Geçtiğimiz günlerde teyzemin kitaplığını karıştırırken rastladım Mivvel’e kitabın adı çok ilgimi çekti. Kitabı elime aldığımda kitabın arkasındaki yazıyı okumadan kapak tasarımında yer alan silah tutan elden bu kitabın bir polisiye roman olduğunu anladım. Büyü birden bozulmuştu sanki benim için. Kitabı aldığım yere bıraktım. Yanlış anlaşılmasın polisiye romana karşı bir alerjim olduğundan değildi bu refleksim. Yalnızca polisiye romanda gelişen olay örgüsünü sezebilmemdi kitaba karşı merakımın birden sönmesine neden olan şey. Ben dalgın dalgın bunları düşünürken ansızın teyzemin sesiyle irkildim.

- Aa! Mivvel. Bedi Hoca’nın kitabı bu. Bedi Hoca bizim okulda tarih öğretmeni.

Belki bu noktada çok tutarsız bulacaksınız beni ama yeniden kitabı incelemeye başladım. Bir meslektaşın hatta şahsen olmasa da bir tanıdığın kitabını okusam ne kaybederdim ki? Hem acaba neden kitabına böyle bir isim koymuştu yazar? Bunu ancak kitabı okuyunca anlayabilecektim.

Everest Yayınları’ndan 2010 yılında çıkan kitap aynı zamanda 2010 Yılı İlk Roman Ödülü’nün de sahibi.

Romanın bir bölümü yazarın memleketi olan Antakya’da bir bölümü ise yazarın yaşadığı kent olan Ankara’da geçiyor.

Mekanı Ankara olan romanları oldum olası sevmişimdir. Yapıtları çok duygusal değerlendiriyorsun diye eleştirebilirsiniz beni. Kuşkusuz haksız da değilsiniz derim size ama ne bileyim nefes aldığım her köşesini adım gibi bildiğim şehrin bir edebi yapıtın oluşumunda önemli rol oynaması hoşuma gidiyor. Bir zamanların kültür sanat kentinin bugün edebiyat dünyası tarafından terk edilmişliği karşısında çok mu yani benim mekanı Ankara olan kitaplara olan sevgim söyleyin lütfen? Ancak belirtmem gerekir ki Mivvel’i okunası kılan yalnızca Ankara’da geçiyor olması değil. Şunu söyletebilirim ki yapıt, çoğu zaman şiirlerden, şarkılardan ve kült niteliğindeki kitaplardan yapılan alıntılarla derin bir entelektüel birikimin ürünü olduğunu ilk sayfasından itibaren hissettiriyor okuruna ve birden okuru romanın içine alıyor.

Roman, Bertolt Brecht’ten şu alıntı ile başlıyor:

Geniş kavisli şu turnalara bak!

Yanlarında bitiveren bulutlara

Bir hayattan ötekine uçmak için

Yola koyulduklarında onlarla döşen yola

Aynı yükseklikte ve aynı huyda

Birbirlerinin yanında gözükürler yalnızca

Paylaşabilsin diye turna ile bulut

Biraz uçtukları güzel göğü

Oyalanmasın diye hiçbiri

Ve görmesinler bir şey

Yan yana uçarken birlikte hissettikleri rüzgarda

Birbirlerinin salınmasından başka.

Yok olmayıp kalırlarsa birlikte.

 

Rüzgar onları hiçliğe sürükleyebilir

Yağmurun tehdit ettiği ve tüfeklerin patladığı

Her yerden sürüklenebilirler

Hiç bir şey dokunamayacak onlara

Böylece güneş ve ayın biraz sapan yollarında

Uçarlar beraber yitik ve birbirlerine ait

Nereye sen?-—Hiçbir yere—Kimden kaçıyorsun?—Herkesten

Sorarsın, kaç zamandır birlikteler ?

Az bir zamandır. —Ve ne zaman ayrılacaklar birbirlerinden? -—

Pek yakında.

Böyle güç alır aşıklar aşktan.

Herbert Marcuse ise Karşıdevrim ve Başkaldırı adlı yapıtında bu satırları şu şekilde yorumlar: “Özgürleşme imgesi, turnaların güzel gökyüzü boyunca, onlara eşlik eden bulutlarla birlikte uçuşlarındadır: gökyüzü ve bulutlar onlara aittir, üstünlük ve tahakküm içermeksizin imge, tehdit edildikleri yerlerden; yağmur ve tüfek kurşunlarından kaçabilmelerindedir. Kendi kendilerine, tamamen birbirileriyle kaldıkları sürece emniyettedirler, imge soluklaşan bir imgedir: Rüzgar onları hiçliğe götürebilir, yine de emniyette olacaklardır: bir hayattan diğerine uçarlar.

Marcuse’un yorumu ışığında romanı değerlendirecek olursak Mivvel karşımıza yalnızca sıradan bir ölme- öldürme romanı olarak çıkmaz. Teknik açıdan roman geri dönüş tekniği kullanılarak sondan başa doğru gelişen bir olay örgüsüyle kurgulanmış. Yazımda uzun uzun olay örgüsünden bahsetmek niyetinde değilim. Yalnızca romanda irdelenen bazı sorunsallara değinmekle yetineceğim. Romanı okuyup okumamaksa size kalmış sevgili okur!

Romanda ölüme layık görülen kahraman Nebil de tıpkı turnanın imlediği ‘özgürleşme’ ve ‘emniyette olma’ düşüncesiyle ‘bir hayattan diğerine uçar’. Ama ne yazık ki bu serüven hayalidir ve Nebil yıkımdan –ölümden- kurtulamaz. Romanın ilerleyen sayfalarında görüyorsunuz ki içi süslü sözlerle doldurulmuş ideoloji çoğu zaman pek de olması gerektiği yönde etkilemiyor bazı hayatları. Kimilerinin çıkarları ve kendilerini kurtarma çabaları turna misali özgürlük –zihinsel ve fiziksel- arayışı içinde olanları acımasızca vurabiliyor.

Roman sıradan hayatlar süren kahramanların çoğu zaman iç hesaplaşmalarına yer veriyor çoğu zaman da içinde bulunduğumuz dünyanın sorunlarını önümüze seriyor. Bu sorunlar bazen ‘sanat gerekli ya da insan için faydalı mı?’ gibi sorular ekseninde sanatı, bazen baz istasyonları özelinde teknolojik gelişmeleri, bazen hayat pahalılığını bazen de koşulsuz inanmışlık duygusuyla bağlanılan ideolojiyi irdeliyor. Açıkçası yazarın yapıtında sorduğu bu soruları ilginç bir şekilde okurun da roman boyunca kendine soracağı ve sorulara yanıtlar arayacağı düşüncesindeyim.

Özetle belirtmek gerekirse Mivvel’de ( Uzun hava) kahramanlarının Antakyalı olması ve romanın bir bölümünün Antakya’da geçmesi sebebiyle yer yer Arapça kelimelere- kitabın adında da olduğu gibi, şarkı sözlerine vb. rastlamak mümkün. Ancak bunlar dipnotlarla verildiği için okuru rahatsız edici boyutta değil. Ayrıca romanda kullanılan dil de yalın ve akıcı. Okura bir roman yerine şiir okuduğunu hissettiren bölümler de hiç azımsanacak nitelikte değil doğrusu. Şu sıralar ne okusam diye düşünenler için iyi bir seçenek olabilecek bir kitap.

(1) Bedi GümüşlüMivvel, Everest Yayınları, 2010, İstanbul, 346 sayfa

Özlem İbiş

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)