yapıtı ortaya koyma nedenidir. Ne mi demek istiyorum? Marksist düşünce konuşsun: kullanım değeri ve değiş değeri farkı. Rönesans ressamları yarattıkları bütün o güzellikleri muhteşem yapıtlar ortaya çıkarma itkisinden çok, kendilerine ısmarlanan işleri tamamlamak olarak gördüler. Kendi istedikleri konuları işleyemediler, bir zanaatçı olarak belli bir ücret karşılığında kendilerinden isteneni yaptılar. J. S. Bach kilisenin kendisinden talep ettiği yapıtları besteledi gece gündüz. Haydn Prens Esterhazy'nin zevkine göre besteledi. Dönemin oda müziğini bestecinin özgürlüğü olarak görme yanılgısına düşmeyelim. O yapıtlar da akşam yemekleri ve toplantılara eşlik için bestelendi. 1750'lere dek besteciler sanatçıdan çok Rönesans ressamları gibi zanaatçıdır dememiz yanlış olmaz. Haydn ancak son dönem senfonilerinde sanatçıya dönüştü. Paris ve Londra senfonileri, "üstad gönlünden geçeni bestele, kabulümüzdür," isteklerini karşılamak için bestelendi. Salomon, Haydn'ı Londra'ya davet etti ve o senfoniler doğrudan halk konserleri için bestelendi. Bu durum sanatın tüm dalları için geçerlidir; yani sanatın henüz sanat olmadığı dönemden söz ettiğimizde mimari ve heykelin de aynı kaderi paylaştığını belirtelim. Bu nedenledir ki bugün sanatçı olarak baktığımız ama o dönemde zanaatçı olan bu kişilerin loncalar halinde örgütlendiklerini görürüz. Kılık değiştiren ilk sanat dalı resim oldu. Hollandalı resim simsarları sayesinde oluşan kapitalist resim piyasası ressamı sanatçıya dönüştürdü. Artık istediği konuyu istediği biçimde resmetme özgürlüğüne kavuşmuştu. Resmin değiş değeri, kullanım değerinin önüne geçmiştir. Ressam sanatçı olurken, yapıt metalaşmıştır. Burada şöyle bir yanılgıya düşmeyelim, ressam meta değil sanatını üretmektedir, onu fiyatlanıran da kendisi değil pazardır. Kuşkusuz modern çağdan bakan bizler tarihteki tüm bu dehalara sanatçı diyoruz. Oysa onlar işlerini yaparken sanatçı değillerdi, çünkü yapıtlarının kullanım değeri öndeydi. Belki antika kavramı ile ne demek istediğimi daha açık anlatabilirim. Ming döneminden kalma bir kâse modern insan için antika değeri taşır. Değiş değeri çok yüksek olan bu kâse yapıldığı yıllarda içine çorba koymak dışında bir işleve sahip değildir oysa, yani kullanım değeri öndedir. Ne var ki servet ödenen o kâsede bugün kimse artık çorba içmez. Kapitalizm nasıl sanat kavramını yarattıysa antika kavramını da yarattı. Kuşkusuz nasıl eski olan her şey antika değilse, eski zamanlarda resim yapmış, müzik bestelemiş herkes de sanatçı değildir. Modern bakış açımızla bizim değer verdiklerimiz zamanın tozları arasından sıyrılıp gelmişlerdir. Şiire geldiğimizde durum değişiyor oysa. Şiirin para ile ilgisinin olmayışı, dahası hiçbir dönemde para etmemesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. Teokritus'un "Bukolikler"ine kimsenin para ödemiş olduğunu sanmıyorum. Şiir para etmemesine rağmen şairlerin gerek Eski Yunan'da gerekse Rönesans'ta el üzerinde tutulmaları onların her dönemde zanaatçının ötesinde, üstünde bir yere konduklarının göstergesidir. Osmanlı'da Divan şiirini düşündüğümüzde bile, şairlerin Kaside dışarıda bırakılırsa Gazel, Şarkı ve diğer türlerde istedikleri konuları bidikleri gibi işlemiş olduklarını görürüz. Şair tüm zamanlarda konu seçiminde özgür olmuştur. Bu ne ressamın, ne de bestecinin sahip olabildikleri bir özgürlüktür. Burjuva ve kapitalizm bile biçimlendirip metaya dönüştürememiştir şiiri. Ne var ki bu konuda çabalar harcanmamış değildir. Bu çabalar günümüzde bile sürüyor. 1980'lerde slogan ve parti edebiyatı dolayımındaki şiire karşı çıkış nedenimi hala anlamamış olanlara bir kez daha yineleyeyim. Siz şiirin kullanım değerini önemsediniz. Şiiri kullanılıp tüketilecek bir nesneye indirgediniz. Bu şiire hakarettir. Bu isteğe boyun eğen kişi şair değildir. Ağızlardaki tek gerekçe "halka inmek, halkın anlayacağı biçimde yazmak"tır. Her şair şiirinden geniş kitlelerin zevk almasını bekler ve ister. Ne var ki siyasal yapı nasıl yazmanız gerektiğini söylüyorsa bu durum bir Rönesans prensinin ressama olan tavrından farklı değildir ve şaire sanatçıdan çok zanaatçı statüsü vermektir. Sanatın değiş değeriyle bile ilgilenmeyen şairden, yapıtının kullanım değerini öne çıkarmasını istemek ona yapılacak en büyük haksızlıktır. İçinde yaşadığımız medya çağı da farklı davranmıyor. Bir başka yazımda da değinmiştim. Medya da hoşlanmıyor şairlerin ezelden beri gelen özgür tavrından. Birçok kez, 80'lerden kulağımızda yankılanan sözleri bu kez de onlardan işitiyoruz. Şiir halktan kopuk, anlaşılmaz, elit, vs... Belirtmiştim, bir kez daha belirtiyorum: Beyler, sizin istediğiniz tarzda metinler ortaya koyanlar zaten var. Ne var ki onların yazdıkları şiir değil, şarkı sözü. Şarkı sözüne karşı değilim, çok güzel yazılanları da var. Ama yukarıda koyduğumuz tanıma geri dönelim. Ne için yazılır şarkı sözü? O sözler yazılırken ortaya konulan amaç nedir? Şarkı sözleri kullanılmak için yazılır. Şarkı sözü yazarı bir sanatçı değil zannatçıdır. Üstelik pazar ile al takke ver külahtır. Şarkı sözü yazılırken kullanım değeri öndedir, şarkı haline gelip pazara sunulduğunda ise meta haline gelir. Üstelik kolayca kullanılıp tüketilen bir meta. Aynı slogan gibi, aynı parti edebiyatı gibi. Kapitalist medya nitelikli şairi şarkı sözü yazarına dönüştürme başarısı gösteremedi bir türlü. Şair direndi, ama anlaşılan Ataol Behramoğlu öyle düşünmüyor. Şarkı sözü yazarı Aysel Gürel'i, "Türkiye'nin Sappho'su" olarak ilan ediveriyor. Aslına bakılırsa sayın Behramoğlu'nun bu tavrı beni hiç şaşırtmadı. Bunca zaman şiir üzerinde fazla düşünmemiş biri olarak duruyor sanki orada. Gençlik günlerimizde "Bir Ermeni General" ve "Bir Gün Mutlaka" ile gönüllerde taht kuran Behramoğlu için sanırım yaşamı süresince şiirin kullanım değeri hep öndeydi. Şu anda da değişen bir durum yok demek ki. Kim olduğunu bilemediğim ama Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde görevli olduğu anlaşılan Veysel Öztürk ise Aysel Gürel ile ilgili uzunca yazısında, "...(onun) şarkı sözlerinde kendi hesabıma büyük bir şiirsel yük görüyorum" dedikten sonra Gürel'in Dıranas ve Turgut Uyar'ın ayarında olduğunu belirtiyor. Yazısını, ..."bu ülkede İsmet Özel şair de Aysel Gürel değil mi?" diyerek sonlandırıyor. Her iki yazı da içimi sızlatmadı desem yalan olur. Sosyal medyada birbirlerini çekiştirme, ödüllere ve jürilerine sataşma dışında hiçbir şey yapmayan genç şair kuşaklarından bir ses çıkar mı diye bekledim bir süre. Çıkmadı. Onlara şiir üzerine daha çok kafa yormaları gerektiğini bir kez daha öğütleyeyim. Sözünü ettiğim yazılar şiiri şiir yapan kavramlardan, ögelerden habersiz iki kişiyi ortaya koyuyor ne yazık ki. Gençken sevdiğimiz Ataol Behramoğlu için üzüldüm, Veysel Öztürk'ün yazısına verilmiş olan Sabahattin Eyüboğlu ödülü nedeniyle Sabahattin Bey adına üzüldüm, kim olduklarını bilmediğim jüri üyelerine de. Ne yazık ki Behramoğlu ve Öztürk yalnız değiller. Onlar gibi düşünen çok insan var. Bunların bir kısmı 70'lerde takılı kaldıkları yerden bugünlerde yeniden konuşmaya başladılar, bir kısmı da şiirin popülerleşmesini isteyen, medyanın biçimlendirdiği günümüz insanları. Birleştikleri tek nokta ise şiirin öncelikle kullanılabilir olması. Antika ile eski olanı birbirinden ayırmak için, bilinir, bilgi gerekir. Yoksa kazıklanma olasılığınız yüksektir. Şiir ile şiir olmayan da benzer bir durum sergiler. Açıkçası benim kazıklanmaya hiç niyetim yok. Tuğrul Tanyol (Varlık, Nisan 2018) GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR