Son Dakika



 

            Selim,

Şaşırmış olmalısın…

            22 yılda sana yazdığım ilk belki de son mektup bu.

            Mehmet Aydın Hoca tanıştırmıştı bizi. Ürkek, çekingen, belki de mahcup bir ifade vardı gülen gözlerinde. İlk Hedef Dergisi’nde yer alacak yazımdan söz etmiştik… “Hemen gönder,” buyurmuştun! Kısa süren konuşmamızın ardından kapıda uğurlarken de,

            “Görüşmek üzere!” demiştin.

            O anda bu değişik bir insan demiştim içimden. Öyle ya hem ayrılığı ima ediyordun hem de tekrar buluşma arzunu. Ne tümüyle iyimser ne de tümüyle kötümser bir deyişti. İkisini de içinde barındıran bir ifadeydi. “Kendine iyi bak” ya da “Hoşça kal” gibi umutsuz, yalan bir deyiş hiç değildi.

            “Görüşmek üzere!”

            Aklımdan hiç çıkmamıştı o ilk buluşmanın uğurlama sözleri.

            Sonra…

Eymir Gölü’nde o muhteşem manzarada yaşlı çınar ağacının altında havadan sudan konuşurken eskilere uzanmış, şimdi hayatımızda olmayanları anımsamıştık. “Aman, eski günler ne güzeldi” dememiştik de;

            O günlerin saflığını, insanların iyiliğini, namussuzların, hırsızların arsızların bugün kadar cüretkâr olmadığını hatırlamıştık.

            Nelere, nelere tanık olmuştuk geçen yıllarda…

Arabaların emniyet kemeri, kafalıkları ve hava yastıkları yoktu. Arka koltuk tehlikeli değil de eğlenceliydi. Araba kapılarında, evdeki prizlerin, ilaç şişelerin üzerinde çocuk kilitleri yoktu...

Kasksız bisiklete biniliyordu.

Steril su şişeleri yoktu. Ağzımızı bahçe hortumuna ya da sokak çeşmesine dayar kana kana su içerdik. Oyun oynamaya çıkmanın tek şartı hava kararmadan önce eve dönmekti. Cep telefonu bir yana, evde telefon yoktu. Hiç kimse nerede olduğumuzu bilemezdi...

Televizyon da yoktu. Tek eğlencemiz sinemaydı.

Yara bere içinde kalırdık. Kırılan kol, bacak ya da dişlerimizi umursamazdık. Şikayetçi de değildik. Kimseye sorumluluk yüklemezdik.

Çatlayana kadar yerdik, yine de kilo sorunumuz olmazdı. Hoplar, zıplar yediklerimizi eritirdik. Evde değil dışarda enerjimizi tüketirdik. Bizleri eve bağlayacak Playstation, video oyunları, 99 kablolu kanal, Dolby Surround, cep telefonu, bilgisayar, internet gibi teknolojilerle henüz tanışmamıştık. Bunlara karşın arkadaşlarımız vardı.

Tek kale maç yapardık. Takımı top sahibi yapar, kuralları o belirlerdi. Biz Beykoz yapımı ayakkabılarımızla oynarken, top sahibi, futbol ayakkabısı giyerdi. Tabii ki zengin çocuğuydu… Ama eğleniyorduk ya, gerisi vız gelirdi…

Başarılı öğrencilerin yanı sıra tembel öğrenciler vardı. Sınıfta kalınabilirdi. Sorun değildi! Bu yüzden kimse psikoloğa ya da pedagoga gönderilmezdi.

Özgürlüğümüz, üzüntülerimiz, başarılarımız, görevlerimiz vardı ve bunlar ile yaşamayı öğreniyorduk.

Fazla uzatmamış, konuşmamızın sonunda karşılıklı bakışmıştık…

Nasıl oldu da bu koşullarda kendi kişiliğimizi geliştirebilmiştik?

Aynı anda,

“Mutluyduk, yetiniyorduk, seviliyorduk,” demiştik.

İlerleyen günlerde…

 “Sürü olmak, sürü içinde gitmek ve öylece yol almak istersen yaşamın boyunca sadece kıç görürsün” diyen Alman Atasözünden esinlenmiş gibi, “Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri” ni düzenlemiştik. Dolu dolu beş yıl Ege’nin o şirin beldesine şairler, yazarlar, gazeteciler armağan etmiştik. Sözde kalmamış kitaplaştırmıştık etkinlikleri. Kimler gelmiş, kimler geçmişti bir anımsa… İsim isim saysak sayfalar tutar.

Yazdığımız kitapları, dergi yazılarını, söyleşileri ve ödüllerimizi de anımsatıp uzun uzadıya başını ağrıtmak için yazmıyorum bu mektubu…

Sözcükler, yazının bulunuşundan bu yana olduğu gibi, ancak gönderilen mektuplarda hayat bulurdu. İletişim kurduğumuz kişilerin seslerini duymak, yüzlerini görmek yalnızca bir düşlemdi bizim için.

Geçmiş yıllarda…

Apartman dairemizin posta kutusunda postacıların yolunu gözlemez miydik? Boş bulduğumuzda hüzünlenir, ertesi günü beklemez miydik? O kutularda şimdi mektuplar yok artık. Onların yerine bütçemizi sarsan, bizi hüzünlendiren insafsız faturalar var. O bir zamanların iletişim aracı olan mektuplar, duygu ve düşüncelerimizi kışkırtan içindeki sözcüklerdi: Ağlatan, güldüren, coşturan, farklı yorumlara ve beklentilere yönelten, yaşama tutunmamızı sağlayan sözcüklerdi.

Daha önce niye yazmadın diye soracak olursan?

Çünkü bir kez okuyup kenara atacağını, kızarak yırtacağını düşündüğümden… Doğru ya da yanlış düşünmüş olabilirim kuşkusuz. Ama ben, mektupların özenle saklanmasını, kimi zaman da onlarca kez elimize alıp nerdeyse ezberlediğimiz yazılar olmasını isterim… O satırlarda anlatılanlar üstüne kurulan hayaller, uykusuz geçirilen geceler, görülen düşler yok mu ya?...

Bu mektubu bir Kara Kutu sayarsak eğer…

Silindiğini sandığımız ya da silinen geçmişin kara kutunun belleğinde saklayalım derim. İlerleyen zamanda keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner açar bakarız. Biz bakamasak da bizden sonrakiler bakar. Birlikte yaşadıklarımız söylentilere değil gerçeklere dayandırılarak kayda geçirilir.

Nazım’ın dediği gibi:

“Sevgilim...

Yaş kemalini buldu.

Bana öyle geliyor ki, belki bin yıllık,

bir ömrün macerası geçti başımızdan.

Ama biz hala,

güneşin altında yalınayak koşan,

hayran gözlü çocuklarız...”

Görüşmek üzere…

 Sultan Su

Gercekedebiyat.com

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM