Sevgili Bobi / Özgen Ergin
Dün berber günümdü. Benim berbere gitme günüm, ayın ilk haftasının son işgününe rastlar. Her ayın ilk cuma öğleden sonrası, beni arayan berberimde bulur. Bu benim yaşamımda şaşmaz bir kuraldır.
Dalgın dalgın aynada yüzümü incelerken, kapıdan giren yeni müşteriyi görünce bir anda yüreğim hop etti. Hiç bunca benzerlik olur mu? Gözlerimi iri iri açmış, aynaya bakakalmıştım. Sıra beklemek için yandaki koltukların birine oturduğunda, onu aynada göremez oldum. Bir türlü başımı geri çevirip bakamıyordum. Sen misin, değil misin? Neden sonra, asla onun sen olamayacağını düşünerek dönüp baktım. Evet, sen değildin... Oturduğum koltuğa yığılıp kaldım. Birisi her şeyiyle bunca sana benzesin de, sen olmasın. Nasıl üzücüydü, nice üzüldüm anlatamam.
Dünkü olaydaki düş kırıklığı, seni aylar sonra yine yüreğimin içine yerleştirdi. Dünden beri seni düşünmediğim, anmadığım bir saniye bile yok. Seninle dopdoluyum sevgili Bobi.
Çekmeceden zorlukla çıkardığım fotoğraflara bakıyorum, birinde bile sen yoksun. Mavi deniz, rengârenk çiçekler, suskun ve burnu büyük kaktüsler, zehirli-pembe azgın zakkumlar... Bir de o güzelim tatil köyüne hiç yakışmayan, biçimsiz küçücük pencereli, uzaktan kare kare kesilmiş beyaz peynir kalıplarını andıran, birbirine bitişik evler. Evet, bu tatil fotoğraflarının hiç birinde sen yoksun. O küçücük koyun sol yanındaki kayalıklarda, benim birkaç poz fotoğrafım var. Hani akşamüstleri, ortalık ıssızlaşınca oturup güneşin batmasını beklerdik. Güneş batana kadar başımı omzuna yaslar, hüzünlü hüzünlü denize bakardım. Eve dönmek zorunda olduğuma bir türlü inanamaz, beni bir türlü bırakmak istemezdin. Ara sıra, Sarı Liman denen kayalı koya giderdik. Oranın çakıl taşlı denizinde kimseler yüzmediği için, saatlerce sevişerek doğanın tadını çıkarırdık. Hatırlar mısın yine bir gün, akşamın alaca karanlığında denize karşı durmuş, ıssız bir evin arkasında soluk soluğa sevişirken, bizi görenler gülüp geçmişlerdi. Ben utancımdan tere batmış, sen hınzırca gülmüştün.
Ya buralarda, uygarlığın gurur ve övgü konusu yapıldığı bu ülkede, oradaki gibi görüntülerle karşılaşmak, öyle zor ki... Bütün ömrümde ilk kez, özgürlüğü seninle birlikte orada yaşayabildim. Bizimkiler, belki de kendileri rahatça tatil yapabilsinler diye, akşama dek nerelerde dolaştığımı, ne yiyip ne içtiğimi bile sormazlardı. O günlerin mutlu özgürlüğünü öyle arıyorum ki.
Sana hiç yakışmayan, yoksul ve serseri arkadaşlarından kurtulup yalnız benimle olmanı öyle çok isterdim ki. Sen ise, bencillik ve kıskançlığıma karşı başını öne eğer, uzun süre hiç konuşmaz, geçmişinle ilgili sorularıma da yanıt vermezdin. Belki de aramızdaki yetişme ve yaşam koşullarının büyük farklılığı seni çok üzüyordu. Bir gün kızgınlıkla, anneni babanı tanımadığını, hangi kentte doğduğunu bilmediğini, sana kim iyi davranırsa, onunla birlikte olduğunu söylemiştin. Senin yanında ilk kez o zaman ağlamıştım.
Sen, ağlamama aldırmayan bir katılıkla, mutlu olmamız için özdeşmemiz gerektiğini, özdeşleşebilmemiz için de aynı koşullardan gelip, yaşama düzeyimizin birbirine benzemesinin ve aynı düşüncelerde birleşmemizin şart olduğunu söylemiştin.
Ah, benim sevgili Bobim... Sen benim bu zengin ülkede daha iyi, daha mutlu günler geçirdiğimi mi sanıyorsun? Sana yeniden anlatmalıyım. Dedem ile büyük annem, çok zengin bir kontla kontesin yazlık köşkünde geçirmişler bütün ömürlerini. Göz alabildiğine yemyeşil çimenler, küçük çiftlik evleri, o büyük toprakları çevreleyen sık ağaçlıklarla kaplı, küçük bir orman bile varmış. Babamla annem, kentin dışında ama kente çok yakın bir köy çiftliğinde, yine mutlu ve özgürce geçirmişler günlerini. Soyağacıma bunların hepsi bir bir, önemle yazılmış. Ne güzel, senin kimlik belgen bile yok.
Ya ben! Uygar, büyük kent özelliklerinin tümüne sahip beton kalıpların içinde yaşıyorum. Pencereden uzanıp bakınca, dumanlar içinde koyu kül rengi, basık bir gökyüzü görüyorum. Hızla büyüyen kentin ortasında kalmış motor fabrikasının kendini beğenmiş fabrika bacaları, pas rengi tuğlalı duvarlar, çatılarda kara-kirli, isli kiremitler...
Benim yakınmalarım anlatmakla bitmez. Tatilden dönüp buraya geldiğimizde, benim orada yaramazlık yaptığımı söyleyerek, hemen ertesi gün bir yıllık iğne vurdurdular. Ya rahim ameliyatına yatırsalardı ne yapardım? Burada her hastalığa karşı aşı var. Bizler bulaşıcı hastalıklara karşı, yılda üç kez aşı olmak zorundayız. Aşı karnemiz bile var. Yalnız, Aids diye çok tehlikeli bir hastalık var ki, onun aşısınıdaha bulamadılar. Tanrıya şükür bu korkunç ve ölümcül hastalık, bizlerde hiç görülmedi şimdiye dek. Senin buna benzer dertlerin yok. İstediğinle yatabiliyorsun. Dişileriniz, istediklerince bebek doğurabiliyorlar. Yiyecek bulamadığın zaman, yine çalacak bir şeyler bulup karnını doyurabiliyorsundur. Hani bir akşam, mangalda kızartılmış pirzola ziyafeti çekmiştin bana. O nefis pirzolanın tadı hâlâ damağımda. Bak şimdi bile, kokusu burnumda tütüyor. Hatırlıyor musun, o gün kendimi daha bir isteyerek vermiştim sana. Nereden bulup getirmiştin, bugün bile merak ederim. Seni hırsız Bobi seni!
Ya ben burada, televizyon reklamlarında renk renk gösterilen teneke konserve kutulardaki yiyeceklere mahkûmum. Bu yazdıklarımla seni üzmek istemezdim, bağışla beni.
Sen ara sıra öfkeyle, oradaki çocukların sana taş atarak başını yardıklarını, deniz kıyısındaki çayevinden kovduklarını anlatırdın. Evet, burada dayak yemek yok, ama daha kötüsü var. Terk edilmek! Burada bizlerin ve öteki kadınların en büyük korkusu terk edilmektir. Burada terk edilip de sahipsiz dolaşabilen birini göremezsin. Terk edilenlerin barındığı tek yer, modern hapishane dediğimiz yurtladır. Senin o hem yoksul, hem de çok zengin ülkende, böyle yurtlar yoktur değil mi?
Kimi anlarda, “Beni bu evde neden barındırıyorlar” diye kendi kendime sorarım. Sabahtan akşama kadar işyerinde, ustabaşından, şefinden, müdüründün azar işitirler: Bunun hırsını kimseden alamazlar. Ancak, eve gelir gelmez bizlere: “Kapa çeneni, uslu dur! Otur oraya, yemeğini çabuk bitir!” diyerek, buyruklar yağdırırlar. Bizler küçük insanların içlerini boşaltıp bağırabilmeleri, sövmeleri için, ara sıra o korkutucu yalnızlıklarına eş olalım diye, yüksek apartmanlara hapis edilmiş yaratıklarız. Sözde bizi çok severler. Ama bir gün olsun doğayla baş başa, kendi halimize bırakmazlar.
Geçenlerde, bir cumartesi günüydü. Parkta yaşlı bir kadına eşlik eden, tüyleri pırıl pırıl birine rastladım. Ben de az önce, özel şampuan ve sabunlarla yıkanmış mis gibi kokuyordum. Birbirimize yaklaşıp koklaşmaya başladık. Bir anda, ikimiz de soluk soluğa kalmıştık. Tam başlayacaktık ki, boynumuza dolanmış süslü tasmaların ipleri, hırsla geri çekildi. Acısı hâlâ boynumda ve yüreğimde...
Bize hiç fırsat yok. Oysa onların, özellikle gençleri... bir birleşmedikleri kalıyor. Orada, burada, tramvayda, kahvelerde, barlarda, yollarda, parklarda ve kapalı odalarda. Bizlere, ne evde, ne dışarıda, hiçbir yerde fırsat yok. Ancak soyluluğu bilinenlerin üretilip satılabilmeleri için özel çiftliklerde, törene benzer çiftleşme işlemleri düzenleniyor. Duygusallıktan ve coşkudan yoksun o birleşmenin de, bir şeye benzediğini hiç sanmıyorum. Senin yurdunda yaşayanlar, burada böyle sorunlarımızın olduğundan bile habersizdir.
Hadi seni sevindirecek tek açıklamayı yapayım da için rahat etsin. Burada bizim için evsiz kalmak, ya da küçücük odalara tıkışmak diye bir sorunumuz yok. Ama üç çocuklu ana babaların ev bulabilmeleri çok zor, hemen hemen imkânsız.
Seni çok özleyen, aklından hiç çıkarmayan.
Sevgilin Lili.
Özgen Ergin
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR