Birey olmanın kaçınılmaz olgusudur: Akıl bağımsızlığını sağlamış, aklını kullanabilme cesareti gösteren”, bir insan olabilmek!

Bu, 18 yüzyıl Batı aydınlanmasının temelini oluşturur. 

İtalya, Rönesans’la.., Almanya reformla.., Fransa 1789 Devrimi.., İngiltere Sanayi Devrimi.., Rusya ise 1917 Ekim Devrim’iyle tarihsel dönüşümlerini gerçekleştirdiler. 

Peki bizim adımıza bu tarihsel olaylara eklenen dönüşümler neydi? 

Ekim Devrimi’nin başarısının temel nedenlerden ilki, Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı’nın kazanılmasında ve başarıya ulaştırılmasındaki üstün askeri dehasıdır. Bu deha emperyalizme, 20 yüzyıl dünyasında ilk yenilgiyi yaşatana bir kahramandır. 

Emperyalizme karşın emperyalizme karşı, 16 mayıs 1919’da başlattığı, 30 Ağustos 1922 düşmanın yenilgisiyle sonuçlandırmasıyla, 20. Yüzyıla, Lenin’le damgası vuran yine Mustafa Kemal. Devrimler tarihine Kurtuluş Savaşı” kavramını kazandıran ilk devrimci. 

Nasıl ki, Çanakkale Zaferiyle, Lenin 17 Ekim devriminin önünü açtıysa Mustafa Kemal, Lenin de Türk Kurtuluş Savaşının başarıya ulaşmasında en büyük etken olmuştur. 

Bu gerçeği unutmamak gerek… 

14. (ve 16.) yüzyıl İtalya’sında, Batı ile Klasik İlkçağ (Antikite) arasında sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın yeniden kurulduğu, İslam filozof ve bilim dünyasının çalışmalarının çeviri yoluyla Batı’ya taşındığı, deneysel düşüncenin canlandığı, insan yaşamı (hümanizm) üzerine yoğun çalışıldığı, matbaanın bulunmasıyla bilginin geniş kitlelere ulaştırılıp yaygınlaştığı, paylaşımının arttığı ve devrimsel değişimlerin yaşandığı dönemdir. Yeniden Doğuş” anlamına da gelen Rönesans’la yakalar bu gelişmeyi. 

Batı’daki bu gelişme, Kant’la birlikte, Aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaştırılması! temelinde 18. Yüzyıl Aydınlanma felsefesi olarak dizgeleştirilip okullaştırılması, Batı’nın tam dört yüz yılını almış. 

Bu düşünce: Yeryüzünün daha ilgi çekici, araştırılmaya değer, daha insanca yaşanılabilir bir yer olduğunun keşfedilmesini sağladı. İnsanın yeniden keşfedilmesi, onun güçlü ve büyük başarılar elde edebileceği gerçeğine götürdü onu. İnsanın sürekli çalışması, yaratılarını insanlara ulaştırması, onun günahkâr değil, onurlu bir varlık olduğu gerçeğini, görünür, bilinir kıldı. Gerçeğe ulaştılar. Gerçek güzeldi çünkü. İnsan güzel olana” yönelmeliydi. Mademki Tanrı, şaşmaz dengeleriyle doğal yasalarının egemenliğinde bir dünya yaratıp insana sundu, o halde insan, bu güzelliğin farkına varmalı ve onu keşfedip kendi varlık anlayışını ve kendi doğasını dışlaştırıp ortaya koymalıydı. Yani doğayı insani etkinlikleriyle buluşturmalıydı. Bütün bu gelişmeleriyle yaşadığımız dünya o kadar ilgi çekici bir yerdir ki, başka dünyaları yönelmenin hiçbir anlamı yoktur” düşüncesi, insanın kendini keşfedip, kendine yönelmesini sağladı. Çağın gelişimine koşut bir dönüşümü gerçekleştirerek yaptı bunu. 

Bizim aydınlanma devrimi”, İtalya, Almanya, Fransa ve Rusya’dan sonra, İslam ülkesinde Atatürk’le gerçekleştiren ilk ve tek devrimdir. Asya (Anadolu) coğrafyasında da gerçekleştiren ilk ulus olarak, uygar uluslar ailesine katılır. Dünya devrimler tarihine Kurtuluş Savaşları” kavramını kazandıran ilk devrimci de Mustafa Kemal’dir. Dahası, Lenin’in, Ulusların yazgılarını ancak, ulusların kendileri belirler”, ünlü tezinin de, hem yanıtı, hem kendisi oldu. Batı’nın dört yüz yılda yürüdüğü bu yolu, Atatürk’le bu coğrafyada biz, on dokuz yılda geçtik, bu dört yüz yılı. 

“Atatürk Asya’nın Rönesansı” 11923 Aydınlanma Devrimi de Anadolu aydınlanmasıdır! 

* Çağımızın temel sorunu… 

Bu girişin ardından asıl konumuza döneyim: 

Genel anlamıyla sanatçıların, hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin, üstlendikleri tarihsel görevleri vardır. Doğalarındaki, doğuştan gelen itileriyle bu ödevlerini, koşullar her ne olursa olsun, üstlenirler. Bunun bilinciyle şair ve ressamlar, Gençler bu Cumhuriyeti biz kurduk, onu yüceltecek ve yaşatacak olan sizlersiniz!” diyen Atatürk’ün verdiği kaçınılmaz ödev, görev ve sorumluluklarını kimseden beklemeksizin yapmışlar, yapıyorlar. Bunu salt, biyolojik yaşı itibariyle genç olanlar için söylemediği kesin Atatürk’ün. İnsan kadar, çok eskilere tarihlenen sanat bunun için var. En genç olanı sanatçılar bunun için yaşarlar. Onun işaret ettiği ve bilimin yol göstericiliğini” temel alan düşünceyi benimseyip içselleştiren her yaştan genç için söylemiştir bir sözdür bu. 

Çağımızın (belki de bütün çağların) temel sorunlarının başında, insanın saltık kendine değil, tüm değerlerine yabancılaştırılması gelir. Günümüzde artarak süren bu yabancılaşma olgusu ve problemleri karşısında insanımızı uyarmak ve kendisini bilmesini” sağlamak, yalnızca sanatçılık görevimiz değil, insanlık ödevimizdir de. Moda deyimle, “ötekileştirme” kavramına, şairce, ressamca karşı çıkmak ve bu pencerelerden nasıl baktığını”, gördüklerini ise şiir ve resim diline aktarırken, nasıl yansıttığını”, neyi nasıl yaptığını” anlatıp göstermek sanatçının asıl görevi. 

Sanatın ve sanatçının, iktidar için rahatsız edici bir yanı, konumu ve iktidarları ürküten bir gücü var. Platon’dan tutun, bütün dinlerin şimşeklerini, yıldırımlarını paratoner gibi çekmişler üstlerine. Şöyle diyor bir hadisinde Hz. Muhammed: 

Şairlerin yazdığı hicivler, yaralardan daha ağrı veriri. 

Çünkü sanatçı salt dünle ve bugünle ilgili değildir. İnsanlığın, uygarlıkların, kültürlerin birbirleriyle etkileşimlerinde, geçmişten geleceğe bir köprü görevi üstlenirler. Sanatın iki alanı var ki, doğayı tanıma, tanımlama, aktarma ve anlamlandırma konusunda, resim ve şiir en etkili yolu olmuş insanın. Resim (ressamlar), dinlerin (özellikle Hıristiyanlığın), yayılması ve kutsal kitabın insanlara anlatılması, taraftar toplaması, güç odağı konumuna dönüşmesinde kilisenin elini zenginleştiren çok önemli bir silahı olmuş. Şiir ve şair o kadar şanslı olmamış bu konuda. Ama kutsal kitapların yazı dili olmaktan da ondan vazgeçilememiş. İnsan bilincine ve duygu dünyasına en kestirme, en etkili ve en az sözle çok anlamı içeren bir yordam olmuş. Peygamberler sonrasındaki din sınıfı, şiir diliyle yazılmış kutsal kitaplardaki metinlerle insanları, hiç bilmedikleri coğrafyalarda, tanımadıkları insanların soyunu kurutmaya kadar götürmüş. Şair, doğası gereği muhalif kimliği, gelecekte olabileceklere ilişkin öngörülerini şiirleriyle insanlara anlatmaya başlayınca, olanlar olmuş. Platon, Homeros’u çok sevdiği halde “İdeal Devlet”ine almamış, gençlerin zihinlerini bulandırıyor diye. 

Peki resmi ve şiiri bu kadar özel kılan ve insanları etkilemelerinin altında nasıl bir gerçeklik yatıyor, ona bir bakmak gerek. 

Elbet ki, ressam düşündüğü konuyu tuvalinde; renklere, çizgilere, dokulara, biçimlere hayat vererek yapar bunu. Şair sözcükleriyle. Çünkü sanatçının (şair, ressam, yazar) ne hayalinde ne de elinde, Ergenekonlar” yaratacak bir devlet gücü yok. Yasama, Yürütme ve Yargı yetkisi de yok. Hükmedebileceği doğa var. Sanatın olgularına dayanarak, doğayı ressamca yorumlamak ve yeniden yaratmaktır işi. Şair de öyle: Sözcükleri kullanıp, sözün şiirselliğini, imgesel gücünü, kitleselleşen özüyle buluşturmaktır halkıyla. Halk ozanları, binlerce yıldır bunu yaptılar, günümüz halk ozanları da bu geleneği değiştirip dönüştürerek, çağın koşullarına karşı daha dirençli yapılar kurarak gerçekleştiriyorlar. Nâzım, Enver Gökçe, Rıfat Ilgaz, Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi… 

Kendilerini, değişimin yasaları içinde değiştirip dönüştürerek, bize kadar getirdikleri bu gelenekleriyle yaptılar. Pir Sultan başkaldırı geleneğini başlattı. Dadaloğlu bu geleneğin bir sürdürücüsü olarak zorbalığa karşı, Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” deyip, kavgayı yurt, dağları mesken tuttu bu yüzden. Her iki anlamda da yaşadığımız, var olan bu gerçekliği, kendi gerçekliğinden koparıp, sanatsal gerçekliğe, yani imgesel gerçekliğe dönüştürmektir ilk işi sanatçının. Şu gerçeği de görmüyor değiliz. Görecek, duyacak ve ses çıkaracak kadar bilinç insanlarıdır sanatçılar. Çünkü: 

Emperyalizmin Sevr’le başlattığı bir süreç devam ettiriliyor. Hedeflere ulaşana değin bu böyle sürecek. Kesin. Dahası, bunun, Lozan görüşmelerinde, Lord Curzon’un, İsmet İnönü’ye savurduğu; Her şeyi reddediyorsunuz. Ancak ülkeniz haraptır. Yarın paraya ihtiyacınız olduğunda, İngiltereden başka para bulabileceğiniz ülke yoktur…” tehdidiyle sınırlamadıkları da ortada. Bugün, ülkemizde olup bitenlere baktığımızda, BOP hayaliyle yola düşenlerin yarattığı koşullar, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bu kadar zarar vermemiştir, ilerlemeye, gelişmeye ve dönüşmeye. Türkiye yirmi yıldır bir akıl tutulması yaşıyor. Bunun için üç maymunu oynamak yersiz. Ya da içimizdeki Bizanslılardan olmak da gerekmiyor! (Bu kavramın, hiç bu kadar yerine oturduğu bir başka dönemi yaşamamıştık). 

Bütün yapılanları ve yapılacak olanları seyretmekle yetiniyoruz, ne yazık. Bu mutsuzluk tablosunu yaratıp, bizi de içine koyarak yaşamak zorunda bırakıldığımız şimdiki Türkiye gerçeğinde, “ötekileştirilmiş” şair ve ressam olarak, kendilerine göre demokrasi yaratanların “şahinliklerinin” geçiciliği ortada. Tarihimiz, üzerinde oturduğu koltuğun gücünü baskı aracına dönüştürenlerin örnekleriyle dolu. Yeni bir durum değil bu. Neden “ötekileştirildiğimizin” daha anlaşılır olması ve bellek yenilemesi adına, geçmişte bakanlık yapmış bir zatın, sanata ve sanatçılara ilişkin ettiği sözler, bu akıl tutulmasının bir yansımasıdır. Bu, karşınızdakinin düzeyiyle ilgilidir. Ne diyor Mevlana: 

Sevgide güneş gibi ol/Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi./Hataları örtmede gece gibi ol./ Tevazuda toprak gibi./Öfkede ö gibi ol./ Her ne olursan ol./Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol. 

Mevlana’yı da anlamamışlar. Ya da keser hesabı hep bana Rab bana” yontup durdular. Bu daha akla yatkın. Âşıklar, ozanlar, şairler bizim sözümüz olmuşlar yüzyıllar boyu. Biz onların, sözlü bu deyişlerinin sürdürücüleriyiz bugün. Haklı ve onurlu bir kavgadır bugün verilen. Küllenmesine izin vermediğimiz gibi, “ötekileştirilme” olgusunu da, asla bir kine dönüştürmeden, dilden gönüle, gönülden dile sesledik hep. 

Pir Sultanlardan yüzlerce yıl sonra, onun âşıklık ve başkaldırı geleneğine eklemlenerek, kendi şiirimizi, Pir Sultanca şairliğimizi, Picassoca ressamlığımızı sürdüreceğiz; kuşkuları olmasın... 

Biz, düzeyi yüksek tutan şairlere ve ressamlara selam gönderelim yine de… 

31 Martlar varsa, 1 Nisanlarımız hep olacak… 

1 Orhan Burian a.g.y. 

Ali Ekber Ataş
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)