Son Dakika




Her türlü görüntünün, etkileyici oldukları oranda, gizleyici oldukları; insanı yanıltıcı algılamalarla yaşananın dışına düşürdükleri gerçeği; sosyolojik, psikolojik, ekonomik, kültürel bir sorundur.

Günümüz insanını, bütün açılardan, belirleyen, biçimleyen; büyük birikimler sağlamış olan ser­mayenin sunduğu "görüntüler"den başka bir şey değildir. Metaların toplumsal oluşu gerçeğinden yola çıkan Marx bun­ların bir dilinin de olabileceği sonucuna varmıştır doğal olarak. Görünen o ki sunulan görüntülerin dili çözümlendiğinde, üre­tim ilişkilerine girilmiş olacaktır.

Ortaklaşa yapılan üretimlerin, bölüşümde tikelleşmesi sorgulanır duruma gelecek. Bu sürecin başlaması da bireyi kendi gerçeği ile buluşturabilecek ve ona sahip çıkmasının toplumsal-tarihsel bir zorunluluk olduğunu duyumsatabilecektir. Kültürel oluşumlardan, kültürel besinden doğru beslenmeyi gerektirir bu da.
Tarihi eserlerin önemsen­mesi, izlenmesi eylemliliği sorgulandığında ele geçirilecek ve­riler düşündüren sonuçlar koyar ortaya.
Bu bile "görüntüleri", bunların gerçekleştirdiği toplumsal koşullanmışlığı açıklamaya yetebilmektedir.

İnsanlar yurt içi ve yurt dışı gezilere çıkarak tarihin değişik dönemlerinde yapılmış, yaratılmış eserleri kendi mekânlarında görmeye, anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. Böylesine tari­hi yapıtların mülkiyet duygusunun gelişmesiyle, kültürel bir değer olmaktan çok bir rant kaynağı görülmeleri; müzelerin gündeme gelmesini zorunlu kılmıştır. Buraların da birçok insan tarafından ziyaret edildiği bilinmektedir.

Ama aynı zamanda soyulan yerler de buralarıdır. Bu bağlamda görülen o ki, tarihi eserler de vitrinde sergilenen herhangi bir metadan farkı bir anlam taşımamaktadır. Eğer böyle olmasaydı, izlenen tarihi bir eserin parasal değeri, büyüklüğü, niteliği, el işlemesi oluşu, kıvrımları... İlk düşünülen ve algılanan yönleri olmazdı. Oysa her tarihi eser; izleyeni insana, o çağın insanına; harcanan büyük 'emek'e taşımak ister. En azından, öncelikle böyle olmak gerekir. Ama olmuyor. Büyük soru şu: Örneğin, Efes antik kentini gezen binlerce kişiden kaçı, orda hiç kaybol­mayan soğan kokusunu algılamıştır acaba? Evet, o eserlerin yapımında çalışan kölelerin yediği soğan kokusundan söz ediyorum. İşte sorun bu. Emeğe ve kültürel değerlere ilişkin bir yabancılaşmadır işleyişle olan.

Gazeteler, magazin dergileri, ışıklı reklamlar, televizyonlar, bilbordlar... aracılığıyla ise artık görüntü pazarlanmakta. Bu da yabancılaşmanın iyice pekişmesinden başka bir şey değil. Vitrinde tüketime sunulan bir metanın; tüketici için bir geçmişi, bir öncesi, bir yaratıcısı yok gibidir. Orda, kendiliğinden oluşmuştur sanki. Kimsenin us'una toprağa düşen pamuk tohumu gelmez. Onun büyümesi için bakımı, sulanması, ilaçlanması, toplanması; çırçır fabrikalarına giderek çekirdek­lerinden ayıklanması, iplik oluşu, dokunması, renklendirilme­si, biçilmesi, dikiliş, ütülenmesi... hiç anımsanmaz. İşte burda saklanan anımsanmayan insan emeğinden başka bir şey değildir. Her şey, her meta sanki yoktan var edilmiş gibidir. Bu da, sömürünün egemenliğinin sürmesini, uzun ömürlü olmasını getirmektedir.

Görüntünün dili, olduğu gibi algılanıp benimseneceği yerde belki de röntgeninin çekilmesi gerekiyor. Ancak o zaman gizlenenler de görülebilecektir. Böyle olması gerekirken, görüntü dili; yazı diliyle (kültür diliyle) de destek­lenir oluyor. Bu işin teknisyenleri de daha çok şairlerden, öykücülerden, romancılardan... oluşturuluyor. Sözcükler, emperyalizme karşı verilen savaşla karşı devrimcilerin eline geçmiş silahların işlevini üstleniyor böylece. Bu süreçte dil, içerdiği olanakları daraltılarak kullanılmaya başlanıyor.

Bir eylem (fiil) dili olan Türkçe'nin bu özelliği dışlanıyor örneğin. Cümleler, temel öğelerden biri olan eylemden yoksun kuru­luyor. Film öykülerinin dili iyice ortaya çıkartılıyor. Betimleme (tasvir) dili de denilebilir buna. Daha doğrusu, nesnelerin sözcüklerle resmedilişi gündemdedir. Anlaşılacağı üzre, bu da; yazı dilinin içerdiği zenginliklerden vazgeçerek, görüntü diline uygun biçimlenme çabasıdır. Bu bağlamdaki biçem aranışlarının yazı diline bir zenginlik getireceğini ummak, bir yanılgı olur. Bir dilin, Türkçenin belirleyici sözcük türlerinden biri olan eylemi (fiili); neredeyse hiç kullanılmadan oluşturula­cak metinler, her zaman da bir eksikliği içerecektir. Bunun kılgısal örnekleri de var.

Ercüment Uçarı'nın "Kuyuda Yusuf adlı şiir kitabı, baştan sona eylem olan sözcüklerin dışında kalanlarla yazılmıştır. Her sözcük bir fırça darbesi gibi kul­lanılarak oluşturulmuştur metinler. Ercüment Uçarı, bir konuşmamızda, eylemleri (fiilleri); Yusuf'un kuyudaki hareket­sizliğini vurgulayabilmek için kullanmadığını söylemişti. Bu, anlaşılır gelmişti bana. Bugün de öyle düşünüyorum. Ama şimdilerde yapılanın böylesine sağlıklı bir açıklaması yok. Özellikle 1980'den sonra yaşanan söz patlaması; yazı diline büyük olanaklar sunacağı yerde bir gerilemeyi getirmiştir ne yazık ki... "Eylem”lerin kullanılışı en aza indirgenmiş; bir imaj oluşturmaya yönelik görüntü diline benzemeye çalışan bir yazı dili iyice yaygınlık kazanmıştır.

Bu da şiirin vardırıldığı noktadan çok daha gerilere düşmesine neden olmuştur. Şiir, betimlemelere eşitlenirken; nesnel karşılıklarını yitirmiş, bir görüntüye dönüştürülmüştür. Türk şiirinin en büyük dilsel sorunudur bu. Ancak bunun aşılmasından sonra daha yetkin şiirlerin yazılabileceğini savlamak, doğru bir yaklaşım olabilir.

Şiir, sermayenin sunduğu görüntüleri, imgeleri, imajları besleyen değil; parçalayan ve kendi farkını üreten olmak duru­mundadır. Şiir olabilmesi de buna bağlıdır zaten.

VEYSEL ÇOLAK
GERÇEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM