Okumam Gerekirken Okuyamadığım Kitaplar Listesi / Dr. Ali Ulvi Özdemir
O kadar ayrı düştük ki…Politik gerçeklik bütün farklılıklar yapaylaştırıp hiçleştiriyor ve hiçleştirecek…Giderek sadece iki kesim insan kalacak. Bu ayrım bizler ve onlar diyeceğimiz, bizler ve ötekiler diyeceğimiz ayrımları bile önemsizleştiren, anlamsızlaştıran bir etkiyle gelecek ve sonuçta iki t...
185- Bundan 2 yıl önce, Mayıs 2012’de başlamışın Bir Kitap Bağımlısının Notları’nı yazmaya. Artık hayatımın önemli bir parçası olmanın ötesinde arada sulamazsam solacak bir çiçeğe de benzedi; daha sık kitaplar hakkında düşünmek ve yazmak için beni arkadan iteklemeye başladı. Geçen bu iki yılda giderek bu yazıların da bir bağımlısı olduğumu söyleyebilirim. Dolayısıyla artık Bir Kitap Bağımlısının Notları Bağımlısı olarak da yazıyorum. Eskiden bu kadar çok bağımlılığım yoktu. Olsun. Kitaplarla iç içe bir hayat sürdürdüğüme memnunum. Kitapsız bir hayat düşünemiyorum. 186- Anton Çehov edebiyat tarihinin en önemli öykü yazarlarından biri. Edebiyatı, kitap okumayı sevip de Çehov’la tanışmamış birisini bulmak herhalde zordur. “Küçük Klasikler” başlığında topladığım eserleri okuma sürecinde yıllar önce kütüphaneme giren bu tür az sayfalı eserleri yeniden elden geçirirken rastladım Çehov’un Bukalemun Hikayeler adlı kitabına. Bir zamanlar Yalçın Küçük hocanın da bazı kitaplarını basmış olan Yazı-Görüntü-Ses Yayınları tarafından çıkartılmış bir kitap. Bizde klasik yapıtların, büyük yazarların eserlerinin tamamını bir dizide bulmak hep sorun olmuştur. Pek çok yayınevinden çıkmış Çehov öykülerini yıllardır okurum, ancak hep tamamını okuyamadığım duygusu egemen olmuştur bende. Dostoyevski ve Tolstoy gibi büyük yazarların bile bazı eserlerini daha yakın zamanda Türkçeye kazandırabildik. Olsun, geç olsun da güç olmasın. Bukalemun Hikayeler, içinde Çehov’un daha önce okumadığım altı öyküsüne yer verilmiş minyatür bir kitap. Bir tür “hap” kitap demek de doğru olur. Bu tür kitaplara da ihtiyaç var hiç kuşkusuz. Tadımlık, eşantiyon ambalaj içinde sunulmuş, küçük, özel bir lezzet gibi...Ya da bir büyük ordunun öncü kuvvetine benzetebiliriz bu tür yapıtları. Birçok yayınevi özellikle klasik yapıtları değişik boyutlarda ve diziler içinde satışa sunuyor. Bu tür minyatür kitapların ise en önemli tarafı buzdağının geri kalan kısmı için bilgi verici, yol açıcı olması. Bir yazarın diğer eserlerine giden yolda bir tür “pilot kitap” olarak basamak işlevi görmesi. Sürekli yeni kitapları tüketmek yanında en azından arada klasik yapıtları tekrar okumak da gerekli. Bu küçük kitaplar, bu tekrar okumalara vesile olabilir en azından. Üstelik kesintisiz okuma için de fırsat sunuyor; günlük koşuşturmamızın içinde bize kalan çok az serbest zamanın boyutları düşünüldüğünde. Çehov’un öyküleri tekrar okumalar için en iyi seçim ayrıca. Öykü kitaplarını aradan bir yerden açıp okumak bile mümkün. Bukalemun Hikayeler de bize tam bir edebiyat şöleni olan Çehov yapıtları için kapıyı açabilecek nitelikte bir kitap. “Bukalemun” kitaptaki ilk öykünün adından geliyor. Aslında bu kitaptaki altı öykünün de insanların kişiliklerinin gizli bir yönünü açığa vurdukları öyküler olduğu söylenebilir. Yüz yıldan fazla zaman önce yazılmış olmalarına rağmen sıcaklıklarından, sevimliliklerinden ve insanın iç zenginliğini yansıtmadaki başarısıyla okunabilirliğinden hiçbir şey yitimeyen öyküler. Büyük bir okyanusta yüzmeye başlamadan önce küçük bir gölette yüzmek gibi. 187-Teklif, ise Anton Çehov’un belki de en kısa tiyatro oyunlarından biri. Onu da yıllar önce bir çırpıda okumuştum. Şimdi tekrar okuduğumda aynı hazzı, aynı mutluluğu bana yaşatmayı başardı. Olağanüstü bir gözlem gücüyle, yaşadığı zamanın ötesine de ulaşmayı başarmış bütün diğer büyük yazarlar gibi Çehov da bu yapıtıyla, bize insan olmanın derinliklerini gösterirken, lafı dolandırmanın, süslemenin, üslup kaygısıyla sözü eğip bükmenin gerekli olmadığını bir kez daha gösteriyor. Klasik bir eserin, ne kadar kısa bir öykü ya da tiyatro oyunu olursa olsun, sadece kapladığı alan bakımından küçük, ama sunduğu görkem açısından ne kadar büyük olduğunu da gösteriyor. Çehov’un kurgusu, Picasso’nun fırçasına benziyor bu açıdan. Kaba ya da şematik görünse de yeni bir zenginlik kıtası oluşturuyor aslında. İnsanın gülünç bulduğumuz, pek de yüzleşmek istemediğimiz küçük zaaflarını, sıradan edebiyatın ve sanatın, ideal tipleştirmelerle, özellikle son iki yüzyılda neredeyse dinsel bir vurguyla bize göstermeye çalıştığı (mükemmel, iyi, ahlaklı, adil, zaafsız...) insan tasarımına hiç çaktırmadan ve büyük bir doğallıkla eklemeyi başarıyor. Bir bakıma Bukowski’ye dek uzananan bir çizgide, daha kaba biçimlerle ortaya konulan ama aslında idealist insan tasarımına bilinçli bir karşı çıkışın gereğinden fazla öteki uca uzatılmış örneklerini sunan yakın dönem eserlerinden farklı olarak “aslında insan zaten hiç de sizin sandığınız gibi değildi.” diyor. Küçüklüğünde okuduğu roman kahramanlarının neden hiç tuvalete gitmediğini merak etmeyen olmuş mudur acaba? Büyüyünce bize her büyük sanatçının aslında “bir büyük seçici olduğu” (Bkz. Yalçın Küçük) öğretildi. Romancı bizim gibi etten kemikten olan kahramanlar yaratır ve onların eylemleri arasından seçme yaparak eserine yerleştirir (di.) Bu kahramanlar bu yüzen tuvalete gitmezler, cinsel ilişkide bulunmazlar ve bir çok normal insan davranışını sergilemezlerdi. Çünkü bunlar önemsizdi. (Aslında bu çekingenliğin tek nedeni, sanatçının seçme yapma ve önemsizi atıp, önemliyi öne çıkartma gereğini kavraması değildir. Hala dinsel söylemin aşılamayan şekillendirmesiyle algılamak zorunda kaldığımız insan imgesinin rolünü de vurgulamak zorundayız. İnsanoğlu edebiyatta ve sanatta hala dini mitosların yüzyıllara yaygın söyleminin ve imgeleminin esiri olmaktan tam olarak kurtulamamıştır. Edebiyatın dili hala ve büyük ölçüde dini söylemin dilidir. Bu baçıdan 19. yüzyıl roman anlayışının kalıntısı olan “ortaçağ geride kaldı” ya da “modern insan ortaçağ karanlığını yırttı” türü kavrayışlar, erken bir umutlanma döneminin aşırı iyimser ve gerçekdışı soyutlamasıdır. 20. ve 21. yüzyılda yaşananlar bu söylemin ne yazık ki doğru olmadığını gösterdi. Ama söylem olarak 19. yüzyılın bu iyimser insan bakışı devam ediyor.) Bukowski örneğinde, roman kahramanlarımızın cinselliği reddetmediğini, arada tuvalete gittiklerini de biliyoruz artık. Ama Çehov, insanın küçük hesapçı, küçük çıkarlar peşinde koşmaya eğilimli yapısını çok daha erkenden sunabilmiş bir yazar. Mizahın, çoğu kez “ayıp”, “günah”, “yasak”, “tabu”gibi kısıtlamalarla oluşmuş büyük bir “utanç alanı” içindeki bu ve buna benzer fiziksel ve psikolojik insani yön(elim)leri, zihnimizdeki insan imgemizin iskeleti üzerine yumuşakça yerleştirebilme gücünü görüyoruz. Görülüyor ki küçük bir eser bile bazen bize “büyük” laflar ettirebiliyor. Peki bize bu gerçekleri “gösteren” (eser), bir kenara bırakılıp, sadece gösterdiği üzerine eğilinebilir mi? Bu da ayrı bir mesele. Çoğu kez gösteren dışında bir gösterilen olmadığını da düşünüyorum. Büyük sanatçıların büyük eserlerinde bu iki dünya arasında kopmaz bir bağ olduğunu düşünme eğilimindeyim. Büyük sanat eserleri hiç bir zaman bir araç olamaz. Dolayısıyla yorum her zaman eserin uzantısıdır. En azından yorumun üzerindeki gölgesini kaldıramayız. Çehov, okudukça çoğalıyor. 188- Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk adlı önemli eserinde sadece Tarih bilimi açısından aydınlatıcı bilgiler sunmuyor, siyaset bilimi açısından ve siyasal islamın karakteri hakkında da önemli bir saptama yapıyor. Şöyle diyor kitabın başlangıcında: “Şeriatçı zihniyetin elindeki iktidar ise, Tanrı’nın kendilerine bahşettiği, dolayısıyla her ne pahasına olursa olsun teslim edilmemesi gereken, toplumun zorla onun hükümlerine uydurulması, uymayanın cezalandırılması ve şeriatın diğer ülkelere yayılması için temel bir araçtır.” (Kırmızı Yayınevi, 26.Baskı, s. 21) Kitap, hiç kuşkusuz Türklerin İslam dinine geçiş sürecinde yaşananları resmi, daha doğrusu çoğunlukla sağ (sığ) tarihçilerin eline kalmış bir konuyu ve dönemi soğukkanlılıkla incelemesi bakımından önemli. Doğal olarak bu konuda tek kaynakla yetinmemek, mutlaka destekleyici ve daha temel eserleri de incelemek gerekiyor. Kişisel olarak Erdoğan Aydın’ın kitabından en azından böyle bir okuma listesi elde etme yönünde de yararlandım. Çoğu kez bir kitap okuyunca hayatımız değişmez ama okuma programımız büyük ölçüde değişebilir. Böyle oldu. Kaynaklar arasında yer alan kitaplardan derlediğim okunması gereken kitaplar listesi şöyle örneğin: 1- Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi 2-W. Bartold, İslam Medeniyeti Tarihi 3- W. Bartold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan 4- Ahmet Demir, İslam’ın Anadolu’ya Girişi 5- Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Tarihi 6- Kamuran Gürün, Türkler ve Türk Devletleri Tarihi 7- M.G.S. Hodgson, İslam’ın Serüveni 8- Bernard Lewis, Tarihte Araplar 9- Robert Mantran, İslam’ın Yayılış Tarihi 10-Ebu Cafer Taberi, Tarih-i Taberi 11-Ernst Werner, Büyük Bir Devletin Doğuşu Bunlar elbette başlangıç için gerekli okumalar. Dönem ve Türkistan bölgesi için başka okumalar da mutlaka gerekli. Ama bu kadarı bile “bir gün bir kitap okudum bütün ilgi alanım ve okuma programım değişti, okuma yüküm daha da arttı” demek için yeterli. Horasan, Harezm, Türkistan ve Orta Asya bölgelerinin kabaca Talas Savaşı ile Moğol istilaları arasındaki dönemi için sanıyorum hangi kitabı açsak içinden kan fışkıracak. O kadar katliam, ölüm ve kan dolu ki… 189- Ahmet Yıldız dostumun Nizamülmülk’ün Öldürülüşü adlı kitabı Türk tarihi ile ilgili okuma yaptığım bir döneme denk geldi. Söylenecek çok şey var. Bir kere öyle piyasada çok gördüğümüz, önlerinden geçerken bile hissettiğimiz ucuz tarih soslu pespaye romanlarının oluşturduğu edebi çirkinlikle hiç ilgisi yok. 13 öykünün yer aldığı kitabın sonunda Ahmet Yıldız’ın o öyküyü yazmak için yararlandığı bilimsel eserlerin listesi yer almış. Çok iyi bir okuma yapmış Ahmet Yıldız. Bu liste bile benim gibi tarihe ilgi duyanlar için okunması gereken kitapları içermesi bakımından önemli. Örneğin Nikitin’in Nasturiler’i, Louis Ligetti’nin bilinen eseri Bilinmeyen İç Asya’sı, Niketas Khoniates’in Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri ile Wilhelm Radloff’un Sibirya’dan ve Arthur Koestter’in 13. Kabile adlı eserleri sayılabilir. Yani Ahmet Yıldız ucuza kaçmamış. Bunu öykülerin damıtılmış diyebileceğimiz kurgusal/biçimsel yapısından da anlıyoruz. Hiç gereksiz paragraf, hatta cümle yok neredeyse. Hatta neden bu kadar kısa sürmüş diyebileceğimiz öyküler var. Bazıları başlı başına roman olabilir nitelikte. Nizamülmülk’ün Öldürülüşü adlı ilk öykü buna örnek. Bir başka nokta da Ahmet Yıldız’ın tarihsel olayların belirlediği bir demir çerçeveyi (gerçeği) ihlal etmeden öyküyü kuru gerçeğin ihmal ettiği imgesel boşlukları, ustalıkla doldurarak, bunu bir doğal uzantı gibi işleyebilmesi. "Sultan Alparslan’ın Ölümcül Yanlışı" adlı öykü buna örnek. Burada anlatılan tarihsel olay, yukarda andığım Erdoğan Aydın’ın Nasıl Müslüman Olduk adlı kitabında ise sadece şu cümleyle aktarılıyor: “Mısır’a yönelemeyen Alparslan, Karahanlılar’ın üzerine yönelir. Ancak bu sırada ne olduğu belirsiz bir tutsakla giriştiği kavgada ölür.” (Erdoğan Aydın, Nasıl Mülüman Olduk, s. 292) Ahmet Yıldız işte bu küçük cümleden bir kısa öykü çıkarıyor. Olayı kuru bir gerçeklikten kurtarıp imgesel düzlemde yeniden var ediyor. Diğer öykülerde de bu niteliği gözlemlemek mümkün. Ama küçük bir eleştiri: "1.ve 2. Hazar-Arap Savaşlarından İnanılmaz Öyküler"in bir yerinde Arap komutan Cerrah İbni Abdullah El-Hakemi’den sözederken “Bir çadıra, bir ağaç altına bile girmeye gerek duymadan açıkta Cerrah’ın eşinin ve çocuklarının ırzına geçtiler” diyor. Burada eş sözcüğüne itirazım var. Bu sözcük bugünkü modern insanın ve çekirdek ailenin, tek eşli evlilik döneminin sözcüğüdür; bir ortaçağ imgesinin ve tabii gerçekliğinin parçası olamaz. Ortaçağ insanı için bu sözcüğün karşılığı bir gerçeklik yoktu. Hele böyle kral ya da ünlü komutanlar için sadakat gösterilecek, eş olarak adlandırılacak (ve tek olacak) bir kadının var olduğu bir evlilik biçimi olamaz. Onlarca cariyesi ve onlarca karısı olan kişiler olmaları gerçeklikle daha çok örtüşür. O zamanlar için kullandığımız baba, oğul, çocuk, anne gibi kullanımlar bile bizim bugünkü modern aile gerçekliğimiz üzerinde biçimlenen imgeler olarak anlaşılamaz. Yoktu böyle ilişkiler. Onlarca kadından olan yüzden fazla çocuk ile bir babanın bugünkü gibi bir baba-oğul, baba-kız yada oğul-anne gibi bağlar geliştirmesi olanaksızdır. Bu kardeşler arası ilişkiler için de geçerlidir. Dolayısıyla modern bağları işaret eden sözcükleri tarihsel olarak ait olmadıkları dönemlerde kullanamayız. Örneğin Alparslan ya da Cerrah için “Radyosunun düğmesini çevirdi” cümlesi ne kadar anlamsızsa “oğlunu sevgiyle bağrına bastı” ya da “eşini koluna taktı” gibi cümleler de tarihsel olarak o kadar sorunludur. 190-Romantik Sözlük, değerli akademisyen arkadaşım Dr. Serap Fırat’ın kitaplarla dolu hayatının bir ürünü sayılabilir. Sinemis Yayınları’nca basılmış. Okuduğu kitaplardan not ettiği önemli sözleri bir kenara not etme alışkanlığı sonuçta böyle bir kitabı doğurmuş. Acı, Açlık diye başlayıp, Çocuk, Dans, Gerçek, İntihar, Okumak diye devam eden başlıklar altında ünlü yazarların ünlü yapıtlarından alıntılarla oluşmuş bir kitap. Serap Fırat bir anlamda bu alıntıları bir araya getiren bir sanatçı kimliğiyle var ediyor bu kitabı. Kitap için örneğin Stendhal Kırmızı ve Siyah’ta şöyle demiş: “Voltaire’den beri aslında ‘şüpheli, kişisel muhakeme’ den başka bir şey olmayan, milletlerin kafasına ‘herşeyden şüphe etmek’ kötü huyunu sokan iki meclisli hükümet usulü yerleşeli beri Fransa kilisesi en büyük düşmanının kitap olduğunu anlamış görünüyor.” Sanki on yıllar öncesinden günümüze de göz kırpan bir yargı, öyle değil mi? Kalem güçlü olunca, dile gelen gerçekler, yılları saniyeler gibi geçip, günümüze demir atabiliyor. Aslında her kitapsever kitap okurken böyle notlar alır. Okuduğu kitaplar okuyanı buna zorlar bir bakıma. Açıkçası benim de böyle altını çizdiğim cümlelerden oluşmuş bir dosyam var. Ama, Serap Fırat’ın okuma dünyası hem daha çeşitli ve hem de daha olgun. Neredeyse kitapseverlerin “okumalıyım” diyeceği bütün eserler var. Aralarında okuyup etkilendiği kitapların birçoğunu bulunca mutluluk veren bir kesişim kümesi yakalamış oluyor insan. Ben bir taraftan okurken “okumam gerekirken bugüne kadar okuyamadığım” kitaplar” listesi yapmaktan kendimi alıkoyamadım örneğin. Theodor Adorno, Minima Moralia, Elias Canetti, Kitle ve İktidar, William Faulkner, Abşalom Abşalom, Erich From, Sevme Sanatı, Albert Camus, Defterler… Tek üzüldüğüm nokta kitabın sonunda alıntılanan kitapların tümüne ait bir listeye yer verilmemiş olması. 191-Son yapılan 2014 yerel seçimlerine Ankara’dan bir seçmen olarak katıldım. Kesinlikle dürüst bir seçim yapıldığına inanmıyorum. Yalçın Küçük hocanın bir söyleminden yararlanırsak “Kemalistlerin” Kemalizme ve “İslamcıların” İslam’a ihaneti birbiriyle yarışıyor. Ahlakı, vicdanı öne çıkaran din bir kenara atılmış, güç ve iktidar sarhoşluğuyla faşizmi kendi doğası haline getiren bir çapaçulluk “din” maskesiyle aramızda dolaşmaya başlamış. Durum budur. Din üzerine giderek daha çok düşünmek, din nedir, (gerçek) dindar kimdir gibi sorular üzerinde daha çok sorgulayıcı olmak, kaçınılmaz olarak yeni bir okuma yatağı oluşturdu birden. 192- O kadar ayrı düştük ki…Politik gerçeklik bütün farklılıklar yapaylaştırıp hiçleştiriyor ve hiçleştirecek…Giderek sadece iki kesim insan kalacak. Bu ayrım bizler ve onlar diyeceğimiz, bizler ve ötekiler diyeceğimiz ayrımları bile önemsizleştiren, anlamsızlaştıran bir etkiyle gelecek ve sonuçta iki taraf olacağız: Dostlar ve düşmanlar! Bu bir iç savaş gerçekliğidir ve küçücük iradelerimizi, çabalarımızı aşıp geçen ve bizi savuran bir güce sahiptir; tıpkı tarihsel olayları biçimlendiren diğer dinamikler gibi. Bu yaşadığımız Soğuk İç Savaş gerçeğinin bir sonucudur. Tabi bu gerçekliğe eşlik eden politik durumun adı da Post-modern Faşizm oluyor. Soma’daki maden (kaza değil!) cinayeti, sonrasında yaşananlar, bizi bu her iki soyutlamanın ağında olduğumuzu bir kez daha gösterdi. Soğuk İç Savaş ne kadar soğuktan sıcağa yürürse, Post-modern Faşizm de o kadar “postundan” sıyrılıp çıplak hale gelecek ve geliyor. Faşizmi, kavramlarla algılayamayanlar imgesel olarak kavrayacakları anı bekler: Dizginlenmemiş devlet şiddeti. Faşizmi çok kabaca devletin bir “kesim”-ya da sosyolojik anlamda “parti”- burada “parti” nin ille bu adla bir formel yapılanma olması gerekmiyor- tarafından ele geçirilip “öteki” ne karşı kullanılması olarak algılayabiliriz. Bu süreçte devlet ve parti gücü arasında hiç boşluk kalmaması oranında devlet gelişmiş bir örgüte dönüşürken zor tekeli de anayasal denetimden kurtulur. Hukuki olanla keyfi olan yer değiştirir ve insanlar da birey olmaktan Kafka’nın hamamböceği ya da sürüden bir koyun olmaya doğru dönüşüm geçirir. Çünkü devlet neredeyse bireye hiçbir özgürlük ve özgünlük alanı bırakmaz. Faşizm ile batılı değerler karşıtlığı, günlük yaşamın kontrolü ve kitleselliğe, çoğunlukta olanın değerlerine aşırı vurgu gibi anlayışlarla da yakın ilgi kurulabilir. Emperyalizm, ideolojik söylemin daha büyük coğrafyalara hükmetme isteği ile sınırlar ötesi kapsayıcılık kazanmasına aşırı gayret ve bu anlamda siyasal yayılmacılık isteği, mesih anlayışıyla lideri tanrılaştırma gibi özellikler arasındaki bağlar da eklenebilir. Faşizm demokrasinin içsel denetime bırakılan sınırlarının koruyucusuz olması sürecinde var olur. Örneğin “seçim yapmıyoruz” denildiğinde insanlar “yok, bu yapılamaz” diye düşünmenin dışında koruyucu mekanizmaların olmadığını görürler. Dolayısıyla bir taraftan da kentsel kültürün aşınması, kendini kalıcılaştıramaması aşamasında var olur.) Kuşkusuz faşizmi böyle açık imgeleriyle teşhis etmeyi bekleyenler, beklemelerinin bedelini, süreci geriye döndürebilme olanaklarını yitirmiş olduklarını fark ederek öderler. Bu anlamda hastanın vücudunda ortaya çıkan çok açık belirtilerden yakalanan bir kanser vakasına benzetebiliriz. Bazı kanser türleri gibi açık belirti gösterdiğinde artık çok geçtir. Faşizmin imgesel olarak en tam hali bu geri dönüşsüz andır. Şikayet edebileceğiniz, hakemliğinden medet umacağınız her kurum artık o “kesim” insanlardan oluşmaktadır. Artık iş işten geçmiştir. 193-Üniversite yıllarında bir küçük sloganı çok tutmuştum. Ona sığınırdım neredeyse: “Kitap okumuyorsanız tartışmayalım.” Uzun bir süreden sonra arkadaşlık ilişkilerimde bu sözün ağırlığını çok daha fazla hissetmeye başladım. Soğuk İç Savaş Günlerinde Dostluk, geçenlerde ölen Marquez’in ünlü romanına bir ucuz gönderme sayılmamalı. Bizi ayrıştıran güçlere karşı en çok mücadeleyi vereceğimiz alanı da işaretliyor bu başlık. En çok mücadele vereceğimiz ve en çok direnmeyi vadeden alan: Dostluk. Bol kitaplı günler…. Dr. Ali Ulvi Özdemir
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR